- 160 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İsmailağa'daki anlaşmazlığa Bediüzzaman ne der?
Tarık Velioğlu Hoca, Osmanlı’nın Manevî Sultanları’nda (Kapı Yayınları), Abdülbaki Gölpınarlı’nın Melâmilik ve Melâmiler eserinden şöyle bir nakil yapıyor:
"Hacı Bayram’ın vefatından sonra bütün müridler Akşemseddin’e tâbi olurlar. O sıralarda, hem Akşemseddin hem de Ömer Dede, Göynük’te ikamet etmektedir. Akşemseddin her kuşluk ve akşam vaktinde ihvanıyla zikreder. Zikirden sonra birbirleriyle musafaha ederler. Ve müridler şeyhin elini öper. Yalnız Ömer Dede mescidin bir köşesinde oturur. Zikir halkasına dahil olmaz. Akşemseddin bu durumdan incinir. Birgün Ömer Dede’ye der ki: ’Zikir halkamıza dahil olman gerekir. Yoksa senden şeyhin (Hacı Bayram’ın) verdiği hilafet tacını ve hırkasını alırız.’ Dede: ’Madem öyle, yarın (cuma günü), namazdan sonra bizim eve gelin. Size hırka ve tacı teslim edeyim’ diye cevap verir. Ertesi gün evinin avlusuna büyük bir ateş yaktırır. Namazdan sonra Akşemseddin, ihvanıyla birlikte, eve gelir. Ömer Dede, sırtında hırka, başında tac olduğu halde ateşe girer. Ateşten çıktığında, hırka ve tacın yandığı, fakat kendisine birşey olmadığı görülür. Bu andan itibaren kendisi ve müridleri tac ve hırka giymez olurlar. Onun tarikine intisap edenlerin giysilerini değiştirmelerine gerek kalmaz. Bu hâdiseden sonra Bayramî yolu ikiye ayrılmış ve Akşemseddin ile Ömer Dede arasındaki soğukluk ortadan kalkmıştır."
Yine, Dr. Abdulhuseyn Zerrînkûb’a ait olan, Sûfî Mirasının Değeri (Visal Yayınları) isimli eserde de şöyle bir bilgi yeralmaktadır:
"Şeyhlerin sohbet ve hırka isnadı (hadis ehlinin icazet silsilesi gibi) önemli sayılıyordu ve her halukârda tarikat silsilelerinde biat, hilafet, icazet, meşihat ve kürsiname büyük öneme sahipti. Şeyhin vasiyeti gereği veya biat uyarınca yerine geçen halife veya ’veli-yi seccade’ ya da ’seccade-nişîn’ler ruhsat sahibi sayılıyor, eski şeyh gibi, tarikata mensup mürit ve sâliklerle bağlı tekkelerin şeyhlerinin tamamı tarafından itaat edilip izleniyordu. Kimi zaman da (elbette çok seyrek olarak) hilafet ve biat iddia edenler arasında ihtilaf çıkıyordu. Örneğin: Hâce İshak Hatlânî’nin halifeliği konusunda yaşanan anlaşmazlık biri Nurbahşîlik ve diğeri de Zehebîlik olmak üzere iki ayrı silsilenin ortaya çıkmasıyla sonlanmıştır. Gerçekte, Hâce İshak’tan önce de, silsilesi Silsiletü’l-Zeheb adıyla meşhur olmasına rağmen, Zehebîlik, Seyyid Abdullah Berzişâbâdî adındaki halifesine tâbi olanlara özgü hale gelmiştir."
İşte, bir süredir devam eden, hamiyet-i İslamiye sahibi olan herkesin ciğerini yakan, İsmailağa cemaatindeki anlaşmazlığı da yukarıdaki perspektifle ele almaktayım ben. Allah amellerinin karşılığını ecr-i kesirle mükafatlandırsın. Mübarek ocaklarının nuru kıyamete kadar sönmesin. Nurcu bir kardeşleri olarak ancak hizmetlerinin devamına dua ederim. Nakşibendî-Halidî dergâhı, küçük bir kardeşleri hükmündeki Risale-i Nur hizmetinin duasına muhtaç değildirler ya, fakat yine de kardeşlik ancak böyle gösterilir. Kardeş kardeşine dua eder. Mü’minin mü’mine en büyük yardımı dua iledir. Hayırlarını dileriz.
Mürşidim bir yerde diyor ki:
"Malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem’ olamazlar. Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadîsle: Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek..."
Biz de böyle biliyoruz. O sebeple Anadolu’yu hocalarıyla fetheden bu güzel ocağın bereketinin kesilmemesini can u gönülden diliyoruz. Onların felaketini kendi felaketimiz gibi telakki ediyoruz. (Ben kendi adıma kesinlikle böyle düşündüğümü belirttiğim gibi nurcuların da alelekser böyle hissettiklerine kâniyim.) Ne de olsa, mürşidimiz Bediüzzaman Hazretleri de Nakşibendî-Halidî medreselerinden yetişmiş, mürşidlerinden ders almış, eserlerinden istifade etmiştir. Allah hepsinden razı olsun.
Biraz da bu imanımıza binaen, mabeynlerinde gördüğümüz gerilimi, yine Nakşibendî-Halidî dergahının mübarek bir kandili olan Abdülhakim Arvasî Hazretleri ile mürşidimiz arasındaki bir küçük-muvakkat anlaşmazlığa dair yazılmış şu mektubun içeriğiyle alakalı görüyoruz. Bu mektup o asil hocaların arasındaki anlaşmazlığa da merhem olur şeklinde, inşaallah, ümit ediyoruz. Hem de bu dumanlı atmosfere bakarak o mübarek ocağa hüsnüzannını kaybetme tehlikesi yaşayanlar varsa, Allah öyle vartalardan cümlemizi korusun, onlara da bir şifa sunacağını kuvvetle umuyoruz-diliyoruz.
İlgili mektup şöyledir:
"Gayet ciddî bir ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki: ’Gaybı Allah’tan başkası bilemez!’ sırrıyla ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola. Bu sırra binaen ’Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler...’deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avâm-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur’un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur şakirtleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârâne, medâr-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir. Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor."
Evet. Şimdi biz de, muhterem-muazzez hocalarımızdan, mabeynlerindeki anlaşmazlıkta mezkûr hususlara nazar etmelerini istirham ediyoruz. Zira onların zararı hepimizin, tüm Türkiye’nin, hatta âlem-i İslam’ın zararı anlamına geliyor. Anlaşmazlıklarının hararetlendiğini gördükçe mülhidlerin yüzü gülüyor, şeytanlar bayram ediyor, münafıklar seviniyor. Onları sevindirmemek, hem dostları üzmemek, hem de Efendi Hazretleri merhumun denizler dolusu emeğini zâyi etmemek için tansiyonu düşürmek elzemdir. Elbette böylesi inkıbaz halleri yaşayanlara ağır gelir. Lakin, kimbilir, sırr-ı kadere taalluk eden ne hayırlar vardır. Ne çiçekler açacaktır. Cenab-ı Hak tez zamanda sulh u selamete çevirsin. Âmin. Âmin.
YORUMLAR
Yüzyılın gelişmişlik seviyesine ve insanlığın aydınlanmış zihnine bir bakış atalım. İnternetin, yapay zekanın, Mars'a gitme planlarının konuşulduğu bir dönemde, hala "şeyh", "mürid", "hırka", "ateşe girme" gibi konularla uğraşıyoruz. Gerçekten mi? Şimdi bir nefes alın ve düşünün: Bu tür hikayelerle mi uğraşmalıyız yoksa bilim, teknoloji ve insan hakları üzerine mi kafa yormalıyız?
Bir yanda Elon Musk, yapay zeka ve kuantum bilgisayarlar, diğer yanda bir avuç insanın ateşle imtihanı. Gerçekten, bunu nasıl ciddiye alabiliriz? Birileri teknolojik devrimler yaparken, biz hâlâ kim ateşe girip çıkıyor, kim hırka giyiyor tartışması yapıyoruz.
Zaten, bir yanda gökyüzünü fethetme hevesindeki insanlık, öte yanda ateşe girip çıkan "müridler". Nasıl ki biri dünyayı ileriye taşırken, diğeri ortaçağ karanlığında debeleniyor. Kendi inançlarınızda boğulup kalırken, dünya bambaşka bir yöne ilerliyor. Müritlerin hırka giyip giymemesi gerçekten de çok mühim bir meseleymiş gibi!
Tabii ki, bu hikayelerden alınacak dersler olduğunu düşünenler olabilir. Ancak bir düşünün: 21. yüzyılda, çocuklarımızı kodlama öğrenmeye mi teşvik etmeli, yoksa ateşe girip hırka giyme hikayelerini mi anlatmalıyız? Hangisi geleceğe yatırım?
İsmailağa cemaati içinde çıkan anlaşmazlıklar da işte böyle. Bir yanda dünya yanarken, onlar ateşe kim daha dayanıklı derdine düşmüş. Bir yanda insan hakları, çevre sorunları, bilimsel gelişmeler; diğer yanda kim hangi tarikata daha bağlı. Gerçekten de, böyle mi ilerleyeceğiz?
zaman ve mekân değişti sevgili dostum. Artık bu tür efsanelere, hikayelere ve içi boş tartışmalara ihtiyacımız yok. Geleceğe, bilime, teknolojiye ve insanlığa yatırım yapmalıyız. Geçmişin hayaletlerinden sıyrılıp, gözlerimizi ufka dikmeliyiz. İşte gerçek aydınlanma bu.