- 173 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
BÜYÜTMEK VE KÜÇÜLTMEK
Kabirde ne de küçük, değersiz ve unutulmuş, çekinilmeyen ve etki edemeyen hale evrilişimizi bir düşünelim. Belki de saatler öncesinde binlerce, yüz binlerce insanı akıl almaz zorluklarla sınayan bir özne iken, bedeninden koparken dünya ile bağı da kopmuş bulunan bizler, kim bilir hangi zorluklarla yüzleşmeye başlamış olacağız. Bir anda devler ringinde iken, pamuk ipliğine bağlı olduğunu akıldan çıkardığımız şu hayat, bizi bedenden kopararak ruh haline evirmeyecek midir? Gerçekten de sadece birkaç gün ya da birkaç saatimizin kaldığını biliyor olsaydık, çevremizdeki insanlara, canlılara nasıl bakar, ne tür bir duruş alırdık?
Yaşadığımız sürece ölümden konuşmaktan çoğumuz pek haz duymayız aslında. Bitmeyene doğru bir hesabın içinde ve sanki ölümsüzmüş de gibi yarını, daha sonraki haftayı, mevsimi, yılı ve alabildiğine ileriki zamanları adeta parselleyerek çılgınca tüketmenin planı içindeyizdir. Pek azımız yarınlar için bu denli bel bağlar. Onlar yaşanan ana endekslenerek belirsizlik içindeki yarınlardan pek medet ummazlar. Kimse yarını ve sonrasını görmeden ölmek istemez de zaten. Ne var ki, ölümün ille de bir yaşlılıkla gelmek gibi garantisi olmadığı gibi, bir silsile izleme keyfiyeti de planı da yok. Tamamıyla bizlerin dışındaki bu gerçeklik, bazı temel soruları ve hatta sorunları düşünmeye itmelidir bizleri.
Tarihin derinliklerini sağduyulu bir şekilde süzgeçten geçirseydik, şu neyi bütüp neyi küçülttüğümüzü beşer adına ne de net görürdük kim bilir. Milletlerin bugünlerinin hazırlanmasında her şeyini ortaya koyan sağlığından canından olan nice meçhul meşhurun öykülerini, destansı anlatılarla her okuduğumuzda tüylerimiz diken diken olmuş, bize sunulan tarih ile gerçeği arasındaki farkı da sorgular olmuştuk. 1877-78 Osmanlı Rus Harbi`nde Aziziye Tabyası`nın şanlı direnişini ateşleyen sivil gücün kahramanı Nene Hatun`u hangimiz unutabiliriz. Burada büyütülmesi gereken şey elbette her karışı şehit kanıyla, emekle, duayla yoğrulmuş vatan toprağıdır, kadim değerlerdir, şereftir, onurdur ve önceki yüzyıllardan bize kalan mirasın bekçiliğidir mutlaka. Sayıca bedeller ödenmiş olsa da aynı göğün altında bir beraber olmanın büyüklüğüne feda ettiklerimizi bağrımıza basıp, nelerden vazgeçebileceğimize dair şuurumuz, bundan daha da büyük bir gerçekliktir elbette. Kısacası, sıradan bir toprak parçası gibi görünen, üzerindeki farklı desenlerle karnımızı da doyuran, üzerinde kentleştiğimizi, köyleştiğimiz bu zemin, toprak olmaktan çok öte bir anlamı da kazanmaktadır şüphesiz.
Konuyu ister şahsi ele alalım istersek de toplumsal duyarlılık adına, neye ve hangi nedenlerden ötürü atıfta bulunulacağına ve bu ithaf olunan şeylerin doğruluğunu, geçerliliğini sorgulayarak ne ölçüde onlara hayat verileceğini rastlantılara bırakır isek, barış dediğimiz veya iç huzur olarak anlamlandırmaya çalıştığımız şeyin sadece ütopyadan ibaret kaldığını görür maalesef. Tüm cihanın neredeyse ortak bir vicdanı mülahaza yapmaya başladığı ve aslında bunda da çok geç kaldığı barbar Batı`nın çifte standartlarının nasıl da sınıfta kaldığını ve gelinen noktada da onları da kendi içlerinde nasıl bir açmaza sürüklüyor olduğunu fark etmeyenimiz yoktur sanırım. Bir avuç Filistin toprağında kopan fırtına, tüm dünyayı gözyaşı ve kanla da olsa yeniden bazı değerlendirmeleri yapmaya zorlamaktadır esasında. Neyi büyültüp, neyi küçültmemiz gerektiği sorusunu tam da burada sormak gerekir. Onların sözüm ona demokratik argümanlarının ve içi bir türlü doldurulamamış ekonomik, siyasi ve özgürlükler, insan haklarına saygı anlamındaki temel ölçütleri tümüyle bertaraf olmuş durumdadır. Sadece Gazze`de yaşanılanlarla yola çıkılsa bile, modernitenin, ileri bilim ve teknolojiye sahip oluşun biz insanlara bir şeyler katmadığı gibi çok şeyimizi de alıp götürüyor olduğunu görmemek mümkün müdür?
Aşırı uçlarda yer almanın ve bunu da tüm beşere dayatmanın tam da karşılığı olan bu trajedinin özneleri, gelecekte yer alacak tarih nüshalarında elbette yad ile anılmayacaklardır. Toplumsal hafıza perde perde her geçen gün bir yenisi eklenen acıların yaşattığı büyük ve kelimelerle izah da edilemeyecek ölçüdeki dramları asla unutmayacak, bunun müsebbibi olan öznelerden de elbette bir hesap sorulacaktır. Daha şimdiden en azından yirmiden fazla milletin muhakeme sürecinde ağır cezalara çarptırılan bo soysuz güruh, umarsızca tüm çirkinlik ve çılgınlıklarıyla insanlığı bitirmeye çalışsa da, şafağın yeniden doğuşunu engelleyemecektir kuşkusuz.
Kafalarda türlü sorgulamaların farklı kültürlerde ve dillerde yapılmakta olduğu Ortadoğu, insan olmak ile olmamak arasındaki farkları da gün yüzüne çıkarır mahiyettedir. Paylaşabilmeyi, yetinmeyi, şükrü, kardeşliği, hoşgörüyü, farklılıklara karşı saygıyı esas alan erdemli duruşun yeniden güçlenmesi ve ortak paydamızdaki yerini de sağlamlaştırmasına her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Gücü elinde tutan ve fakat insanlık alametlerince son derece acınası durumdaki cellât orduları ve onların hizmetkârları, belli ki;başkalarını ötekileştirmeyi, farklılıklara müsamahasızlığı, kini, sapkın inanışlarını, masumu katledebilme cüreti gibi ne denli çirkinlik varsa, onları büyütmüştür. Bunca çirkinliği kendilerine mihenk edinenlerle onlara bu konuda referans olanların, alkış tutanların sonunun hayra varamayacağı ve ümit ettikleri o saçma sapan ve hatta tümüyle de saplantı edindikleri görkemli hedeflerine de asla ulaşamayacaklardır. Bunun nedenlerini çok uzakta aramaya da gerek toktur. Töreden gelen özgün anlamıyla bir millet vardır ki, tarihi tarih yapmış, kendini doğrudan ve bazen de dolaylı olarak beşere türlü yanlarıyla mal etmiştir. Sanatta, bilimde, eğitimde, sporda ve dahası fıtratın doğasına ne denli uyan şey varsa onlarda da adeta patentlenmiş bu milletin adı, Türk milletidir. Ortadoğu`nun kanayan yarasına en esaslı şekilde “dur” diyebilecek münevver millet, azgınların son demlerini yaşamakta olduğunun da bilincindedir.
Sözün özü, hangi nesil olursa olsun, akılda, vicdanda, erdemin de gereği olan neleri büyütüp küçülttüğüne dikkat etmek durumundadır. Yanlış şeyleri büyütenlerin sonu da hazin olacağına göre, birbiriyle anlayış ve dayanışma içerisindeki çağrışımların yankı bulabilmesi, fıtrata uygun esaslı bir duruşla mümkün olabilecektir. İnsanı salt insan oluşundan ötürü bir değer olarak görmekten acizlerle bir gelecek mümkün değildir. Barbarlığın sonu, onlara had bildirecek ve bu küstahlıklarının bedelini her yaptıklarının mislince karşılığını ödetebilecek bir güç her zaman vardı. Belki de bizi de sindirmeye tevessül edecek kadar gözü dönüşlerin bilmeleri gereken çok şey var ancak, biz nelerin büyütülüp küçültüleceği konusunda dersini yüzyıllardır iyi çalışmış asil bir milletiz. 700 atlı ile bilerce kişilik orduları dize getirebilmiş bir geçmiş, sayıca büyüklüğü küçülterek, imanca ve mücadelece, kahramanlıkça büyümeyi seçebildiğinden halen bu coğrafyada vardır, var olmaya da kıyamete değin muktedirdir.
Tercihlerimizdeki önceliklerin yaşadığımız hayatta bize ve bizden ötekilere de bir dönüşünün olacağı kaçınılmaz ise, bu önceliklerin belirlenmesi işinin daha önemli ve tarafımızca da üstün ve büyük değer taşıdığımıza inandıklarımızdan oluşuyor olması da gayet doğaldır. Mesele, bize gerçek anlamda bir esenlik vaat etmesini öngördüğümüz o büyüttüklerimizin diğerleri için de aynı hissiyatı verebilmesidir. Eğer denklem sağlam ise, seçimlerde önceliklendirdiğimiz ve büyüttüğümüz şeylerin isabetli olduğunu da düşünürüz. Ne var ki, ödenen onca bedelin yankılanması salt bizden yana asude bir hayatı canlandırırken, diğer tarafta klanlar için bu durum acıya, hak gaspına, kine, daha ötesinde de bir varlık yokluk savaşımına evriliyorsa, neleri büyüttüğümüzün esaslı şekilde gözden geçirilmesi gerekir. Ağaçtaki birkaç olgun meyve için birilerinin izni olmadan veya verilen izni suistimal ederek ayklarına, kollarına, sırtlarına basmak gibi seçimlerle hedefe ulaşırken, haz alma, hedefe ulaşma motivasyonumuzun başkarındaki acıyla karşılığının ne anlamı olabilir. Şunu açıkça ifade etmek gerekir ki, kendimiz için istediğimiz güzelliklerin, kolaylıkların ve hayata renk katan, onu yaşanılabilir şeylerin ortaya koyduklarını başkaları için de istemedikçe, bizlerin iyi insanlar olabilmesi mümkün değildir. Kısacası, hedefe, hedef olarak belirlenen o büyüttüklerimize farklı seçeneklerle gidilebilir.Bu seçeneklerin neleri içerdikleri ve nelere rağmen hayat buldukları ise temel sorun olarak ele alınmalıdır. Hedefe giden her yol mübah değildir. Kendilerini bu dünya üzerinde sözüm ona elit hisseden ve bunu da diğer insanlar üzerine vebal olup olmadığına bakmaksızın dikte eden bir anlayışın oldukça kan, kin, nefret ve çirkinlikten de kokuşmuş olduğunu söylemek yansız bir değerlendirme olur.
Tarihleri boyunca kendilerine elçi kılınan resul ve nebilere türlü eziyetler eden, her ikna oluşlarında daha da fazla ikna olmak adına olmadık talepleri sunan ve işlerine gelmediğinde de bu elçilerin onurlarına ve hatta canlarına kast eden Yahudiler, tüm dünyanın nefretine nail olmayı başarmış tek millet olarak tarihin karanlık sayfalarında yerlerini almaya da devam etmektedirler. Her karanlığı bitirecek bir şafağın doğuşu da kaçınılmaz olacağına göre, bu haliyle tüm beşeriyeti tehdit eden ve farklı inanışları da ortak kinde bir araya getirmeyi başarmış bu insan kılıklı gürûh, belli ki çok ağır bir bedeli de ödemek durumundadır.
İnsanı daha bir olgun ve sonuçta da kamil kılabilecek ;saygı vefa, emek, hoşgörü, sorumluluk, sevgi, paylaşım gibi başat değerlerin cidden büyütülmesi, bizi bizden eden ego, hatada ısrar, hor görme, kin, önyargı gibi tüm çirkinliklerin de olabildiğince ve alabildiğine de küçültülmesi gerekir. Bu durum hem kişi, hem de toplumsal duruş anlamında yarınların seyrinin nasıl olacağıyla doğrudan da ilgilidir. Her jenerasyonun bu kadim meseleye son derece duyarlılıkla yaklaşması, dünyayı daha yaşanılabilir kılacakken, hatalı seçimlerin hayat bulması halinde de cehennemi beklemeksizin onun bu dünyada yaşanmasına da vesile olacaktır. Tüm cihanın kendileriyle bir sorunu olmamasına ve hatta geçen yüz yıl içinde Avrupa`nın bağrında yaşamış oldukları soykırıma ve dışlanışlara karşı da kendileriyle empati de kurdukları gerçeğine rağmen, tarihten silinme ile yüzleşmiş bu milletin mensuplarının kendilerini her şeyin üzerinde görüyor hale gelmeleriyle işler değişmiştir. Anlaşılan odur ki, bizim değil fakat, onların tüm insanlıkla sorunları vardır. İnsanlık devasa vücut ve onlarda bu vücuttaki istenmeyen ve giderek de görüntü kirliliği de yaratan bir çıbandır. Her çıbanın da akameti bellidir. Bu dünyanın önemli ve olmazsa olmaz öznelerinden biri olarak bizler (Türk Milleti), çıbanlardan hiç haz duymadık, duymayacağız da. Bu çıban ya ilâçla düzelecektir ya da koparılıp atılacaktır her pahasına. Bizler o “biz” dediğimizin içine Mevlânâ`dan Hacı Bektaş`tan, Pir Sultan Abdal`dan, Yunus Emre`den engin sevgi ve hoşgörüyü, inanışımızın özündeki resul ile de yüksek ahlâkı koymuş ve bunun mücâdelelerini de vermeye her şekilde devam edeniz. O bizim içinde sadece bizler yokuz, farklı inanış ve kültürün insanları da var çünkü. Türk`ün egemenliğinde bir dünya gerçekten de adil, eşitçi ve esenlikçe zengin bir hayata kapılarını aralayacaktır. Bizler bekleneniz ve bu bekleniş her geçen gün giderek de kendini daha çok hissettirmiş, adeta avazınca da bağırır duruma da gelmiştir.
Madde ve mana kavgasının bir yansıması da olan hayat, manadan eksildikçe, maddi sunumlarının da ne de boş olduğunu; para, menkul kıymet, statü kazanımları, rol alma ve veya rol çalma, alkışların öznesi olabilmek gibi ucu sınırsız doyumlarla nasıl da tüketmektedir bizleri. Ailelerin günümüzdeki yıkılışlarının giderek artmasında da bu temel öncül liste başı değil midir? Biz anlayışının erozyona uğramasıyla başlayan ve benlerin egemenliğin öne çıkmasından kaynaklı ne de çok handikab, kaos ve çözümsüzlüğün içinde hayatlar ortaya çıkıyor. Paylaşmak paydasından uzaklaştıkça kendine de yabancılaşan insanlar, umutsuzluklarının içinde savrulup gidiyor günbegün. Bu durum milletler için de böyle değil midir? Başkaca kültürlerin ve milletlerin de yaşıyor olduklarını, onların da kendilerini ifadede en az diğerleri kadar hakka sahip oluşlarını ellerindeki türlü olanaklarla kısıtlamaya, ve hatta tümüyle yok varsaymaya kimin ve ne hakla, hangi cüretle bir hakkı olabilir, sorusu sorulmalı, hayatı daha yaşanılmaz hale getirenlerin önüne de faturaları konulmalıdır. Yanlış yapanlara bu hataları anlatılmadığı sürece, bir vites kutusunun içindeki arızalı parça gibi, bütün bir sistem bundan zarar görmeyecek midir? Hayat kimsenin ipoteğinde değildi, olmamalıdır da.
İnsanlara ister birebir özne, isterse de toplumsal manada mutluluğu sunamayan veya onun devamlılığını kılmaktan aciz seçeneklerin değerce ve ivedilikle gözden geçirilmesi bir zaruret halini almıştır. Kıta Afrikası`ndaki açlıkla ve sağlık sorunlarıyla, susuzlukla adeta cebelleşen milyonların onca olanağa rağmen kaderlerine terk edilmeleri, kendi ülkelerinde ikinci ve belki de üçüncü sınıf insanmış muamelelerine tabi tutulmaları, kendilerini medenî ve gelişmiş medeniyetler olarak her platformda dile getirirken, diğer toplumların neden bir kadermiş gibi türlü acıları yaşamaya mecbur edildikleri elbette sorgulanmalıdır. Maddi kazanımlar bizi mutlu edecek ise, her birimiz işimizi, gücümüzü bir yana bırakıp, kasaların alamayacağı büyüklükte para kazanmanın peşine düşmeliydik o halde. Ne var ki, bu anlamda da hayatın tüm sunumlarına sahip toplumlarda her şeye böylesine kolaylıkla erişim, hayatın özündeki çok şeyi de anlamsız kılmış, onca zenginliğin ve varlığın zeminindeki insanlar da mutluluğu yakalayamamışlardır. Onların büyüttükleri veya büyüklük olarak gördükleri şeyler, hayırlara vesile olamamıştır. Aile saadetinin elden gitmesi, iş hayatının haz vermeyişi, en büyük ödüllerin öznesi olunması veya binlerce kişinin alkışlarına mazhar olunması da esenlik dolu bir hayatı ortaya koyamamıştır. Oysa, sokak hayvanlarını dertlenen, kimsesiz çocukların kimsesi olmaya gayret eden, susuz köylerin suya , yolu olmayanın yola, okulu olmayan beldelerin okula ve belki de işsizlerin üretime katılarak hayata tutunabilmelerinde fabrikalar açma gayreti içinde olan nice adsız kahraman ne de büyük işler yapmışlardır insanlık adına. Onların bakış açılarında biz vardır, paylaşmak vardır, empati vardır, durumdan vazife çıkarmak, yoksunluklara son vermek, gülenlerin sayısına diğerlerini de ortaklaştırmak vardır. Bu önceliklerin insana değer katmada, toplumu ve insanlığı sırtlanmada ne de büyük şeyler olduğunu söylemeye gerek var mıdır?
Bekle ey dünya! Bütün coğrafyalarda kanayan yaraları dindirmeye, öfkeleri bitirmeye ve yoksulluğu, barbarlığı, küstâhlığı tarihin tozlu rafları arasına koymaya geliyoruz bizler. Yaşamanın anlamına, özüne en önce insanı koymuş bizlere rağmen asude bir hayat cari olmayacaktır. Bu hakikatle nefeslenmek, kadim coğrafyadaki her bir ferdimizin bu bilinçle hareket etmesi bir seçim değil, zarurettir. Bu anlatıma en güzel cevap Mâide Suresi 54. Ayet`inde yer bulmaktadır. Yukarıda dile getirilmeye çalışılan ve can damarından da tüm varlığı ilgilendiren o büyütmek ve küçültmek mevzuuna ne güzel bir izahattır bu Rab`bin katından. Meal aynen şöyledir:
54: Ey iman edenler! Sizden kim dîninden dönerse, Allah onların yerine yakında öyle bir nesil getirecek ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihât ederler ve kendilerine dil uzatan hiçbir kimsenin kınamasından korkmazlar. Ayetin meâlinde vurgu yapılan tür şerleri varlığının özündeki güçten ve imandan alarak asla tanımayan, tahakküme gelmeyen, başkalarına yapılan zulmü de görmezden gelemeyen bu asil millet, yine varlığının gereği olan esaslı ve soylu adımlarını hayata geçirerek, tüm şerleri bertaraf etmeye daima hazırdır. Bu millet için zulme uğrayanların aynı kökten, dinden veya kültürden olmaları gibi suni bir ayrımı da yoktur. Yeter ki insan olsun, nerede bir zulüm var ise, onun karşısındaki soylu duruşun adı Türklüktü, bugün de yarın da öyle olacaktır şüphesiz. Tarihimizin bize yüklemiş olduğu sorumlulukların ne de güzel kapıları aralayacağını bir hayal ediniz. İşte nelerin büyütülmesi gerektiğiyle birlikte, nelerin küçültülmesi gereği konusu bu anlamda son derece önemlidir. Göz yaşlarının sona ermesi, açlığın, sefilliğin, soykırımların, ve kısaca tüm zulmün bitmesine hizmet edecek her adım ne de büyüktür değil mi?
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Değerli şair/yazar kardeşim. 21. yüzyılın küresel çetelerinin neleri içlerinde büyütüp, neleri küçülttüğünü ve sonuçlarını harika bir şekilde anlatmışsın. İnsan olabilmenin de koşullarını 'insanlık, iman ve güzel' duygular olduğuna işaret etmişsin. Umarım aziz TÜRK milleti tarihi misyonunun farkına varır, onun bunun taşeronluğu ile hiç bir yere gidilmeyeceğini anlar ve tarihten gelen misyonunu yerine getirir. Allah güç kuvvet versin derken, taşeronlardan kurtulmanın da elzem olduğu gerçeğini hiç bir zaman unutmamak gerekiyor. Kalemine yüreğine sağlık hocam.
Oğuzhan KÜLTE
Değerli şair/yazar kardeşim. 21. yüzyılın küresel çetelerinin neleri içlerinde büyütüp, neleri küçülttüğünü ve sonuçlarını harika bir şekilde anlatmışsın. İnsan olabilmenin de koşullarını 'insanlık, iman ve güzel' duygular olduğuna işaret etmişsin. Umarım aziz TÜRK milleti tarihi misyonunun farkına varır, onun bunun taşeronluğu ile hiç bir yere gidilmeyeceğini anlar ve tarihten gelen misyonunu yerine getirir. Allah güç kuvvet versin derken, taşeronlardan kurtulmanın da elzem olduğu gerçeğini hiç bir zaman unutmamak gerekiyor. Kalemine yüreğine sağlık hocam.