- 235 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Üçün Biri
‘Doğranmış Kuzu’ adlı “pub”da buluşma fikri Yeremya’dan gelmişti. “Niye orası?” diye sorduğumuzda “’Londra’da Bir Amerikalı Kurtadam’ filminde karakterlerin dağ başında gittikleri hanın adı. Handaki yerlilerin sözünü dinlemeyip tekrar yola çıkıyorlar, sonra da başlarına gelmedik kalmıyor. Bizim de başımızı benzer bir belaya sokacağımız hissi var bende.”
Çevremizdeki kalabalığa baktım. Sadece “pub”ın içi değil, “kapının önündeki kaldırım da doluydu.
“Bütün bu insanlar da buraya geldikleri için mi başları belaya girecek?”
“Yok, cadı kazanını karıştırdığımız için sadece biz”
Michel ile ikimiz de cevap vermedik. Yeremya doğru söylüyordu. Çevrediklerin günlük hayatları nasıldı, bilemezdim ama biz rahat durmuyorduk.
İşin ilginci diğerlerinin ne yaptığını tüm detayları ile bilmiyorduk. Bugünkü buluşmamızdaki amaç yaptıklarımızı karşılaştırmak, hangimizin çamura daha derin saplandığını bulmaktı.
Ben medyumluk yapıyordum. Londra’da gayet saygın, fena da para getirmeyen bir meslekti medyumluk. Yeremya bir internet sitesinin baş programcısıydı. “Baş mimarı!” diye sizi düzeltirdi eğer programcı kelimesini kullandıysanız. O ünvanda masonların “Evrenin Ulu Mimarı” kavramının yankısını duyuyorsam da bunun böyle olup olmadığını Yeremya’ya hiç sormadım. Grubumuzun üçüncü ve son üyesi Michel ise bir yayınevinde editördü. “Ne tür kitaplar yayınlıyorsunuz?” diye sorduğum da “Ezoterik edebiyat...” diye baştan savma bir yanıt vermiş, sonra da bunu yetersiz olduğunu farkedip kartını uzatmıştı:
Michel de Notre-Dame
Garamond Yayınevi
Bir süre ısmarlığımız biralarla ve havadan sudan konularla oyalandıktan sonra Yeremya herkesin görmemezlikten geldiği konuyu dile getirdi:
“Kim başlıyor?”
Tahminimce benimki en masumuydu, o yüzden ön sıcak olarak benim konuşmamda bir sakınca yoktu.
...
İki hafta kadar önce, bir Cumartesi öğleden sonrasıydı.
Kapı hafifçe tıklatıldı, sonra cevap vermeme fırsat tanınmadan aralandı.
“Vefik Bey?”
“İçeri gelin.”
Kendisi bekliyordum. Haftabaşında randevu almış, bunu yaparken de rumuz kullanmıştı.
“Bayan Platipus?”
“Evet, benim”
“Size böyle mi hitap edeyim, yoksa gerçek adınız olan Fiona Page’i mı kullanayım?”
Şaşırdı.
“Adımı nereden biliyorsunuz? Numaram da kayıtlı değil...”
“Bir medyuma geldiniz ve buna mı şaşırıyorsunuz?”
Karşısındaki medyumun bu kadar nokta atışını yapmasından hoşlanmamıştı. Bizim mesleğin de sıkıntılarından biri budur: Ne fazla genel, ne de fazla detaylı konuşmak iyi değildir. Ustam Prashanth“Bulutların arasından ara sıra yeryüzünü görsünler ama gördükleri nehrin adını bilmesinler” derdi. Ben Fiona’ya adını söyleyerek nehrin üzerine yön tabelası koymuş olmuştum.
İşaret ettiğim iskemleye oturdu.
“O zaman soracağım soruyu da biliyorsunuz?”
Gülümsedim:
“Madam, ben zihin okuyamıyorum.”
El çantasını masanın üzerine koydu. Otuz yaşlarında olmasına rağmen yarım yüzyıl, hatta daha öteye giden bir giyinme tarzı vardı. Başında şapka, elinde eldiven olsa yadırgamayacaktım. Yine de en son ne zaman döpiyeste etek giyen bir kadına denk gelmiştim, hatırlamıyorum.
“Kayıp bir ruhu bulmaya çalışıyorum.”
Ruh bulmak dışarıdan bakan için makul bir istek olarak gözükebilir. Ama sıradan insanların hayatlarına uygularsak bu isteğin ne kadar anlamsız olduğunu anlayabiliriz. Bir konferans salonu dolusu adam düşünün. Varsayalım bir Blizzard etkinliğindeyiz. Salonun kapısında “Kendini kaybetmiş var mı?” diye bağırır mıyız? Kaldı ki yaşamayanların milyarlık dünyası konferans salonu ile karşılaştırılmaz bile. Yine de bunu gelen müşterilere anlatamıyorsun. Sanıyorlar ki beş kişinin oturup, çay içtiği odadan birini çağıracağız. Biraz daha ipucu lazım.
Çantasına sığmadığı için elinde taşıdığı kitaba bakıyorum: Galya Savaşı Üstüne Yorumlar. Jül Sezar’ın Galya macerasında kaç yüz bin kişi telef olmuştur. Ara ki bul o kayıp ruhu. Kitabın Britanya Küpühanesinden ödünç alındığını farkedince bir ışık görür gibi oldum. Konsantre olmam gerekti. Bir süre sessizlikten sonra sordum:
“O ruh denizde mi kayboldu?”
“Nereden bildiniz?”
“Kendi kendime ‘Ben bir ruh olsam, nerede kaybolurdum?’ diye sordum.”
“Siz benimle alay ediyorsunuz”
“Siz de benden medyumluğun sırlarını size öğretmemi bekliyorsunuz...”
Bu tarz bir ironi doğaldır ki medyumluğun o gizemli atmosferini zedeliyor haliyle. Yapmamam lazım.
Sessiz kalmak yeniden imdadıma koştu. Kadını masada bırakıp kendime bir kahve koydum.
“Kahveyle oluyor mu?”
“Şarap olsa itiraz eder miydiniz?”
Fincanım elimde, yeniden masaya oturdum.
“Denizde kaybolmuş birini arıyorsunuz ama ölüp ölmediğinden de emin değilsiniz. Aradığınız kişi bir kadın. Sizinle aynı dönemde yaşamamış”
“Hani zihin okuyamıyordunuz? Ben size sadece kayıp bir ruh aradığımı söyledim”
“Sizi arayanlar da var, oradan biiliyorum”
“Beni arayanlar mı?”
“Tabii. Bu tek yönlü bir trafik değil. Kimi zaman ‘onlar’dan talep gelir. Ben genelde bu taleplere aldırmam. Kimsenin kapısını çalıp, bilmem kimin ruhu sizinle iletişime geçmek istiyor demem. Ama madem siz bugün buradasınız...”
“Peki beni kim arıyor?”
“Tahminimce sizin aradığınız kayıp ruh. Eğer başka birini arıyorsanız, söyleyin de bununla zaman kaybetmeyeyim.
Öbür taraftan hesabıma para geçmiyor”
“Yok, yok. Doğru gibi.”
“Doğru gibi mi? Siz Sarah Elizabeth Cobb’u aramıyor musunuz?”
İrkildi, gözleri büyüdü. Duyduğunu sindirmeye çalıştı. Sonra gözleri önünündeki kitaba düştü. Bir karar vermye çalışıyor gibiydi. Üzerine gitmedim. Kahvemden yudum aldım. Sabalenka ilk setini aldığı çeyrek final maçını kaybetmek üzereydi.
“Doğru, arıyordum” dedi.
İrkilme sırası bendeydi; onun bu kadar erken kendini toparlayacağını beklemiyordum.
“Arıyordum ama bulmayı beklemiyordum”
Bulmayı beklemiyorsan niye saatine yüz elli pound verdiğin bir medyumun evine gelirsin? Arama, aramayınca bulmazsın, paran da cebinde kalır.
“Ona ne sormak ya da söylemek istiyorsunuz?”
“Hiç bir şey”
Kararlı bir şekilde ayağa kalktı, çantasını koluna taktı, kitabını da eline aldı. Herhangi bir veda sözü sarfetmeden yürüyüp odadan çıktı. Eski binanın merdivenlerden inişini dinledim. Bir daha da onu görmedim.
...
“Ee, derdininin ne olduğunu hiç öğrenemedin mi?” diye sordu Yeremya.
“Öğrenemedim. Ama tahmin edebiliyorum. Bence kendisinin şu meşum Sarah Elizabeth Cobb’un reenkarnasyonu olduğunu inanıyordu. Ama madem ki Cobb’un ruhu ortalıklardaydı kendisi onun yeniden hayat bulmuş şekli olamazdı.”
“Peki bu kim bu Cobb denilen kaybolmamış ruh? Onunla iletişim kurduğuna göre sen kim olduğunu biliyorsun. Dahası, gelen müşterinin kim olduğunu ve neyi aradığını nereden bildin?”
“Beni hayalkırıklığına uğretıyorsunuz. Bugün buraya meslek sırlarımızı paylaşmak için toplandık ve siz bu kadarını da mı tahmin edemiyorsunuz?”
Fırsattan istifade onlara yüklenmek hoşuma gitmişti. Biramdan bir yudum daha aldım.
“Öncelikle google gözlük ve ipod destekli Siri kullanıyorum. Kadın içeri girince yüz tanıma sayesinde kim olduğu ortaya çıktı. Dul olduğu, kalan mirasın ne kadar olduğu bilgisi kelime anlamıyla gözümün önündeydi. Parası olan ama işi olmayan birinin yapması muhtemel şekilde kendini yeniden yaratmayı deniyordu. Bunun yöntemlerinden biri de önceki hayatlarında kim olduğunu keşfetmektir.”
“Çok serbest atış olmuş seninki” dedi bir süredir sessiz olan Michel.
“Öyle olabilirdi ama değildi. Elindeki kitap kütüphaneden alınmıştı. Haliyle kütüphane kayıtlarını taramak mümkün. Evime getirdiği Sezar’ın yazdığı klasikti ama daha önceden arka arkaya üç tane Mary Celeste ile kitap almıştı. Belki kütüphanede dönemin gazeteleri ile de bir arşiv taraması yapmıştı ama ben sadece ödünç alınan kitapları görebiliyordum”
“Mary Celeste de kim? Hem niye onun adını söylemedin de Elizabeth Cobb dedin?”
“Mary Celeste 1872de mürettebatı ortadan kaybolan ve okyanusta başıboş bulunan bir geminin adı. Dokuz yetişkin ve bir çocuk pek de bir iz bırakmadan sırra kadem basıyorlar. Tabii bu noktada tahmin yürüttüm ve gemideki tek kadının peşinde olduğunu varsaydım. Haklı da çıktım.”
“Peki Cobb ile konuşmak istese ne yapacaktın?”
“Yapay zekayı bu yönde programlayalı çok olmuştu. Bir makro ile ilgili kişiliğin kimliğine bürünüp, sorulara cevap veriyor. Eğer cevabı saçmaysa ben hafiften devreye giriyorum. Geçen seneye kadar benim düzeltmelerimi öyküsüne eklemiyordu ama artık bu sorunu aştık”
Geriye yaslandım. Yüzlerinde hayret değilse de bir takdir ifadesi bekliyordum. Pek etkilenmemiş gibiydiler.
“Niye? Ne oldu? Bir yorum yapmayacak mısınız?”
Ben Michel’den eleştiri beklerken Yeremya ondan önce davrandı:
“Amatör işi. Riskler alıyorsun ve çözümleri de tesadüflere bağlı. Kitap kadının çantasına sığsa, ya da hiç ödünç almamış olsa kocasının kimliğinden ileri gidemeyeceksin. Ya da ‘Hayatımda bir tane John Smith oldu. Onunla konuşmak isitiyorum’ dese yine baltayı taşa vuracaksın.”
Bozuldum. Alıngan bir sesle “Siz daha mı iyisini yapıyorsunuz?” diye sordum.
“Daha iyisi mi bilmem ama daha garantisini yapıyoruz” dedi Yeremya. “Dinle de öğren.”
YORUMLAR
Bu metni yayın dünyasına ait bir başkaldırı kabul etmem mümkün sanırım. Çok güzel dokunuşlarla sona kadar ters köşeyi de döndük :)
İlhan Kemal
Zihnimi okurcasına, Üçün İkisi ve Üçün Üçü'nde daha belirgin şekilde işleneceklerimi yakalamışsınız. İyi okur insanı yazmaya teşvik ediyor ama yazarken de biraz dizlerini titretiyor. Saygılarımla.