Müheyya
Akşam, her zamankinden biraz daha aceleci kabına sığmayan beklentiye bronz bir tat verdi. Aslında beyaz masa örtüsü sessizliği paylaşılsa hiç bir beklentiye girmeden "afiyet olsun" dense hepsi bitecekti.
Son sözleri çetrefilli ya da muğlak olmasın diye azâmi çaba sarfedişleri gözden kaçmadı.
Sanki kalkıp gidilecek ve asla dönülmeyecek bir çıkmazın eşiğindeydiler.
Sanki biri "hesap lütfen" diyecek diye ürpertiyle beklediler. Bu ürperti masanın etrafında üç kez tur atıp ikisini hızla geçip bütün odayı dolaştı. Kendine konaklayacak müsait bir yer bulamayınca gelip adamın gözlerinde meraklı bakış olarak durdu.
Uzayan beyaz sessizlik bardakta sabırsız titreyişlerle sallandı.
Tabak bütün sükunetiyle olacaklara odaklı beklemeye başladı.
Nadirdir böyle şeyler ne var ki işte başlarına gelmişti.
Karşılıklı derin, bunaltan...
"Öyle bakma!"
"Nasıl ?"
"Gözbebeklerinde sorularla."
"Her şey o kadar berrak ki."
Böyle bir durumda ne soru yerinde olur ne cevap kayda değerdir artık.
Elinde kahve fincanlarıyla bu sessizliğin bitmesini beklersin. Bir şey olsa hani adam demişti ya "gökten üstümüze dört ton bir şey düşse ve biz bu anı yaşamasak." Ağır, yoğun, bulantı gibi. Uzayda kaybolsak ve hiç olarak bir duvara salya sümük yapışsak.
Biri kalksa gitse çıksa kapıdan suçlu olarak.
Ya da bi şeyler düşse tam tutacakken eli kesilse birinin kan damlasa tuz buz olsa.
Olmuyor gittikçe ağırlaşan cevabından korkulan soru beyninde sinsice dolanıp duruyor.
Biri masadan yavasça kalktı.
Kapıdan çıkarken eşyalarda bir kıpırtı. Seslerini kısarak ima ile göz ile mimikleri ile mi konuştular. Sol anahtarının yerini bulamadı düşmüş müydü fa diyez, si bemol ellerindeki uyuşukluk midesindeki bu dönme. Dönse miydi? Kapının eşliğinde kaldı ne içeri girebiliyor ne çekip gidebiliyor. İçeriden bir şey bir nesne olsun "gitme" desin istedi. Sonsuzluğa doğru bu anaforun içinde debelenirken düşünceleri, müthiş bir sessizlikle irkildi kalbi. Boşalan kan mıydı, yoksa bütün yaşanmışlıklar mıydı? Yorulan organ "hadi, çek kapıyı ve yaylan" demiş gibi hızlı hızlı üç kere çarptı. Göğüs kafesi daralmış kaburgaları yerini beğenmemiş kalbine doğru hücum ediyorlardı. Kapı aralığındaki bu aidiyetsizlik hali uzun sürecek ve sanki bom diye patlayıp bütün vücudu duvarlarda et kan ve kemik olarak yerini bulacak diye düşündü. İrkildi buz gibi terler sırtından ve şakaklarından yağmur gibi. Sırtında bir seğrime ve saniyelik titremeyle kendine geldi. Sağ elini aradı bulamadı; elektrik düğmesi haber vermese onu orada bırakıp kaybolup gidecekti.
Dönse kim bilir hangi toz zerresi ona gitme derdi. Der miydi? Dese ne hükmü olurdu? Düşünmekten korkarak gene de kendini zorladı arkasına baktı. Ev orda değildi. Önüne döndü merdivenler trabzan onlar da yoktu. Sadece kapı ve eşik vardı.
Uzun bir sessizlik, asılı kalmak zamanın bir yerinde; nerde, hangi zaman.
Geçmiş geçmemişti. Büyük bir meyve bahçesi annesi ve beş yaşında kendisini görebildi. Annesi yerlerdeki otları topluyor, sırtı dönük biri de tırpanla otları biçiyor. Sarı ve saks mavisi bir fon. Dönüp duran daireler ayçiçekleri duymayan bir adam, sağır sessizlik bu olmalıydı. Annesi yorgun alnına biriken terleri sildi, esmer bir gülümsemeyle " eşikte kalanı kurt kapar" dedi. Anlamsızca baktı. Görüntü uzaklaşmaya başladı, elini uzattı ama eşikten ayrılamazdı. Görüntü giderken bir uğultu gibi annesinin sesi "eşikte kalma sakın, sakın, sakın!"