- 126 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Melankoli
Saat akşamın sekizine doğru üniversitede ki dersim bitmiş ve kendimi de o saatlere kadar yanlız hissetmemiştim. Yolda diğer dersliklerden çıkan ve bazen derslerimizin kesişmesi sebebiyle tanıdıklar birbirimizi selamlayarak ve iyi akşamlar dileyerek değişik yönlere gidiyorduk. Mevsim bahara yeni girmiş nisan soğuklarına rağmen agaçlar yeşil elbiselerini giymeye başlamışlardı. Ayaklarım beni zorlasa da, eve gitmek gibi bir planım yoktu kafamda. Dün akşam ki salon konuşmalarında ev arkadaşlarımdan Tanya, Murat, Luis ve Saskia diğer katlardan tanımadığım başka öğrenci gruplarıyla birlikte bir ev partisine gitme üzerine dair konuşmalarını „Barış ve Kriz Araştırmaları“ üzerine kitaba göz atarken kulak misafiri olmuştum. Ben ise yine çatı katında ki küçük odama gitmeme hazırlığını kafamda tasarlarken Lahn Nehiri kıyılarında ki kafeteryalardan birisinin en ücra köşesine giderek kitap okuma formülünü uygulamayı düşünüyordum.
Genellikle böyle davetlere ve ev partilerine öğrenciler birbirlerini ve ev arkadaşlarını davet ederler ve beraber gitmek isterler. Ben yine pişmanlık duymadan böyle bir davete bensiz gitmelerine hiçbir zaman gücenmezdim. Böyle davetlerde beni rahatsız eden tek şey, müziğin yüksek sesi olurdu. Bazen, o kaos sesleri içinde bile genç öğrenciler birbirlerine fıkralar, anekdotlar, hatıralar, anne babalarını nasıl oyuna getirerek erkek veya kız arkadaşlıklarıyla buluştuklarını anlatarak katılar katıla gülerlerdi. Süreç içinde bende buna alıştığım için yadırgama ve şaşkın şaşkın bakma huyunu terk ederek yeni bir alışkanlık de ediniyordum. Bu bir sosyoloji öğrencisinin, ya da bir ülkeden başka bir ülkeye göçenlerin uyması gereken bir kuraldı.
İçimde yine de huzursuzluğun belirtisi olan öfkeli bir parola vardı, henüz cevabını veremediğim bir yığın sorun arasında. Ne olduğunu bilmediğim! Belki de asabi yanlarım sinirlerimi de bozmuş olabilirdi. Öte yandan yaşamam, iyi kötü bir işe giderek minimum ihtiyaçlarımı asgari ölçüde karşılamanın zorunluluğu, okunması gereken kitaplar, yıllık, sezonluk uzun ev ödevleri, projelere yardım, referat sunumları, sınavlara hazırlıklar, … vs. Bütün bunlar daha kafeteryaya gelmeden, İkinci Dünya Savaşı gibi duygularımı ve düşüncelerimi işgal altına almıştı. Dört kişilik siyah masamı üzerinde hazır duran kitaplar ve ders notları aklımı yine de bu kadar sorun arasında kurcalıyor ve bir an önce eve giderek ders çalışma mecburiyeti ise beni „aysar ruhlu“ bir tip olmaktan kurtarıyordu. Hayatımı organize etmeliydim sözünü günde en az yirmi defa söyleyerek kendimi bir düzen çerçevesinde tutma zorunluluğuyla okşayan pozitiv bir yanım olurdu kendi kendimle konuşurken. Ders çalışmalıydım, bu zorunluluktu, kutsal plan buydu. Kafeteryanın kapısına kavuşur kavuşmaz ani bir süratle döndüm ve Marbacher Caddesi’nde ki çatı katına doğru aşırı bir istekle yürüdüm. Ama yinede daha merdivenlerden çıkarken bu rutin işlerin, işin içine ettiğininde farkına vardım. Ayakkabılarımı çıkarıp, çeşmeden bir bardak klorlü ve tatsız sudan bir zorla içtim, beni zorlayan olmamasına rağmen. Masaya oturur oturmaz dikkatimin dağıldığını, kalbimin sıkıştığını, terlemeye başladığımı hissettim. Küçük odamın içerisinde ileri geri gidip gelerek volta atma imkanım olmadığı için, cılız pencere ışığının gölgesinde havada uçuşan tozlarla mücadele etme fikri ise bu kadar ders kitabının arasında yersiz bir düşünceydi. İlkbahar akşamı yine de soğuktu, son ışıkların vurduğu masada duran kitaplardı beni seven. Bir de bunu düşünüyordum. Arkası zincirleme gelen düşncelerin beni boğuşuna tanıklık ederken. Yine de camın önüne dikilip durdum ve dışarıyı seyretmeye başladım. Cadde sessizdi, ta uzaklardan iki kişi olduklarından emin olduğum adımların seslerinin dışında kocaman şehir adete uykuya çekilmişti sanki. Ayak basmayan yer bırakmayan insan, insan olmasının getirdiği her türlü duyguyla, bu günlük duygularını öldürmüşe benziyordu bir anlığına da olsa. Camın önünden ayrıldım ve Rilke’yi okumalıyım diye geçirdim içimden, aşağı kata inerek birkaç gün önce Saskia’nın dolabında gördüğüm Rilke’nin şiir kitabını almak için gittim. Ve kitabı ona sormadan alarak geri odama dönerek uzandım yatağa ve başladım Rilke’mi okumaya. Nisan ışığı belirsizleşerek karanlığı kuvetli olacak bir akşama dönüşüyordu. Rilke’mın okuduğum ilk şiiri bile beni daha da yalnız bir melankoliye doğru sürükleyerek yalnızlaştırdı.
Şiir bana şöyle hitap ediyordu:
Şimdi dünyanın herhangi bir yerinde birisi ağlarsa,
dünya da bir yerde boşuna ağlarsa, benim için ağlar.
Şimdi dünyanın herhangi bir yerinde birisi ölürse,
dünyadan gerçeksiz ölürse beni görür …
Bu dizeleri okuduktan sonra sustum. Kitap göğüsüme dayalı olarak orada belki de bir saatten daha fazla kalarak kendi dinledim. Birkaç şiir daha okuyarak günü ıskalamanın hüzünlü melankolisini yeniden içime sindire sindire kendimle kavga etmeye başladım. Biraz daha ders çalışma sevincine yaklaşırken sosyolojinin o sorunlu dünyasına inerek masaya dönmenin artık bir faydası olmayacağını tam zihnime yerleştirirken kendimi diyardan diyara atarak, üçbin kilometre ötede doğduğum köyün kerpiçten evleri gözümün önüne geldi. Diyardan diyara gezmek bu olsa gerek diyordum içimle boğuşurken. Yataktan kalktım ve hepimizin ortak kullandığı mutfak ve salon ortasında duran koltuğa oturark yeniden düşler dünyasında gezinmeye başladım. Bu da az geldi ve dışarı çıktım ve Lahn nehirine kadar yürüdüm. Bu, içimde özgürlüğe duyduğum ve aşık olduğum bir duyguydu, bir özlemler demetiydi. Bu, herkesin sanki cennette yaşıyormuşuz gibi andığı ve maziye duyulan özlemdi. Ben yürürken hafif hafif ahmak ıslatan rüzgarlı bir yağmur düşüncelerimle, düşündüklerimle alay edercesine nemli gözlerime ve nefes alıp verirken açtığım ağzıma doluyordu. Yürüdüm ve kendi kendime „mazi, geçmiş, anılar, özlemler olmadan da düşüncelerimi toparlayabildiğimi söyleyemem. Amaçsız, yalnız! Kimsenin tanımadığı bir hisle başbaşa kalmak.
UNESCO koruması altında olan bu evlerin dar sokakları arasında yürüdüm. Yol kenarlarında ki ağaçların arasından ve kestirme patika ara yollardan merkezi olmayan şehiri seyrediyordum. Bu sıralı lüks ve bakımlı evlere karşı öfkeli bir nefret duygusu uyandı içimden aniden. Sebebini bilmiyordum bu öfkelenmeme neden olan nefretin. Belki de bu evlerin hiç birisinde proleterler yaşamıyor diye düşündüm daha da sinirlenerek, Uzaktan geçen yük, yolcu ve bölgesel trenlerin garda ki duruş ve kalkışlarında ki gıcırtılı seslerdi beni düşüncelerimden koparan. Ve gara kadar yürümeye karar verdim; terk edilmiş veya sahipleri tarafından miras kavgaları sonucu Almanya gibi bir yerde içi boş evlerin soğukluğunu seyrederek, Lahn’ın bazı köşelerinde çürümeye terk edilmiş ve hala sağlam halatlarla karaya bağlanmış tekneleri, teknelerin kenarlarında bir içerek, şakalaşarak ve yüksek sesle konuşan ve soğuğu hiçe sayan gençleri gördüm. Yürüdüm. Durmadan, çayırların arasından, çürümeye yüz tutmuş küçük meyve ve sebze bahçelerin küflü kokularına aldırmadan geçip gittim. Ana gara geldiğimde akşam telaşının garı terk ettiğine de tanıklık etmiş oldum. Birkaç insan, banklarda tek tük oturarak trenlerinin gelmesini bekliyorlar, bazıları da garda ki büyük kitapçıda vakit öldürmek için, kitaplar arasında dolaşıyorlardı. Hiç istemediğim halde bir kahve aldım, yüzleri kederden çökmüş bir savaş yorgunu gibi yeniden koyuldum yola. Önümde Lahn nehirinin sol tarafından gelen bir grup genç kadın ve erkeğin ıslıklar ve tezahürler eşliğinde gülerek nehir boyunca üniversiteye doğru ilerleyişlerine de eşlik ettim. Belli ki, bunlar bugün diplomalarını almışlar, doyasıya yeyip içmişler, keyiflerine göre de eğlenmişlerdi. Geri döndüm, çelişkiler, her yerde çelişkiler! Aniden yine üzüntü, nefretle doldum. Adımlarımı sıklaştırdım. Kendimi bütün bu olanların dışında bırakılmış gibi hissediyordum; sanki gerçek hayatım buradan uzakta, başka bir yerde beni bekliyordu …
Eve kadar yürüdüm, dalgalana dalgalana, kıtadan kıtaya, okyanuslardan okyanuslara, denizlerden denizlere, dağlardan dağlara, ülkelerden ülkelere … Eve geldim. Evde hiç eksik etmediğim çayımı demleyip diğer arkadaşlarımın gelmesini bekledim; çay içerek, kitap okuyarak, ders çalışarak. Genç arkadaşlar çok mutlu şekilde döndüler; bazıları biraz daha çakırkeyif, bazıları ise kendilerini henüz kontrol edecek şekilde varolmanın direciyle söyleniyorlardı birbirlerine. Bu beni sevindirdi. Ruhuma renk geldiğini, yanaklarımın normale döndüğünü ve çok iyi göründüğümü söylediler çakırkeyif halleriyle. Bir şey demedim, bir cevapta vermedim. İçimden konuşmak gelmiyordu. Herkese çay içmesini söyledim. Ve gerçek hayatın bu olduğunu, bu, bugünkü ruh halimin de bana ait hislerden oluşan bir kalabalık olduğu gerçeğini kabul ederek uzandım salonda ki koltuğa ve Rilke’min şiir kitabını okuyarak uyumaya çalıştım.
Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - Frankfurt (2011) 07.07.2024
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.