- 154 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Vargelden Emine'nin Şalvarına
VARGELDEN EMİNE’ NİN ŞALVARINA
İşçi olmayı ne kadar çok istiyordu. Toz toprak içinde, ter-pas içinde çalışıp yorulmayı, sınıfı işçi olanlarla bir arada olmayı, o kesim ile bir süreliğine de olsa birlikte yaşamayı , onları iyice tanımayı, anlamayı, haklarına sahip çıkmaları için evrensel manifestoları anlatıp içindeki (delikanlılık) isyan duygularını aktarmayı ve mutlaka bu düşüncelerini kahramanca uygulamaya kalkışmalıydı.
Devrimci olmak, o düşünce ve bağlamdaki gruplar ile iç içe olup onlara yığınla değişik yayınlar okumak, göç edip geldikleri ilçenin tarla aralarında, yüksek sesle sayfalarını soluk soluğa okuyup yuttukları kitap içeriklerini derneklerde dudağına düşen bıyıkları dişleriyle çiğneyip, ciddiyetini kararlılığını böylece anlayıp anlatmak, kalıplaşmış (eylemci) konuşma kelimelerini cümleler içinde kullanabilmek ve de etkili söylemlerde bulunmak biricik isteğiydi.
Üniversite kapılarından giriş için hazırlık soruları çözmek, özel dershanelerde dirsek çürütmekten canı çıkmıştı. Geldikleri şu kocaman şehirde evden çıkıp, yaya, kilometrelerce yürüyüp özel dershaneye varıp, ister anlasın ister anlamasın, yorgun argın aynı yolu tekrar yürüyerek akşam eve dönmenin verdiği sıkıcı bir düzenin bireyi olmak...
Babaya mahcup, annenin her günkü anaç ses tonları desteğiyle oldukça ezilir olmuştu bir yıllık bekleme süresinin ardından. Hem, bir işte çalışmak suçluluk duygusunu azaltacak, hem gelir sağlayarak hiç değilse kendi giderlerini özellikle tütün parasını karşılayacaktı. Bir sokak ilerideki cadde arası kahvehaneyi kahveciyle beraber açar olmuştu neredeyse. Her sabah sigaranın ziftini dumanını ilk saatlerde akciğerlerine çekip, zehir gibi acımış ağzının tadını kekre kaçak çayların şekeriyle gidermeye çabalıyordu. Sabahın bilinen işlerini izler, silinip süpürülen kahvehanenin tozuna toprağına karışıp, kuşluk vaktine kadar iskambil kağıt oyunlarının neredeyse bir yıldır değişmeyen karesinin tamamlanmasını beklerdi. Sümkürülen, tükürülen, dökülen şekerli çay , kahve ve meşrubatların yerdeki izlerini dalgın dalgın izlerken, radyo haberlerinden dünkü öldürülenlerinin ve tutuklananlarının isimlerine kulak kabartıp; fraksiyonlar, grup ve dernekler arasında gidip geldiği yüzünün biçimsiz kas hareketlerinden belli olurdu. Gençliğine karşın pos bıyıkları dökülmüş dudağından aşağılara, yüzünün şakaklarında uzunca şekillenen favorisi neredeyse yarı yüzünde, yakışıklı ve asi bir taraftar görüntüsündeydi grubunun içinde.
"Ah; ninem, dayılarım, teyzelerim, teyze çocukları ve sabahların kahvaltı gezmeleri... Küme küme akrabaların konuşma seslerine eşlik eden gazocağında höpürdeyen çaydanlıktan çıkan sesler, enfes çay kokularına karışık süpürülmüş nemli toprak ve güllerle bal çiçeklerinin (hanımeli) ciğerlerime işlemiş, bütün beyin hücrelerimi ele geçirmiş çocukluk-ergen gençliğin dokunmuş kokuları." O zamanlara dönmeyi ne çok isterdim. Ne vardı şu koca şehire gelecek?. Yıllar önce dişinden tırnağından arttırıp biriket bir ev ve caddeye bakan yanında üç küçük dükkân. Arkası iki göz oda eğreti bir yunmalık, büyücek bahçe. Altı kardeş, anne ve tüm ailenin gelir kaynağı öğretmen baba.
Gün yükselirken karşı duvarlardaki kirlenmiş kireç badanalarda, yavaş yavaş yaşlı gediklilerin balgamlı öksürükleriyle birlikte kaçak sigarların dumanları yoğunlaşmaya başlardı. Tütün kokulu, kahverengileşmiş kirli beyaz tül perdelerin ardındaki yağırlaşmış kenarları parlayan kirli koyu fes renkli ya da koyu yeşil okey masaları; büyücek camlar ardından kahvehaneye gelen devamlı müşterilerin gözetiminde, erken gelen birileri tarafından yer kapma yarışındaydılar sanki. Allahtan taze demlenmiş güğüm çayının kokuları, zahter çayı (kekik) kokuları uçuşuyordu da, bu yanlara müşterilerin burun yoluyla bir tarafa itiyorlardı gözlerinin gördükleri pis görselleri. Benim ekip tamamlanmıştı. Tetirbe(çıkmaz sokak) Mehmet, Kambur Mahmet, Çiçek Kadir’de geldiler ve Metin’in bu sabahki yalnızlığına pişti kağıtlarını istiyek son verdiler. Üçü okullu, Kambur Mahmet ise yarı çobanlık, yarı ayakkabı boyacılığı yapardı o çevrelerde. Oyun bazen bir "şşşt!" ile kesilirdi. Kulağa gelmiş bir haber olurdu birinden ve fısıltıyla anlatılırdı masalarda; ”Gece şoo gahveyi basmış faşolar lan!” ”Oğlum onlar bir gomonist biliyler başka bişey bilmiyler, emir geliy böyük yerden, garardıp gözlerini çekip vuriyler. İktidarımıza az galdı. Dinine gurban Eco’nun. Garaoğlanım depe depe geliy. Aha da az galdı..." diye diye kapalı devre dolaşıp kayboluyordu kahvehanenin derinliklerinde.
Yıl, bin dokuz yüz yetmiş üç, yaz ayları sonu.. Konuşmaların merkezinde, her yerde, hemen bu tür sözler vardı. Her ağız bu lafları yapardı ve kimse gerçekte olanı öğrenmeden fikir sahibi olup, fikirlerini çatır çatır satmaya, diğerlerini alt etmeye çalışırlardı. Bir dergi veya bir kitaptaki birkaç değişik anlatım, o yıllarda sağ-sol (komünist- faşist) nitelendirmelerinin ana eksenlerini oluştururdu. Denmezdi ki; ”biten biziz, ölen gençlerimiz ve elden kayıp giden ülkemiz.” Akşam karanlığı ölüm korkusu salardı yüreklerine anaların babaların. Her gün bir kaç gencin ölüm haberlerini duyardık. Ülkenin dört bir yanından şiddet haberleri yayılırdı. Kapılarda kalırdı evdekilerin gözleri. Her yer, her gün, kan barut ve ölüm kokardı. Yine bilinen oyunlar, yine bilinen nedenlerdi gençliğin, gençlerin, eğitim aşamasında iş-güç sahibi olmak için okuyanların ayağına dolaştırılan. Ayağında donu olmayanın, cebinde beş kuruşu olmayanın başvurduğu; kişilik kimlik kazanma yoluydu dernek süreklilerinin. Bir- iki günlük ciğer dürümüyle ayranın midelere indirildiği taraftar toplamanın pirim yaptığı bir zamanıydı hızlı çöküşün...
Metin, kafasına işçilerle işçi olmayı takmıştı bir kere. Deli gibi çalışmalı, bir kaç kuruş para kazanmalıydı. İnşaat olur, fabrika olur, hani şöyle biraz gözlerden ve çevreden uzakta bir iş olmalıydı. Baba memur, aile hatırlı bir aileydi. Hoş ona göre hatır matır da ne oluyordu ki boyutu evrensel düşüncelerde. Ama, otoriter baba korkusu, azıcıkta anaya olan hoşnutluk, bu tarz bir işin yolunu gösteriyordu Metin’e. Hani iş bulmakta öyle kolay değildi! Bir de öğrencilere her kapı açık değildi. Eli yüzü temiz de olsa kişiye; ne diğer işçilerin, ne de işveren patron kırıntılarının şüpheyle bakmayacağı da ne malumdu?..
Kısa, tombul bir adamdı Mustafa. Güleç kırmızı yanaklı toparlak yüzlü birisi. Yürürken sanki sağa sola yatardı gövdesi. Kimi sabah erkenden, kimi ikindi üzeri kahvehanenin önünden geçerek işe gider, akşam ya da gece yarısına yakın aynı yoldan evine dönerdi. Vardiyasının bu kadarına tanık olurduk. Şu koca şehirde belki bir tek mutlu olan oydu. Onda bizim anladığımız anlamda fikir diye bir şey yoktu. Arada bir kahvehaneye takılır, onların masadaki muhabbetini severdi. Sadece dinler ve gülümserdi. Kestiremediğim bir şeyler vardı onda, hani yumuşacık elden kayıp sıvışacak bir kaygan nesne, bir canlı yaratık gibi. Kesinlikle yorum yapmazdı. Hararetli tartışma ya da konuşmaların kimi yerlerinde bazen ona: ”Öyle değil mi Mıstık(Mustafa).” denildiğinde, ”ben anlamam o işlerden eem(ağam).” diyerek bulaşmazdı onların ’memleket kurup kurtarıp, memleket yıkmalarına…’ Bir akşam Mıstık sevindirici bir haberle döndü mahalleye. Daha da güleç bir yüzle Metin’e, patronun “vargel”e bir işçi aradığını söyledi.. Bu haber, günlerdir çalışan arkadaşlarının başının etini yiyen delikanlıyı, havalara uçurdu.
Eski yünlerin, yün giysilerin tiftiklenip bilek kalınlığında kabarık pamuk şeker gibi önce kalın karton varillere, sonra parmak marifetiyle makinalarda iğrilerek kaba ham yün haline getirilip, boyanıp, kınalanıp yün kilim dokuma sanayinde kullanılmasını sağlayan orta ölçekli bir fabrikada ki işti bu. Çok sevindi Metin. Heyecanla üst dudağından dökülen bıyıklarını klasik derneksel davranışıyla kemirerek heyecanını dile getirdi. Uzun zamandır düşlediği hem eylem, hem para, hem bilgi - görgü alacağı işin sevinciyle evin yolunu tuttu. Haber babasını sevindirdi . Anne; ’ana yüreği’ oğlunun pis bir işi kabul ettiğini, bu işe girmesine gönlü elvermese de çaresizlikten ses edemedi. Metin, annesinden eski bir gömlek ve eski bir pantolon hazırlamasını isteyerek sonraki sabah erkenden Mustafa’yı yakalamak üzere salonda ki divana kıvrılıp, çarşafı üzerine çekti ilk akşamdan. Babasıyla annesi örtü altındaki büyük oğullarının bedenine şöyle bir bakınıp sonra göz göze gelerek sessiz hüzünlerini paylaştılar. Baba, siyah beyaz televizyondaki tek tv kanalının paket yayınlarından birini seyre koyuldu. Anne, dolu gözlerle dudak kıpırtılarına başladı elinde doksan dokuzluk tesbihiyle. Yatsı namazını kılmak üzere odalarına geçecekti. Uyuklamaya çalışan Metin’in ayak bileğine hafifçe basarak "ya Allah" diyerek oturduğu yerinden doğrulup yandaki küçücük odaya geçti. Bir yerde elini evlâdına değdirmesi, ona yarın için şans ve güç dilemesiydi veya kendine bir böbürlenme tadı yaratmaktı belki de. Namazı erkene alması da ona dualarını bir an önce yetiştirmesi içindi. Kendine bir dayanma gücü, bir teselli işte, belki de güç kazanmanın diğer bir yoluydu ebeveynler için...
Sabahı zor etti o gece Metin. Yine sabah namazına kalkan annesi dualı seslerle seslenerek uyandırdı onu. Epey erkendi. Zorla bir iki lokma ekmek ve peynirin çörek otlu tarafından ısırıkla bir bardak çayı midesine yolladı. Kahveci Hanifi emmi ocağı yakmıştır düşüncesiyle çabucak giyinerek eski giysilerini, caddeye bakan kapılarından bir solukta sıyrılıp, ileride sokak içindeki kahveye doğru iri adımlarla. Sıcak bir yaz günü sabahının ilk serinliğinde hafiften ürpererek kısa kollu gömleğin altında, kahvehanenin açık olduğunu gördü. Bazen zıpır Memik usta açar kahveyi, güğümün altını yakar, çayı demler ve ilk çayını da içerek çekip giderdi. Her gece geç saatlerde sarhoş gelir, bazen bir köşesinde yerlerde, bazen üç-beş sandalyeyi birleştirip kıvrılıp yatardı oracıkta. İyi dost, iyi arkadaştılar sahipleriyle. Öyle ki müşteriler çekip gittikten sonra kapıları kapatıp mum ışığında rakı-şarap sefaları sürerdi sabahın ilk ışıklarına kadar. İlk girenler bu kokuları hissederlerdi. Bazı geceler de polis minibüsünü görürdük, devriye gezen. Park halindeki araçtan inip içeri süzülen, sonra yeniden minibüse binen polislerin Memik usta’ nın halini hatırını sormadıkları besbelliydi. herkes nasiplenirdi bu gariban kapıdan.
Mustafa’da bu sabah erken gelmiş onu bekliyordu. Birer çay içtiler. Metin elli kuruşu masaya bırakıp kısık sesle konuşmalar arasında yola koyuldular. Sokaklar bitti. Demiryolu raylarını yan yan adımlarla geçerek istasyon meydanından ve toz toprak top sahalarından sonra biriketten yığma yapıların arasındaki dev demir kapılı fabrikanın önünde durdular. Onbeş yirmi dakikalık bir yoldu yürüdükleri. Sürgülü demir bir kapı önünde, iki insanın çok ayrı kulvardaki idealleri ile kahverengi şapkalı, gri ağarık ceketli, siyah şalvarlı, uzamış kirli sakalı, fabrika bekçisinin tütün kahverengisi dişlerini gösterip soğuk gülümsemeleriyle küçük kapı açıldı, girdiler içeri…
Girişte hemen soldaki bir kaç basamakla çıkılan camekanlı yönetim odasının yanından, gri boyalı dar basamaklı demir merdivenlerden kıvrılarak indiler. Nerdeyse ucu bucağı belli olmayacak kadar büyük bir yarı bodrum katıydı fabrikanın iş yapılan yerleri. Şakır şukur müthiş bir makine gürültüsü, küflü yün kokuların kesif hissedildiği toz bulutu içinde bir yığın insanın dolaşması ilk dikkat çeken görüntüydü. Bu vardiya yarım saate kadar gidecek ve yeni vardiya geçecekti yerlerine. Mustafa ise makine ustalarından olduğundan onun işi uzun sürüyordu. Metin’in omuzuna el atarak onu bir boşluktan geçirip karşı ortalarda bir yerde bir yerdeki patoz makinasına götürdü. Hemen kısaca anlattı:”Şoo yığılı paçavraları kucahlayıb kucahlayıp, şo böyyük huniden makinanın içine ahdarıcın tamam mı? Şimdilik işin bu. Aha ustan şo gadın ablan!” Metin işini ciddiye alan bir gerdan kırıp çene altı şişirerek hemen işe koyulacaktı ki, zayıf ve kuru dal gibi olan kadın bağırarak sesini duyurabildi:” Şincik deel, şincik deel, hele on dakka daha bekle!”
Evet, tam istediği bir fabrika ortamıydı bizimkinin. Hızlı bir propaganda planı hazırlıyordu belleğini istifleyerek kafasından. İnsanlara şöyle bir baktı. Ağırdan dolaştı gözleri toz ve pislik içindeki maskesiz insanların üzerinde. ”Evet!” dedi, ”İnsanları bu şartlarda çalıştıran sermayenin bu faşizan baskısı yakında sona ermeli, erecek de! Eylemsizliktir onları bu hale getiren. İyisi mi onlara molalarda güzel güzel anlatmalı işçilik ve çalışma şartlarını, sendikal hakları, grev, direniş falan filan… Gençliğin vermiş olduğu bıçkınlıkla yerinde duramayan Metin’in bu derin işçi hakları dalışına yine bir işçi eli dokunarak kenara çekti ve bir süre sonra birer birer erkeklerle tanıştılar. Sıkıca tokalaştılar. Bu sıkı tokalaşma daha bir tetikledi Metin’i. İşçilerden bir kısmı da kadın ve çocuk yaştaki kızlardan oluşuyordu. Onlarla da uzaktan gülümseyip baş sallayarak tanışma yolunu seçti. O yörenin geleneklerinde öyle yabancı bir erkeğin, her önüne gelen kadınla tokalaşması uygun olmadığından gözleri yarı yerde, yarı yüzlerinde gezinerek selamladı kadınları. Ama, birisine öyle bir takıldı ki gözleri; bir süre sonra yeniden aramaya başladı onu bakışları. İnce dalak, başı beyaz neçek ile yarı saçları görünür enseden bir düğümlü bağlı, yüzü sanki bir avuç , iri kara gözlerinin altında kaşlarından düzgün bir eğriyle inen burnuyla, ona eşlik eden etli pembe dudaklar, insanın "bre kadın ne işin var burada diyesi gelen" bir genç kadın. Bakışları içtendir, can alıcıdır ki, Metin’i kısa bir sürede bu denli yakıp kavuran, hatta; "aman Allah" dedirten. Ama, çok yanlış bir duygu değil mi?. O bir devrimci, bir demokrat kişilikti, hayır, hayır! Olamazdı, olmamalıydı kirli emelli(?) düşünceler. Misyonu belliydi burada. Araştırıp, usulüne uygun bir ortama tanışmak gerekirdi. Kesin olan bir şey vardı ki, genç ve alımlı kadın da Metin ile aynı frekanslarda gezinmişti. Şu işe bak! Allah verdiyse çifterden verir ve kişi muradına erer duygularıyla henüz sersemliğini atamadan patoza eskimiş askeri yün giyecekler ile evlerden ve işletmelerden toplanan balyalanmış paçavraları kucaklayıp atanların arasında buldu kendini. Bir süre sonra boğazının ve genzinin tozdan bir tabaka ile kaplandığını hissederek diğer işçilerin yaptığı gibi çaresizce yerlere tükürüp sık sık temizlemeye çalıştı, burnunu boğazını. Bu bölüm iri çuvallar ve preslenmiş dev balyalarla doluydu. Bir kısmı tavana kadar uzayıp gidiyor, bir kısmı küçük tepeler ve arasında boşluklarla toplama kampından arta kalanlar yığıntısı görünümü veriyordu. Patozdan çıkan eski yünler, yeni atılmış gibi tiftik biçiminde çıkıyor ve kaba bir makinenin içine emilip oradan büyük karton varillere sarılıyordu. O düzenin başında da demin ki genç ve güzel kadın çalışıyordu. Gözleri onu fark edince elinde olmadan ayıramaz oldu üzerinden. Bir yandan da etrafı kolaçan ederek kim ve neyin nesi, kimin fesi olduğunu bilmediği bu afetin kendi başına iş açmasından kaçınıyordu. Gülümsediler karşılıklı. Kadın da temkinliydi etrafa. ve tedirgin küçük kıpırtılarla bedeni salınarak, incecik beli tarla gelinciklerinin boynu gibi bir o yana bir şu yana bakınıyordu. Kimselere çaktırmadan derin bir dostluk başlamış gibiydi öğrenci kaçağı, yakışıklı yeni işçiyle, bir yıl önce kocası Fırat’ta balık avlarken girdaba kapılıp boğulan Emine arasında….
Bu çabalamalar, bu yepyeni heyecan içinde canı nasıl da nikotin istedi. Acaba beynini allak bullak eden duyguları mı, yoksa Emine’nin gözlerinden midesine kadar inen açlığı mıydı onu karmaşaya sürükleyen. Okudukları ona “işte su, işte toprak. Yoğurdukça olur çamur." diyordu. Bu kadar açık bir gerçekte, insanlar niye bölük bölük olmuşlardı? Neden eşitsizlik alabildiğine serpilmişti; kuru yufkayı ıslatırken annemin parmaklarından sıçrayan damlalar gibi insanların üzerine. Ne kadar iş, o kadar para. Ne kadar para, o kadar yaşam zenginliği olmuştu. Öyle demekti değil mi?. İyi de kahir çoğunluğu neden açtı insanların? Kimse söylememiş miydi bu insanlara bu zor şartlarda çalışılamayacağını. Anlatıp eşit bir düzene getirmek çok mu zordu? Günün sıcağı bodrum kattaki serinliği silip süpürmüş, çalışmanın da vermiş olduğu ısınmayla içerisi yapışkan küflü paçavraların kokularıyla insanların tenine ağda gibi yapışmıştı. Metin bir anda Mıstık’ı (Mustafa ustayı) gördü yanı başında. Bir ılıklık hissetti kendisine bu işi bulan mahalle arkadaşı için. Gülümseyerek birazcık da minnetle baktı yüzüne. Kucağı eski yünlü paçavralarla dolu olduğu için biraz da gururlandı. Hani, arkadaşını mahçup etmemenin vermiş olduğu bir güvenilme duygusuyla. Mustafa kulağına yanaşıp, ”Ağam, sağ-sol bilmem ney dışarıda galdı. Burası fablike. İleriden geriden, gahvedeki gibi laflar etmeyesin. Patronun oğlan seni pek hazzetmeyi!. Bana; "bıyıkları ney lan bu adamın!” dedi.” Ben de bakma ona abi! İşsiz garibanın teki. Yıllardır danırım, kötü bişşeyine denk gelmedim.” dedim. ”Hanı dikgatlı ol Metin, gözünün yağını yiyem eğam!" "Allah Allah!. Dur hele! Daha öğlen olmadı, daha gün dolmadı len!” diye biraz midesi kalkarak içinden geçirdi Metin. Bir yandan da bıyıklarından dolayı fark edildiği ve korkulduğu için, yani sınıfsal ağırlığının görsel baskınlığından dolayı mutlu oldu. Daha bir güven gelerek insanları gözlemlemeye, etki alanını genişletmeye kara verdi içten içe. Ne kimseden bir emir, ne birinden bir komuttu bu yapacağı örgütleme deneyleri. Okuduğu yayınlar, aile yaşamı, gözlemleri, şu an içinde olduğu ortam ve gördükleri...
İlk öğlen molası verildi. Ne tuvalete gitmiş, ne de su içmek için izin istemişti gezinen kontrolcu yaşlı kadından. Aslında susamıştı da. Biraz feodal yapının kadından emir almama, biraz da ilk günün ayıpsallığı gerektirmişti bu garip davranışını. En kötüsü yiyecek hiçbir şey getirmemişti. Şimdilerde annesi evde çiğköfte yapıyordu. Akşamdan babasıyla konuşurken işitmişti. Babası da o mübarek adam; dolu dolu, eğitimli, ama son kerte ürkek bir insandı. Ulusal kurtuluş savaşını kanlı kazanıp bitiren bir ulusun evlâdı, eğitim seferberliğinin bir neferi, sanki dünyada bir başına, düşünen taşınan ve deyim yerindeyse kafasını kaşımaktan yaralar oluşan, dökülen sarı saçlarının arasında parlayan kafa derisinde öbek öbek yaralar, sivilceler, minik yumrular olan mavi gözlü yakışıklı, uzunca boylu bir insandı. Bütçeleri elverdikçe değil de sanki varlıklılarmışçasına birikimlerinin büyük kısmını sofra etrafında dizili altı çocukları için açlığa mahal bırakmadan doya doya doyururlardı. Kuzey Mezopotamya’nın köklü geleneksel yaşam biçimi genlerine işlemiş ki; yöresel tüm lezzetleri yaşarlar ve yaşatırlardı memur sofralarında. Mutlak çiğköfte yanında "bostana" da olurdu. İçine buz kattıkları koruk ekşili, ince ince doğranmış semiz otlu, soğan, domates, biber ve sulu bir tür salata olan bu geleneksel yemek çoğunlukla sofralarını bezerdi yaz aylarında. Aklına geldikçe ağzı sulandı, midesi guruldadı. Hay Allah!
Bütün Erkek işçiler beton mozaik iki lavabonun başında ellerini, yüzlerini saç başlarını yuyup temizlenip, tepe balyaların beri yanında ıslatılıp süpürülen, çiğnenmekten parlamış beton şaplı yere birer mukavva parçası atarak üzerine bağdaş kurdular. Kadınlar ve genç kızlarla bazılarının ergen kız çocukları da, birbirine bitişik eski püskü kilimlerin L biçimindeki yayılışına bağdaş kurup oturarak çemberimsi sıralandılar. Zayıf, kuru, ama ince dalak, bıyıkları erken ağarmış, saçlarına kırlar düşmüş, sivri bakışlı, koyu kahverengi Antep şalvarlı adam geldiğinde, herkes şöyle bir yarı kalkar gibi yaparak ona saygı gösterdiler. Hiç şüphe yok ki, daha önceden boş bıraktıkları mukavva üzerine serilmiş bir bez parçasının oluşturduğu, daha da özenle hazırlanmış yeri biraz daha açık ara geniş tutarak ona saygıda kusur etmediklerini göstermiş oldular. ”Haydin, buyurun! “ dediğinde ise besmeleyi çekenler, önce iri lokmalık bir parça ekmeğini koparıp ardından kendi getirdikleri ne ise domates, biber, kuru soğan, salkım kara üzüm, salatalık acur gibi yaz sebzeleri yiyeceklerinden ilk lokmayı, parmaklarıyla ağızlarına dürtüp, avurtlarını şişirerekten çenelerini oynatmaya başladılar. Mıstık’ın Metin’i sahiplenmesi bu günlük işe yaramış, onu yanına alarak azığını bölüşmüştü. Aslında "ne olur ne olmaza" kalmamış, önceki deneyimlerinden kaynaklanan bir güdüyle, yarım misli fazladan koymuştu yiyecekleri sefer tasına ve çıkınına. Her iki gruptan birer kişi plastik sürahi ve teneke bardaktan oluşan sakalık işlerini yaparak su dağıtım işlerini yaptılar acelece. Çıkınlardan ve sefer taslarından ortaya koydukları yiyecekleri için birbirlerine “buyur” ettiler. Kimse pek kimsenin yiyeceğine karışmadı. Ama, karşıdaki kadınların sofrasından bir tabak iri etli acı biber turşusu geldi ki, Metin’i iştahlandırıp mutlu eden de bu oldu. İlk günün en keyif verici olayı böylece belleğinde yer bulmuştu. Çünkü acının tiryakisiydi. Hem günlük yaşamın her türlü ezasıyla yaşayarak, hem dilinde damağında gevrek, zehir gibi isotu yutarak ağız dolusu yaşıyordu acıyı...
Böyle iki gün geçti yaşamından. Üçüncü gün yemek sonrası herkes bir yana çekilecek iken Metin ağız dolusu erkeğimsi iri bir sesle seslendi; ”Ağalar, hanımlar. Az durun hele! Biliyorsunuz ben liseyi bitirdim ammaa, çalışmak ve yüksek tahsil okumak zorundayım. Yardımlarınız için sağ olun, var olun. Vereceğim bir tek şeyim var ve ancak onu kardaşlarıma ağabeylerime vermek isterim. Huylanmazsanız?!” Herkes “başefendi” konumundaki Müslüm ağaya doğru baktı. O da babacan bir tavırla ”yeğenim, burada herkes gendi için çalışıy. Yardım ne ettik de, senden ne istiyek?” dedi ama, Metin’inde ne diyeceğini merak ederek biraz durduktan sonra; “Ee, de bakam, neymiş vereceğin yeğenim.” diye üstten gelen bir ses tonunda ağır reislikle(çavuş) ünledi.. ”Sesim güzeldir, kasetim de var. Yorgunluğun üzerine bir türkü söylesem, (yukarı camekanlı bölümü gözleriyle işaret ederek) ayıp olur mu?” dedi diri bir sesle Metin. Hemen herkes bir şeyler mırıldandı, konuştu, arayıp ta bulunamayan bu teklif için çemberler biraz daha daraldı, kadın işçiler de örtülerini daha yakına çekerek sessizce gözlerini Metin’e diktiler. O da çok geniş türkü dağarcığının neredeyse en ciğer yakan, etkili türkülerini kaç zamandır özenle planlayıp hazırlayaraktan bu ortamların düşlerini kurmuştu. Derken, yanık yanık hoyratlar, barak uzunhavaları, yokluk, yoksulluk ve sefillik kokan yaşamların türkülerini, arada bir küçük öyküleri de ekleyerek, birkaç günde müthiş bir taraftar kitlesinin biricik sahibi olmuştu böylece. Ve görüyordu ki insanları etkilemenin en etkin yollarından biri de yerel özlü müzikti. Aralarında oluşan sevgi bağının en büyük ürünü, kendini göstermeye başlamış, sorular sorulmaya başlanmış, kafasında tasarlanan insanları biraraya getirmenin heyecanını bu iş yerindeki işçilerle, işçi arkadaşlarıyla yaşamış oluyordu. Alacağı çalışma parasının hesabını yapmamıştı. Sonuçta bir para alacaktı, ya da vereceklerdi.. İleriye yönelik düşünceleri kusursuz işliyor, dernek ve kuruluşlardaki örnekleri anımsayınca bu işin herkesin yapamayacağı bir iş olduğunu, yetenek isteyen, insanların bilinçaltına yerleşip, akıl isteyen bir iş olduğunu, kendine büyük paylar çıkararak, yani haksız da değil, böbürlenip kendine olan güven ve inancı artıyordu. Üstelik, çok önceleri okuduğu bir kitaptaki gibi; İtalya’da geçen, devrimci bir militanın dağ, bayır, ova, köy, insanlara; onların yüreklerine nasıl eriştiğini anlatan öyküsüne tıpa tıp uyan ve bir de her fırsatta gözünü kendisinden esirgemeyen, her geçişlerdeki anaç, dişi kokusuyla gücüne ayrı gizli önemli bir güç katan Emine kadının varlığıyla heyecanlanıp onurlanıyordu.. illâ ki geçer ve yeter bir sebep, bir oluşum olmalıydı bu tür hisler devrimci yaşamın ve devrimcilerin ruhu için.. Kitapta şaraba banılıp yenen ekmek de vardı kendisini etkilemiş olan ama olsundu, bu yaşadıkları kendi kültürü, kendi geleneğiydi. Ucuza, karın tokluğuna çalışılan bu işyerindeki pis ortamda ve çalışma şartlarının ağırlığında bir yerinden yakalanmış umutların biricik adamı olarak tanımlıyordu kendini. Şimdilik her şey yolundaydı. İkinci haftanın sonunda patoz ve iri bobinlerden “vargel” e verdiler onu. Daha temiz ve daha ince biraz el çabukluğu, biraz da teknik bir işti. Bir yığın sert mukavva bobin dönüyor, kaba iğrilmiş yün ruloları, daha da iğrilip, sığlaşıp, incelerek bobinler dolusu ham, boyanmamış yün ip oluyordu. İşini öğretmek için Müslüm ağa bir süre eşlik etti ona. Kopan kaba rulo yünün makarasını durdurup, ipin ucunu kopan diğer uca tutturup, öyle bir zamanda çalıştırıyordu ki, iki uç kopmamış gibi birleşip bobinin üzerinde helezonik izler, aşağı yukarı çizgiler oluşturarak ölçülü dolgunluğuna eriştiriyorlardı konik silindirleri. “Vay be, ne ince sanat” diye içinden geçirdi Metin. Yalnız işin kötü tarafı, balyaların olduğu bölümden uzaklaşmış, Emine ile olan her an ki görüş yakınlığı yerini uzaktan uzağa bakışlara bırakmıştı . Ancak, yemek sonraları el yüz yıkamaya gidip gelinirken, ya da kapı gibi, balya gibi dar yerlerin giriş ve çıkışlarında hafifçeden bedenlerine sürünerek günlük özlem ve kabarıklıklarını dindirebiliyorlardı iki genç insan.. Kızgın, öfkeli sıkça soluyan gencecik göğüsleri, her ikisinin de şu kapalı ve kısıtlı ortamdaki duygu özgürlüğünün kilitlenmesine isyan edercesine, körük gibi inip kalkıyordu besbelli. Metin, her günkü sözlerini, türkülerini, uyumadan önce yatağında ince ayar planlıyor, Emine’nin çağırgan iştahlı vücut yapısının düşlerine dalıyordu her gece erkenden ve öylece uykucuklara.
Ay sonuna doğru paranın ucunun görülmesiyle birlikte propagandanın ağırlığının yerini eşit bölüşüm olarak kadın ve para almıştı düşüncelerinde. Ayıplıyordu kendini zaman zaman. Ama, düşünmeden de edemiyordu. Sigmund Freud okumuştu.. Okul psikoloji kitaplarında; fare deneylerinden söz ediliyordu olanca çıplaklığıyla. Önce açlık diyordu(doyurmak gerek), sonra cinsellik (üreme), en son da annelik güdüsü müydü dürtüsü müydü neydi? Kendisi de haksız değildi hani! Yani para (kazanç), cinsellik ve sonrası babalık gibi uyarlayabilirdi kendi kendine. Herkesin gözünde, gönlünde çok iyi bir yer edinmişti Metin. Bir tek Müslüm ağa bazı bazı soğuk bakıyordu yüzüne. Ama o da oranın usta başı, çavuşu, meydancısıydı. Olabilirdi herhal diye sürekli içinden geçiriyordu..
Aylık ücretin alınacağı günden iki gün önceydi. Öğlen beslenme saati bitmiş, yere gömülmüş gibi insan boyundan daha yüksekçe ince uzun, telli buzlu camlarından ışığın girdiği, kocaman hangar büyüklüğündeki yarı bodrum, çuhaların öğütülme tozlarının yoğun olarak hava boşluğunda dolaştıkları bu yerde alışılagelmiş bir öğlen sonrası çalışmaları başlamıştı. Patozcuların gözetmeni (ayakçısı) kuru sarı yüzlü kadının başıyla Emine’yi ters taraftaki tepeleşmiş balyalardan yana çağırdığını gördü. Bütün makinalar homur homur, şakır şukur yüksek sesle çalışıyorlardı. Doğrusu, kendisi de son kerte saklanan bir zaman içerisinde görmüştü ki, ikisi birden kayboldular balyaların arasında. Bir iki dönüp bakındı onlardan yana. Birkaç dakika geçti, görünmediler. O bölüme yakın yerde tuvaletler vardı. Ama, ters taraftaydılar tuvaletlerle. Ağzında sanki genzinden gelen acı bir sıvının tadını hissetti Metin. Vargelin diğer kırklığına bakan arkadaşına tuvaleti işaret ederek, tuvalet taşına çöker gibi yaptı. Biraz gecikeceği izlenimini vererek, o yana doğru görünmemeye çalışarak, çaktırmadan ilerledi...
Göz ucuyla bakındı sağ yanına. Belki, o ince-dalak bedenin varlığını görüp, hissedip, o yandan bakışıp gözlerle sevişmeye başlayabilirlerdi. Kuruca kadının başını gördü, beyazdan, boyun arkasından tek ilmek ile bağlı, hayli kirlice tülbent benzeri bir bez örtüsüyle. O da bu tarafa dönüyordu ki, Metin kendini ani bir atakla tuvaletin küçük holüne attı. Usulca oradan kafasını çıkarıp sol yanında kalan balya yükseltilerinden tekrar taradı o tarafı. Kimsecikleri göremedi. Merak ve endişeydi içini kemirip bitiren. Makinalar yeni gürlediğinden kimsenin bu yana gelişi yoktu. Herkes, ilk hızını almak üzere önündeki işe yoğunca odaklanmış ve sıradanlaşmış işinin başındaydı. Biraz uzakça karşıdaki vargellerin şakırtıları, gözlemci kadınla Emine’nin kayboldukları yerin tuvaletlere göre sol çaprazındaki hallaç makinasının patırtılarından; nefes sesleri, ayak sesleri, hafif öksürük gibi sesleri duymak olanaksızdı. Ani bir kararla, o yana doğru adımladı tiftik artığı dolu pis yerleri. Bir-iki hamlede çuvalların üzerinden atlayıp, her şeyi göze alarak, Emine’nin, şu işin ilk yoğun saatlerinde o kadınla orada ne yaptığını, ya da başına kötü şeyler gelebileceği varsayımı ve koruyucu-kollayıcı güdüsel duyguları ile kalbi gümbürdemeye, heyecandan ağzından fırlayacak kadar kasılmaya başladı.. Bir gören olup sorsalar; "Şşt! Ne arıyin buralarda?" "Üzerine çuval düştü gibi görüp koşarak geldim birilerinin! Aha da şu yanda!.." diye kurgulayarak kendini savunacak plânı oracıkta yapmıştı.
Orta yaşlı kuru-kara kadının olduğu yerin daha da engebeli gelişigüzel tarafını seçerek bir solukta balya ve çuvalların üzerine tırmandı. Tavana sıkışık balyalara yakın en üste vardığında, küçük aralıklardan aşağıya doğru yarım baş gösterip, o loşlukta ne olup bittiğini görmek istedi. Ve yoğun toz dolaşımı arasında silüetleri seçmeye çalıştı. Kaşlarını kaldırıp, boynunu ileri çıkarıp, gözlerini irileştirdi. Bakındı, yutkundu, dondu kaldı.
Biraz aşağıda, paçavraların üzerinde, şu an gözü önünde olup bitenleri görünce yutkundu. Midesi kalktı, çişi geldi ve sancı girdi karın boşluğuna. Bir ağrı hissetti yüreciğinde.. Bir de inceden bir sızı; jilet gibi keskin bir aletle çizildiğini yüreciğinin.. Olağandışılık ve çaresizlik... Nefesi tıkandı. Bir süre hareketsiz donup kaldı. Aman Allah’ım!..
Bir iki adım ileride de, gözetmen kadın makinaların olduğu bölümden yana etrafı kolaçan ediyor, işine uygun gözcülük yapıyordu(?). Emine ve Müslüm ağa, alt alta üst üste, üstte adam olmak üzere salyaları çenelerine sızmış, kendilerini kaybetmiş, debelenip, yuvarlanıp, tepişiyorlardı. İnanamadı elbette. İnanamadı! "Bu ne be!" dedi elinde olmadan. Sesi duyulmadı.. Donup kalmışlığı sürdü öylece. Bir anlık seyir dalgınlığın ardından, başını o yandan çekerek kusmak istedi. Ağzı, dudaklarının içi salyalanmıştı midesindeki salgılardan. Acaba, essahtan mıydı gördükleri?.. Emine’nin zorlanması, Emine’ye şiddet, Emine’ye nüfuz kullanılması, Emine’ye baskı yapılması, tehdit, belki bir şeylerin şantajı filan?.. Dayanamadı. Eski yerinden biraz daha tırmanıp, loşluğa alışmış gözleriyle daha da dikkatli bakmak, olayı doğrulamak istedi. Tanık olduğu bakış alanına giren görüntülere gerekçe ararcasına ve biri Emine, diğeri kendisi olan iki kişilik, taraf tutan bakışlarla.
Hayır hayır! Şu an gördükleri, ilk gördüklerinden daha aşkın, daha çılgın, daha bilinçsiz, kudurgan hareketlerdi. Kendini kaybetmiş bir kadının ve bir ton ümitlerinin dibine dinamit lokumları yerleştiren bir erkeğin; çuvalların üzerinde şehvetle sevişmelerinin tanığı oluyordu. Hiç de kimsenin zoru yoktu görünen tabloda. Emine’nin üzerindeki boydan entarisi, kırmızı donu, kırmızı sütyeni, başındaki şarpa, sağa sola savrulmuştu.. (Puşt) Müslüm’ün üst tarafı giyinikti. Gözcü kuru-kara kadın sadece tek yöne bakıp, gözlerini onlardan sakınıyordu. En azından görmeyi istemeyecek kadar sahibine bağlı kalan, sadık bir köpeği gibi bekçiliğini yapıyordu apaçık, ulu orta cinselliğin kudurduğu şu ortamda, şu anda.
Anladı ki bu ilki değildi gördüklerinin. Rahattılar ikisi de. Emine’nin, o güzelim; her gün salına salına kendisine küçük davetler gönderdiği ve gözünde sembolleşen gizli ve derin murada erilecek sevgilisinin(?), bütün arzularının sembolü saydığı kahverengili, bejli, yeşilli, koyu kırmızılı küçük çiçekli şalvarı, ne yazık ki ayak uçlarındaydı, tepilmiş kat kat olmuş ve küçülmüştü. Onlar ise hâlâ tepiniyorlardı ve sancılı yüreciğine bıçakları, hançerleri saplıyorlardı. Bakakaldı bir süre daha. Çekinmeden ve dimdik bu kez. Dişleri yanaklarında dalga dalga vuruyordu birbirine, küçük kas tepecikleri öfke ve nefretini anlatıyorlardı şu anki çaresizliğinde, öfkeli hırslı yalnızlığında. Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kafası, duyguları, idealleri, karmakarışık ve delik deşik olmuştu bir anda. İstedi ki görsünler kendisini. Bilsinlerdi, bütün hayallerin bir anda nasıl yıkıldığını, tarumar olduğunu. Aldatmanın, oyalamanın acısını inim inim inleyip, çekmeliydi Emine...
Durgunlaştılar...
Sanki bir anda makinalar durdu. Boğuk bir hırıltı gibi sesler karışıp birleştiler kulağında. Duygularını hiç sorgu sual etmeyin. Ne idi hedefi, nerede buldu kendini? Düşüncelerinin pâklığı saflığı mı, duygularının kirliliği miydi tercihi?.. Bir zamanlar sinema makine odasında makinist yardımcılığı yapardı. Elektrot bitmeye yakın iki taraflı iri tutamağı hafifçe çevirip ışık deliğinden bakıldığında parlayan perdenin görüntüsü ve ardından seyrek de olsa makaradaki filimin kopmasıyla ısınıp eriyen filimlerdeki suratların, bedenlerin, eşya ve manzaraların beyaz perdedeki eriyip korkunç şekillerle aktığı, ardından seyircilerin protesto ıslıklarıyla uyarıldıkları geldi aklına...
Adam yığılmıştı kadının üzerine. Kısa süre sonra panikler gibi olup, birden ayrılıp yana yattı. İstediği o andı işte. Göz gözeydiler ikisiyle birden. Sorguluyordu bakışlarıyla Metin. Acı içinde. Tüm düşünceleri fikirleri kirlenmişti o an. Vücudunun beyazlıklarının şavkı vursa da yüzüne, o inatla gözlerine kilitlendi Emine’nin. Dik ve gülümser bakıyordu kadın. Meydan okur, kinci bir ifadeyle. Okunuyordu yüzünden ve toparlanırken yandan kaçamak bakışlarından. Sadece göğüslerini kapamıştı kollarıyla. Oysa; her şey donuk, mat bir tablonun sisli havada seçilebildiği kadar görünüyordu az ötesindeki tozlu derinlikte. Buğular arasında doğum yapan masum bir anne gelip geçti gözlerinin önünden. Beyaz çarşaflar, tertemiz, safça... Belki de olmasını istediği eylem öyle olmalıydı şimdiki tabloda. Hatta koşarak kucaklamalı ve bir örtüye sarıp yetiştirmeliydi bir hastaneye. Bir ara açığa çıkan oluk oluk saçları takıldı gözlerine. Adam hızla (edebini kurtarmak için herhalde) donunu bacaklarına geçirmenin telaşındayken, Emine yarı doğrularak şalvarını çekmekle meşguldü narin gövdesine doğru. Gözcü kadın hâlâ olduğu yerde mum gibi oturuyordu. Metin, gözleri dolu ve yüreği parçalanmış biçimde Emine’ye istem dışı kalbinin üzerini gösterdi, sağ elini göğsüne götürerek. Müslüm ağanın suratına da bir lapa tükürdü o yana doğru iyice abartarak. Sonra yuvarlanarak indi aşağıya ve geldiği yerden hızla tuvalete kapandı. Tuvaletin kesif amonyak sidik kokan duvarına başını dayadı bir süre. Kaybetmişti orada olan her şeyi. Duygusallık ağır basmıştı, deminki olay ile birlikte ideolojik yapılanmasını da silip süpürmüştü. Çok gençti. Daha ne yapabilirdi ki? Bu ortamdaki yaşadıkları, bir anda fantastik bir macera gibi gelip geçti gözünün önünden. Kahvede; o salaş ortamda arkadaşlarıyla olmak istedi. "O kadar sevimli ve yerli yerindeki ilişkiler yumağından şu lanetlenmiş pis haram ortama sürükleyen neydi, sebep ve nedenler neydi?" diye geçirdi içinden. O güzelim halk türküleri, barak havaları, hoyratlar, uzun havalar, iltifatlar ve sürtünmeleri konuşmalar. Pısss! Sönmüş buruşuk balon gibiydi her şey şimdi...
Göz göze gelişleri, sessiz anlaşmaları. Bir türlü seslendiremedikleri aşkları. Dışarıya taşmadan daha ilk buluşma olmadan fabrikanın ustabaşına en ucuzundan satılan, kurduğu tüm birliktelik düşleri, tuvaletin kokusu eşliğinde beynine bir yıldırım gibi düşmüştü. Nefes alamıyordu. Göğsünün içi yanıyordu. Bu duygu çok kötüydü. Toparlanmalıydı. Öyle de yapmaya çalıştı. Çıkıp o pis yerden elini yüzünü yıkadı. Birazcık da fazla oyalanma gereği pantolonun yanını önünü ıslattı, uzun süre zorunlu tuvaletteymiş gibi. Hiçbir yere takılı kalıp bakmadan, hiçbir şey olmamış gibi makaralarının başına döndü, yandaki arkadaşından devralıp başıyla teşekkür etti. "Dönün bakayım makaralar dönün dedi içinden hiç kimseyle hiçbir şey konuşmadan. İş bitimi de Mıstık’ı beklemeden evin yolunu tuttu.
Bir gün sonrası para alma günüydü. İşe yine tek başına gitti. Yiyecek götürmedi. İki paket filtresiz birinci sigarasını, benzinli çakmağını ceplerine tıkıştırıp kahırla fabrikanın yolunu tutu. Derin düşüncelerle öğlene erişmeye çalıştı. Hoş, kimse de kendisine pek yanaşmamıştı. Fark ettiğinde aldırmadı bu duruma. Gözleri hiçbir şeyi ne aradı ne de gördü, acar bir vargelci olmuştu makinelerin başında. Kilitlendiği tek şey kalmıştı, alacağı bir aylık para. İşe bir daha gitmeme olasılığı da ağır basıyordu. Gerçi bu küskünlük işçi sınıfını bigisiz, örgütsüz boş bırakacaktı ona göre ama insanların ne kusuru vardı ki? Emine ve istemeden de gözüne ilişen çıplak bacakların ucunda ki tepilmiş küçük çiçekli bolca şalvarı, kar yağdırmıştı bir anda düşündeki dağlarına. Aklına geldikçe üşüyüp titreme tutuyordu. Namusun- namussuzluğun şalvarda olmadığını düşündü. Bir takıntı olmuştu o güzelim giysi düşüncelerinde şimdi. Ergenliğin ilk zamanlarında içinde çok önemli şeyleri gizleyen düş torbasını... Namus; "kafada mı, şalvarın içinde mi?" diye düşünerek başını olumsuzca birkaç sağa, birkaç sola salladı aklı bozuk hunililer gibi.
Vargelin kısa sürede ustası olmuştu. Şakır şukur sesler, toz toprak, yün ve çuha partikülleri arasında öğlen geldi çattı. Herkes yemeğine oturdu her zamanki formlarda. O, arkadaki sahanlığa çıkarak bir saatlik süre içinde sigara üzerine sigara yaktı. Ağzının içi berbat oluncaya değin çekti zehiri zifti içine. Zehirlenmecesine, ölesiye sanki. Mide ağrısından kıvranarak işinin başına döndü ve aynı hırs, aynı dalgınlıkla akşamı etti. Yaz ayları olduğundan, iş bitimi ile akşam gün batımı arasında üç dört saatlik gün ışıklı zaman vardı. Bir aylık ücretini alıp bir lokantada ’alinazik’ yiyecekti. Üzerine de kuru baklava. Babasına bir gömlek, annesine de mavi veya kırmızı boncuk işlemeli tülbent baş örtüsü alacaktı...
İş bitimi herkes demir merdivenlerden yukarıdaki yazıhaneye doğru kuyruk oluşturmuştu. En ustalar önde, diğerleri kıdem sırasıyla sırayla arkada. Kendisinden iki gün sonra gelen vasıfsız işçi de önüne geçerek çaktırmadan sırasını aldı. Önemsemedi. Ne fark ederdi ki? Yaklaşık bir saate yakın bir süre geçtikten sonra, içeriyi görebilecek duruma geldi. Emine gitmişti. Diğer kadın işçiler ve çocuklar da. Müslüm ağa, dış kapının aralığından arada bir içeridekilere bakıyordu. Mıstık’da görünürlerde yoktu. O da gitmişti. Ondan bir önceki kapkara, kupkuru, kirli sakallı, tütünden kahverengileşmiş dişleri olan uzun boylu adam girdi içeriye. Kat kat boya üstüne boya fırçası sürülmüş gri renkli profil demirli pencere ve kapının ardındaki yönetim odasına. Sayılıp uzatılan üç tane elliliği görebildi Metin. Diğer bozuklukları kaçırdı. Daha doğrusu hareket eden adamın gövdesinden göremedi. Sonra kendisi girdi içeriye. Kapıyı çalmadı. Öncekiler kapı açık olduğu halde o gereksiz yapmacık saygıyı betimlemek için olsa gerek, gürültülü tıklatarak belli ediyorlardı girdiklerini. Oysa odadaki iki adamın da gözü onları takip ediyordu. Bir an bütün devlet dairelerinde aynı hareketlerin yapıldığını hatırladı. "O zaman, niye kapı açıktı?" diye düşünmeden edemedi. Bir adım berisinde durdu masanın. Genç olan birisi, muhasebecileriydi herhalde. İki tek ellilik çıkarıp patronun temsilcilerinden biri olduğunu kasılarak belli eden sol masadaki kasılıp gerneşen genç adama uzattı. O da parayı Metin’e uzatıp; "Al paranı delikanlı ve bir daha da buralara uğrama dedi. Parayı almak istemedi metin. Eksik olduğunu, kendisinden sonra giren ve daha az işler yapabilen adama, neden daha çok para verildiğini sert bir söylemle sordu kendisini alaylı süzülen bakışların insanlarına. Parayı uzatan adam ayağa kalktı ve "çok konuşma lan ve de s..tir git" deyince kanı beynine sıçrayan Metin, masanın üzerine fırlayarak, iri yarı besili adamın yakasını tutmak istedi. Ne olduysa o zaman oldu. Sesler ve homurtular duyuldu dışarıdan içeriye doğru yakınlaşan. "Vurun lan gomoniste! Vurun, gaçırmayın ha, gacçırmayın lannn! Yahalayın!"Bu, Müslüm ağa’nın sesiydi, haykıran. Bir ara dış kapının arkasındaki küçük mutfak rafı gibi, yere yakın bir tezgahın altına kafasını soktu Metin. Halat parçası, kalın urgan, nar değneği, tekme, tokat ne varsa, bir kaç insanın şiddeti sağanak gibi yağıyordu üzerine. Dış kapının aralık olduğunu fark etti bir ara. Mor-siyah benekler oluşuyordu gözünün önünde, kafasına aldığı her darbeden sonra. Yaradana sığınıp, var gücüyle bir nara patlattı ki, gerçekten canı yanan tehlikedeki biri, ancak bu kadar berbat, gür bir ses çıkarabilirdi. Aralarından sıyrılıp, bir iki yumruğunu da kime denk geldiyse rastgele yüzlerine oturtup, fırladı aralık kapıdan dışarıya...
Ağzı burnu kan içinde koşarak uzaklaştı oradan. İleride bir cami vardı arada bir gelip geçerken tuvaletini kullandıkları. O caminin şadırvanında aldı soluğu. Polis, bekçi veya tanıdık birileri görmeden telaşla burnunu, gözlerini, yüzünü yıkadı. Dışarı taşmış gömleğini pantolonunun içine dürttü iki yandan. Gömleğindeki kan lekelerini mendilini ıslatarak silmeye çalıştı. Oturduğu şadırvanın beton abdest oturağından soluk soluğa, biraz da derinden, hayıflanırcasına nefes alarak etrafına bakındı.. Beyaz kireç taşı yapılı caminin taşları, kısa minaresi kayıyordu sanki gözünün önünden. Azıcık su içti musluğa eğilerek. Açlıktan su boğazında düğümlendi yutkundu gümbürdeyerek inen yudumlardan sonra. Daha sonra öğürdü bir iki. Kimsecikler yoktu. Sırtını dayamak için karşıdaki bankın kenarına ilişti. İyi olmadı, pek işe yaramadı. Uzanmak istedi. Yan yan ilişti, sırtının ağrısından uzanamadı. Kaybeden hırslı bir dövüşçünün ağıtı çöktü şakaklarından gözlerine, ama devrimcilik bu ya, ağlayamadı. Toparlanıp camiden çıktı. Bir aydır çalıştığı işten dayak yiyerek ayrılmış ve beş parasız biçimde evine yakın yerdeki sürekli zaman geçirdiği kahvenin yolunu tuttu. Böyle bu halde eve gidemezdi. Hırsından tren vagonlarını omuzlayıp devirecek kadar öfke soluyordu ağzından çıkardığı alev gibi nefes verişinden. Burnu tıkalıydı, bedeninin her tarafı yanıyordu. Kahvede görülmesi de onurunu kıracaktı. Ya da cıngar çıkacak olay büyüyecek, ya da kendi yüzünden bir grup arkadaşının başı bu âdi olaydan ötürü derde girecekti. Olmaz, oraya gidemezdi! Yapamazdı. Ahlaklı bir devrimci kendi kişisel çekişmesine, çıkarına, kitaplar deviren ilkedaşlarını ateşe atıp kurban veremezdi. Tren istasyonun kuytularında boş bir bank bulup, ağır ağır oturdu. İstasyon meydanı seyrek gelip geçen taksi dolmuşlarla hareketleniyordu. Her bir şeyi yeniden gözden geçirmeliydi. O idealleri olan çağcıl ve ilerici bir insandı. Acaba, bir kadının varlığı için bilinç dışı erken veya lümpence davranıp yanlış bir atak mı yapmıştı? Sonra, henüz karnı doymadan boyundan büyük işlere mi kalkışmıştı? Karnı doysaydı böyle yapar mıydı? Sırtı ve kaburga kemikleri fena ağrımaya başladı. Oturunca fark etti ki kaba etinden de darbe almıştı. Akşama her tarafı ağrıyıp yanıp sızlayacaktı. Bir haber gönderebilseydi eve. Bu gece kambur Mahmet’lerde kalacağını haber verebilseydi. Annesi ve babası onu böyle görüp, böyle bilmemeliydiler. Yıllardır yediği baba dayağından gına gelmişti. Evin ilki ve ebeveynlerinin her türlü çocuk deneyiminin üzerinden silindir gibi geçtiği Metin şimdi mi büyüyordu? Hayır! O zaten akranlarından çok önce büyümüştü. O büyüdükçe, dayağın yerini ağır sözler almıştı artık. O da yetmezmiş gibi, her olumsuz ortamda hedef alınan annesi suçlanmış; "Bu hayvan herifi sen bu hale getirdin!" denilerek, evde en az iki haftalık bir dargınlık ve gerginlik dönemine gireceklerdi. Bu hep böyle olmuştu. Yaşanacaktı demek ki! Uzaklardan ezan sesleri gelmeye başladı. Dalmıştı yine zehir zemberek düşlere.
Az ötesinden gelen sesle irkildi. Dernek arkadaşlarından Bekir sesleniyordu; "Şşşt Meto, ne oturuyın yorum orda!" Seslenemedi. Eliyle işaret ederek çağırdı Bekir’i. Bekir yaklaştığında çok şaşırdı ve şiddetle ayırıp hafif şaşı gözlerini patlak patlak bakındı ve öfkeli bir ses tonuyla bunu kimin yaptığını sordu. Metin gözleri dolu dolu, iç çekerek anlattı olayı baştan sona. Hâlâ karar verememişti. Suçlu olan düzen mi, işçiler miydi? Ya da evindeki ortam mıydı asice davranmasını gerektiren. Hak aramanın yolu mu yanlıştı? Yoksa kusurlu kendisi miydi? Tarlayı sürmeden, ekip dikmeden hasada erişmeyi isteyen? Ama kesin olan bir şey vardı ki; iş ile aşk; mıknatısın ters uçları gibi aynı bedende, ne çare ki ters uçları kadar itendiler birbirini.
Eve, arkadaşlarda kalacağı haberini Bekir ile yolladı. Akşam geç vakit, karanlıkta konuk olacağı eve vardı. Ağıl ve koyun sidiği dışkısı kokularının yaygın olduğu odada, mukaşşerli(kırık kabuksuz nohut), salçalı bulgur pilavını kaşıkladı; şarap rengi, has Antep sirkeli, iri- etli acı biber turşusuyla birlikte. Avurdunun kimi yerleri yandı. Ama, hiçbir yangı; yürek yangısına erişemezdi. Yorgun ve üzgün serilen bir yer yatağına uzandı. Birkaç damla yaş süzüldü zehir zıkkım yastığa yanaklarından. Tavandaki söğüt direklerini saymaya çalıştı. Hemen hemen yaşadıkları her evin damı topraktı ve bu söğüt direkleri taşıyordu toprak damı. Gözlerini kapadığında aklına ilk gelen; her şeye rağmen, salınırken Emine’nin şalvarı ve vargelin fır fır dönen, sanki zamanı anlatırcasına ipi kıran dönek bobinleriydi.
Hemen uyudu...
26 kasım 2007 İzmir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.