- 181 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Yargı
Bedeni : Fi Tarih
Ruhu : Varoş Mıntıka-Salaş Çayevi
Hükmeden beyindi. Hükmettiği yer ise ayaklar. Beyinin ayaklara, gizli kaşeli, emriydi adeta... nereye gittiğini bile bilmiyordu. Ayaklar nereye gidiyorsa, bedenini sürüklüyordu ardı sıra.
Nisan yağmuru yağıyordu. Ilık ılık. Kendini çok rahat hissediyordu...Şehrin belli belirsiz, varoş mıntıkasında... Kafasına düştükçe damlalar, düşüncesi yunuyordu.
Mahkeme kurulmuştu. Hâkim kendi, sanık yine kendi. Yargılaması objektif mi, sübjektif mi, çıkaramıyordu. Kazık soru sormamaya özen gösteriyordu başlangıçta. Sonraları vazgeçti. En kazıklarını sormaya başladı.
Sanık her ne kadar, hâkimi bir yerden çıkaracağım dese de korkusu, yüzüne yansımıştı.
Hâkim ise sanığın kendisinden çekindiğini anlamıştı. Önce rahatlattı sanığı...başka hiç kimseye göstermediği tahammülü gösterdi. Sanık başlangıçta her ne kadar kaçamak cevaplar sıraladıysa da, hâkimden kaçamayacağını anlayıp, dürüst olmaya başladı. Giyeceği hükmü umursamaksızın. Kendinden kaçış yoktu.
Hâkimin ilk baba sorusuydu. “-Hala avukatlığını şeytanın yapmasını istiyor musun?”
Soru kazıktı. Yaratanına kibrinden secde etmeyen şeytanı, içinden söküp atması zordu. Salt kendi için değil, tüm insanlar için zordu. Tez elden cevap vermesi gerekiyordu. Hâkimin elinde dürüstlük kalemi, her an kırabilirdi. Toparladı kendini, yumdu gözlerini, avazı çıktığı kadar bağırdı.
“-Hayırrrrrrrr ! İs-te-mi-yo-rmmmmmmum…….”
Ama kimse duymadı. Bağırması içtendi, içineydi.
Mahkeme yeniden başlamıştı.
-Sen bugün şehir tiyatrosuna gelen, tek kişilik oyuna neden gittin?
-Şey efendim.
-Ney efendim?
-Şeeey, tiyatroya gittiğimi görsünler diye...
Tiyatroya karşı bir düşmanlığı yoktu sanığın. Hatta cebinde kalan son harçlığın büyük bölümünü bilet parasına yatırmıştı. Bu kadar fedakârlık onun için biraz fazlaydı. Biraz değil, çok fazlaydı. Kârlı bir yatırım olmayacaktı nihayetinde.
-Sen bu davranışınla, kimin için yaşadığını sanıyorsun?
-Kendim için yaşıyorum efendim.
-Hem görsünler diye tiyatroya gidiyorsun, hem de kendin için yaşıyorsun ha?
-Ama efendim, tekliflerini kabul etmeseydim, ben sanattan anlamaz, boş biri sanırlardı. Hem ortaokul öğretmenim Aynur Hanım demez miydi “-Tiyatro hayatın ta kendisi, kasabada olmasaydınız da, o havayı teneffüs etseydiniz.” diye?
-Sus o mazeret değil. Paydos’a gittin, çocukların bile gülmediği pandomima mı nedir ona gittin, hatta başkalarına da. Yetmedi mi? Hâlâ anlamadın mı, tiyatro sana göre değil.
-Haklısınız efendim. Ben de biliyorum ki fazlaca ısrar ettim. Suç işledim ve karşınızdayım. Bir daha bir başkası için davranışlarda bulunmayacağıma, kendi kararlarımı kendim vereceğime söz versem, hafifletici neden teşkil eder mi efendim?
Çırpınışı, hâkimin bir şans daha vermesi üzerineydi.
Hâkim başka sanıklara çok acımasız hüküm giydirirdi çoğu kez. Bu kez verdiği taksir hakkına, müsamahaya kendisi de şaşması pek mümkündü.
-Yaz kızım, sanık “ben”in bundan böyle tiyatroya gitmemesine, kendinin hoşuna gidecek etkinliklere, yalnızlık sendromuna yakalansa dahi, katılmasına, aksi halde “ben”in ben olmaktan çıkartılıp, “kukla”, “yalaka”, “ayakçı” ve muadili kişiliklere büründürüleceğine karar verildi.
***
Nisan yağmuru yağıyordu. Ilık ılık. Kendini çok rahat hissediyordu...şehrin belli belirsiz, varoş mıntıkasında...
Kafasına düştükçe damlalar, düşüncesi yunuyordu.
Ayakları bir köşeyi daha döndürdü bedenini, nedense beyni her tarafına hükmetmeye başladı birden. Kendinin farkına vardı. Köşeyi dönmüşçesine sevindi. Sigaram dedi. Elini cebine attı. Koyun (!) cebindeydi sigarası. Sevinci bir kat daha artı. Islaklık pakete ilişmemişti. Zengindi. Hem de çooook. Zenginliğini hissettiğinde, zenginim dedi içinden. Varsıllar Fakir Baykurt’un romanlarında...bense zenginim, varsıl değil. Mahkemeden de sıyırmıştı ya hani...mutluydu...
Bu muhakemenin bir kutlaması olmalıydı, hem de kırmızı şarapla. İlk gördüğü kahvehaneye girdi. Kendini kasaba insanlarının arasında, Piro Dayı’nın kahvesinde hissetti. İç huzuru kat be kat artmıştı. Tüm gözler meçhul yabancıya çevrilse de umursamadı. Umursamadı daha sonra tüm gözler, meçhul yabancıyı. Oyunlarına kaldıkları yerden devam ettiler. Oturmuştu küçük bir tabureye, tavla köşesi diye ayrıldığı besbelli yere. Sigarasını tüttürüyordu. Birden omzuna bir el dokundu. Kafasını kaldırıp baktığında tüm umursamayan gözlerin tekrar kendine umursar baktığı gördü.
-Hemşerim , ocağa bir baksana...
Dönüp ocağa baktığında,
-Kardaş bi’şey içen mi dedik?
-Bir çay alabilir miyim?
-Ha şöyleeeeee, dedi ocakçı. Ortacısı kayıp ocakçı.
Umursamayan gözler tekrar önlerindeki işe (!) dönerken birinin, belli belirsiz,
-Sağırdır, sağır dediğini duyar gibi oldu. Yakıştırmadıysa eğer.
Demli çayını, kutlama şarabı niyetine yudumlarken. Haklısın dedi içinden. Sesin geldiği yöne. İşitme kaybım var. Hem de her iki kulakta ileri derece...
Zoruna gitmedi nedense. Teselli buldu birden, gittiği tek kişilik oyundan. Kendi duyası mırıldandı.
-Duydum ama aç ve susuz kaldığında d… içiyormuş o adam...
Yargı’dan çıkıp, kendini yargıladıktan sonra...ıslak...varoş bir kahvede...
kırmızı şarap niyetine çayını yudumlarken ben/den kurtulmuş hâlde kendiyle birlikte kaldı bir zaman.
***
Bir daha tiyatroya gidip, hayatın ta kendisini sessiz sessiz izledi mi, bilinmez...
YORUMLAR
İnsanın kendini bulması eksiklerini tamamlaması ve değişimi başlatması gerekir öz benliğinde ,çünkü insan eğrisi ile doğrusu ile önce kendini yargılamaları hatalarını yanlışlarını sorgulamalarını vs vs ki o zaman gerçek ben'i ortaya çıksın
yorum özürlü olabilirim Hayta yazarı affınıza 🤗
çok sevgimle
Haytanın Güncesi
Aynı yolda karşılaşıp, esenleşmenin güzelliğinde,
"yazma özrümden, yorum özrüne selâm ile Sevgili Su. 🙂
Çokça sevgi ve teşekkürlerimle.