- 133 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kırmızı Altın
Çok uzaklarda unutulmuş bir köy vardı. Tüm evleri kerpiçtendi. Evlerin önünde ne bir ağaç ne bir çiçek vardı, yabani otlar, bitkiler bile başını almış gitmişti bu köyden. Çok uzaktan bakınca bu kerpiç evler tek bir evmiş görünür. Evler birbirine yapışık yapılmıştı. Her evin bir ahırı var ve her evin ahırı evin içinde. Evlerin önü hayvan dışkılarıyla doluydu. Yığın yığın hayvan dışkıları nisan ayını beklerdi. Bu hayvan dışkılarıyla tezek yapılacaktır ve herkes buna çok önem veriyordu. Bu uzak köyün içinde yaşayan insanlarda da ne bir mutluluk kırıntısı ne de bir hayal vardı, sevgi bile başını almış gitmişti insanlardan.
Bu uzak köyde yaşayan insanların tek derdi, geçimlerini sağlamak ve başka kimseye muhtaç kalmamaktı. Sevgi, mutluluk, hayattan zevk alma gibi lüks duyguların hayatlarında yeri yoktu. Onların sevgisi süt ve et veren, başka işlerine yarayan hayvan sevgisiydi. Onların mutluluğu yağmurun yağması, koyunun kuzulaması, başaklardaki taneleri kuşların yememesiydi.
Bu uzaktaki köy, yaz mevsiminin son demlerini yaşamak üzereydi. At arabaları ha bire bir şeyler taşıyordu. At arabalarıyla, kimisi kurumak üzere olan acur bostanındaki yaprakları taşıyor, kimisi kim bilir nereden bulmuş olduğu samanı çuvallara doldurmuş gidiyordu. Yazın ortasında samanı bulmak biraz güçtü. Onun için saman taşıyan çocukların yanından kim geçerse geçsin hep aynı şeyi soruyordu çocuklara: “Nereden buldunuz bu samanı?”. Saman taşıyan çocuklar da gizli hazinelerinin yerini kimseyle paylaşmak istemiyor, cevap olarak gülümsüyorlardı. At arabalarıyla kimisi değirmene buğday, arpa taşıyor kimisi de boş bidonlarla su almak için kuyuya doğru yol alıyordu. Bu at arabalarının içinde garip çocuk vardı. Atın dizginleri elinde, gözleri gökyüzünde, yüreği de gölgelerdeydi. Gelin o çocuğun içinde esen rüzgâra yahut fırtınaya bakalım:
Kırmızı altınmış. Ben böyle kırmızı altın istemem ki. Akşamleyin odaya gidebilsem keşke. Yine kovacak beni babam. Bu kırmızı altın nereden çıktı başıma? Zaman geçmeyecek şimdi. Güneşin altında o kadar kürek sallayacağım. Başka bir çözümü yok mu bunun? Şu atın dizginlerini elime vermekle iş bitmiyor ki. Zaman onlar için hızlı akıyor ama benim için öyle değil. Atı bağla dedikleri an zaman durmuştur benim için. Ellerimde yine nasırlar olacak.
Şu yanından geçtiğim çocuk ne kadar şanslı. Kim bilir nereye gidiyordur. Kırmızı altınmış. Ben böyle kırmızı altın istemem ki. Hem de çok tozlu. Arabayı doldurmakla iş bitmiyor ki. Günlerce git gel, git gel. Doldur, boşalt. Git, gel. Doldur, boşalt. Şimdi gölgenin altında olmak vardı. Acaba bir daha gölgeyi görebilecek miyim? Ya göremezsem? Göreceğimden eminim ama ne zaman? Şu kırmızı altının sonu gelse de kurtulsak. Bu altın giderse ne olabilir ki? Evin damları yağmur geçirirmiş. Her yıl bunu mu düşüneceğiz? Her yıl ben mi gidip geleceğim? Şöyle bir gölge olsa da altında akşama kadar uyusam. Böyle zamanlarda uyku bana o kadar çok güzel ve o kadar uzak geliyor ki. İnsanın çıldırası var uyumaya. Zorunluluklar bazen önemi bilinmeyen ihtiyaçları ilahlaştırır. Bir gölge ve bir kısacık bir uyku şu an için benim öyle. Bunu kim anlayabilir ki? Keşke şu kırmızı altına giden yol çok uzun olsa da varamasam. Çok yorgunluk olacak bugün. Ellerim nasır tutacak. Ne gerek var ki buna. Varsın yağsın Allah´ın rahmeti evimizin içine. Tüm kış beklemiyor muyuz yağmuru? E şimdi neden engelliyoruz yağmuru?
Şu at arabama binmeye çalışan yalın ayak koşan çocukları kıskanıyorum. Gidip uyusanıza! Bu sıcakta ne diye arabaya binmeye çalışırsınız? Şu hikmete bak, ben at arabasından kaçmaya çalışıyorum onlar ise arabaya binmeye çalışıyor. Binince ne olacak Allah aşkına? Başınız göğe mi erecek? Binin binin, kızmayacağım da. Belki orada işime yararsınız. İşin çoğunluğunu size yıkarım belki. Eğer kırmızı altına giden yola döndüğümde inmezlerse kurtuldum demektir. Bana yardım ederler. Belki birkaç yalan söylerim, ikna ederim. Kendi aralarında konuşuyorlar fısır fısır. Keşke başka bir yol olsa da oradan gitsem. Çocuklar anlayacaklar. Şu ata birkaç kırbaç atayım da hızlansın azıcık, belki arabanın hızından korkup inmeye cesaret edemezler. Kamçının sesinden mi yoksa iç sesimden mi indiklerini anlamadım. Bu kötü oldu benim için.
Bugün bitecek mi? Akşam yatağımda, yıldızlara bakarak uyuyacak mıyım acaba? Belki yeryüzünde kavuşamayan ama öldüklerinde birer yıldız olan Leyla ile Mecnun´u görürüm bu akşam. Leyla ile Mecnun´un yıldızları bugün birleşirse ne güzel olurdu. Bu iki yıldızın birleştiğini görenlerin duaları kabul olurmuş. Ta küçüklüğümde annem bana anlatmıştı. Ben görürsem ne dilerim acaba? Göremeyeceğimi biliyorum ama bu hiç görmeyeceğim anlamına da gelmiyor. Zaten bana hiç görünmezler ki. Böyle söylersem acaba görebilir miyim? Annem başka şeyler de anlatırdı.
Kırmızı altına gittikçe yaklaşıyorum ve bu beni fazlasıyla tedirgin ediyor. Tek başına bu kırmızı altını at arabasına nasıl yükleyeceğim? İnsan bazen bir şeyi imkânsız olarak gördüğü vakit o şey gerçekten imkansızlaşıyor insanın gözünde. Ben şu an ise kırmızı altın işini imkansızlaştırıyorum. Ne diye kırmızı altın diyorum ki ikide bir. Basbayağı toprak işte. Bir çukurun bir toprağı ama kırmızı. Köylüler ne diye bu çukurun toprağına bu kadar önem veriyor, anlamıyorum. Herkes kazsın işte kendi evinin önünü, onunla kerpiç evlerinin damlarını sıvasın işte. Ne olacak yani? Her yıl zaten aynı işlemi yapıyoruz. Bunlar, rahatı sevmiyorlar ve her türlü işi olabildiğince zorlaştırmaya çalışıyorlar. Bu köylüler, işleri zorlaştırmayı seviyor. Bunlar tüm işleri zorlaştırmayı seviyor. Şu yanımdan geçen yaşlı adam kendi işini zorlaştırıyor. Evlerin gölgelerinde yürümek yerine güneşin altından yürümeye çalışıyor. Bu sıcakta nereye gidiyorsun ki? Ya dön evine ya da gölge de yürü. Onun yerinde olsam yatağımdan kalkar mıydım ki? Boyuna yatardım. Yemeğim varsa yer, uykum varsa uyurdum. Bizim neyimize kırmızı altın, kırmızı toprak. Bu gitmekte olduğum çukura ilk kazmayı, küreği vuran kimdi acaba? Onun aklına başka şey gelmemiş miydi? Bunun tek sorumlusu o çukura ilk kazmayı ve küreği vuran kişiydi.
Uzaktaki köyün evleri kerpiçtendir. Köylüler her sonbaharda evlerinin damlarını yenilemek zorundadırlar. Köylüler, damlarını yenileyebilmek için kırmızı toprak getirirler. Köyün ortasında bir hazineye ait bir arazi var. Köylüler yıllardır aynı yerden evlerine bu araziden toprak getirirdi. Bu arazinin toprağı yumuşak ve kırmızıydı, damı ve duvarı iyi tutardı. Köylüler yıllarca o kadar kazma kürek vurdular ki ortaya devasa bir çukur meydana geldi. Buraya ilk kazma küreği kim vurduğu bilinmiyor. Buraya ilk kazmayı vuranın kim olduğunu açık açık söylemezler ama herkesin gönlündedir. Muhtar odasında fısır fısır zikredilir bu kişi.
Kırmızı altına giden çocuğun yanından yaşlı bir adam geçti. Yaşlı adam, saniyeler içinde geçen çocuğun ardından bakakaldı. Yaşlı adam yaz sıcağına aldırış etmeden çobanlık yaptığı zamanlardaki gibi giyinmişti. Rengi sararmış siyah bir ceket, ceketin altında kahverengi bir entari giymişti. Entari sigara yanıklarıyla delik deşik olmuştu. Kim bilir ne zamandan beri aynı giysileri giyiyordu. Araba lastiğinden yapılmış bir terliği ardından sürüklemiş gidiyordu. Ta ki o çocuğu gözü görene kadar. Çocuğu gördüğünde daha önce hissetmediği bazı duyguları alevlendi. Yaşlı adamın içinde alevlenen duygularına yanmadan dokunabilmek güçtür. Çünkü bu duyguları alevlendirmek, dokunmak kaderimizin temelinde yer almaktadır. Bizde bu yaşlı adamın alevlenen duygularına şöyle bir elimizi uzatalım:
Yavaş be deyyus! Çoluk çocuk var. Ne diye beygirini tırısa kaldırırsın köy ortasında. Bunlarda da ne hürmet kalmadı ki. Aman bana ne, birinin çocuğunu ezsin görsün iblisin gözünü. Küçükken bende tırısa kaldırırdım beygirimi, bende mi hürmet etmezdim insanlara. Çocuğun günahını almayayım en iyisi. Yolumuz uzun, sırat köprüsünden geçeceğiz. Kıldan incedir o köprü, kılıçtan keskindir o. Kim yürüyebilir ki? Söylemeyeceğim, söylemeyeceğim! Bunu yapan geçebiliyor mu ki biz geçelim? Günaha girmiş sayılmam, sadece içimden geçiriyorum. Geçen hoca efendi cuma vaazında söylemişti, içinden geçirdiklerinizi gerçek hayata dökmezseniz günah değilmiş. İblis fısıldıyormuş içimize. Günahı onun boynuna.
Şu çocuğun yerinde olsaydım keşke. Şimdi bir merkebe binemiyorum. Gençken alırdım elime değneğimi, binerdim eşeğime güderdim koyunlarımı. Nerede o eski günler? Şimdi ölüme gidiyorum. Kaç senem kaldı kim bilir? Sene diyerek ömrümü uzatıyorum, gün desek daha iyi. Kaç günüm kaldı kim bilir? Ben kendimi buna hazırlamadım ki daha? Gayrikabil , gayrikabil. Çocukluğuma, gençliğime dönmem gayrikabil. Merkebe binip koyunları gütmem gayrikabil. İblis alsın, şu terliği bile doğru dürüst kaldıramıyorum, çobanlık yapmak neyime? Benim yaşımdakiler aynı şeyi mi düşünüyor?
Ölüm yok olmak değil ki, yeni bir başlangıç. Ölümü düşündükçe, bu yeni başlangıcın dehşeti beynimi sarıyor. Sanki hiç ölmeyecekmişim gibime geliyor. Öleceğim ve bu değiştirilemez. Şöyle tekrar genç olabilsem de kırlarda koşsam, rüzgâra karşı dirensem. Merkebin terkisine su ve yoğurdumu koyardım ki varacağım yere kadar çalkalanıp dursun. Vardığımda ayranım hazır olsun ve merkebin gölgesinde doya doya içsem. Şimdi de içebilirim ama gençken içilen ayran bir başka olurdu tekrardan. Kanın damarlarımda delice aktığı zamanlarda şu anki halim çok uzak görünüyordu. Yaşlılık hiç uğramayacakmış gibime geliyordu. Gözümü açıp kapadım ve şu iblisin dölü olan terliği sürükleyemiyorum.
Yaşlı adamın gençliğindeki anıları art arda içine yağmaya başlamıştı. Bunun önüne geçemiyor ve olmayacak dualara âmin demeye başlamıştı. Dua etmesini yeni öğrenmiş bir çocuğun masum duaları gibiydi. Uzaktaki köyden iki kişi uzaklaşıyordu. Kırmızı altına giden çocuk gölgelerin serinliğinden, yaşlı adam ise eski anılarından…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.