0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
250
Okunma
“Kostantiniye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne güzel ordudur.”
Alemlere rahmet olan hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.) bu mübarek sözleriyle başta ashab-ı kiram efendilerimiz olmak üzere, gelmiş ve gelecek olan ümmetlerine İstanbul’un bir gün mutlaka fethedileceği müjdesini vermiş oluyorlardı. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’ in mübarek müjdelerine nail olabilmek için, bütün ashab canla, başla çalışmaya başladı. Hz. Osman (r.a)’ın halifeliği zamanında İstanbul için ilk fetih girişimi yapıldı; daha sonra Emeviler döneminde fetih girişimleri devam etti. Hz. Muaviye (r.a)’ın İstanbul’u fetih için gönderdiği orduda Peygamberimiz hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V)’i Mekke’den Medine’ye hicret ettiği sırada evinde misafir eden, Eba Eyyubel Ensari (r.a) da (Bilinen ismiyle Eyüp Sultan Hazretleri) bulunuyordu. Şehrin muhasarası sırasında sur yakınlarında geçirdiği bir hastalıktan dolayı şehid olunca mübarek cesetleri sur dibine defnedilmişti.
İlerleyen yıllarda bir çok islam halifesi ve devlet reisi İstanbul’u fetih için seferler düzenlemişler, ne var ki bir türlü muvaffak olamamışlardır. Ta ki takvimler 29 mayıs 1453’ü gösterinceye kadar bu böylece sürüp gitmiştir.
Fatih Sultan Mehmed Han, kendisine inanmış mübarek ordusuyla, o zamana dek görülmemiş savaş taktiği ve aletleriyle fetih için, harekete geçmişti. Bir tarafta Fatih Sultan Mehmed Han komutasındaki gaza ordusu, diğer tarafta Akşemseddin hazretlerinin başında bulunduğu dua ordusunun azim ve gayretleriyle; Allah azze ve celle hazretleri İstanbul’un islam memleketi olmasına müsaade ediyordu. Sultan Fatih İstanbul’u aldığında günlerden Salıydı. Kimsenin malına mülküne, ırzına namusuna dokunulmayacağı garantisi verildiği gibi, herkes inancını yaşamaktada serbest bırakıldı. Elinde her türlü güç ve imkan bulunduğu halde ne kilise kapattı, ne havra. Sadece tavanında Kabe’nin toprakları bulunan, asırlardır hakettiği değere bir türlü ulaşamamış olan Ayasofya Kilisesi’nin Camii’ye çevrilmesi emrini verdi ve fetihten sonraki ilk Cuma namazınıda burada bizzat kendisi kıldırdı.
İstanbul fethedilmiş halk beklediği huzura kavuşmıştu. Öyleki zındanlardaki mahkumlar bile serbest bırakılıyordu. Bu mahkumların arasında papazlar dahi bulunuyordu. Bir çok tarihi eserde Sultan Fatih’le iki papaz arasında yaşanan bir olay şöyl anlatılır:
Sultan Fatih mahkumların serbest bırakılması emrini verince, hapisteki papazlardan ikisi zindandan çıkmak istemezler. Halka zulüm ve işkence eden Bizans İmparatoru’na, adaletli olmasını tavsiye ettikleri gerekçesiyle hapse atılan papazlar, bundan böyle hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdir.
Olaydan haberdar olan Sultan Fatih, huzuruna çağırdığı papazların ağzından kendi hikâyelerini dinler ve onlara şöyle der:“Bir teklifim var: sizler İslam adaletinin uygulandığı bu memleketi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve halkımın davalarını dinleyiniz. Eğer hayata küsmenize sebep olan adaletsizliği burada da görürseniz gelip bana bildiriniz ve önceden verdiğiniz kararınız doğrultusunda uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu kanıtlayınız.”
Papazlar zaman kaybetmeden yola çıkarlar. İlk durakları Bursa’dır. Orada şöyle bir olayla karşılaşırlar: Bir Müslüman’ın, “hiçbir kusuru yok” denilerek bir Yahudi’den satın aldığı atın hasta olduğu ortaya çıkar. Müslüman, sabah olur olmaz kadının yolunu tutar. Ancak kadı henüz gelmemiştir. Bir süre boyunca bekleyen Müslüman, kadının gelmeyeceğini düşünerek atını alıp geri döner ve at o gece ölür. Olayı sonradan öğrenen kadı, atın sahibi Müslüman’ı çağırarak şöyle der: “Eğer geldiğinizde ben makamımda bulunsaydım, atı sahibine iade edip paranızı alırdım. Ancak zamanında daireme gelmediğim için olayların bu şekilde gelişmesine sebep oldum. O yüzden atın ölümünden doğan zararı ben ödeyeceğim.”
Bu olay karşısında hayrete düşen papazlar buradan İznik’e geçerler. Bu şehirde ise şöyle bir mahkeme ile karşılaşırlar:Bir Müslüman’dan tarla satın alan başka bir Müslüman ekin zamanı gelip de tarlasını sürmeye başlayınca sabanına bir küp altın takılır. Çiftçi altınların hepsini alarak tarlanın ilk sahibine giderek küpü vermek ister. Ona “Ben senden tarlanın altını değil, üstünü satın aldım. Eğer tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin bana bu fiyata satmazdın. Al şu altınlarını” der.
Tarlanın ilk sahibi ise, tarlayı kendisine taşı ve toprağıyla beraber sattığını söyleyerek altınları kabul edemeyeceğini söyler. Anlaşmaya varamadıkları için iki Müslüman soluğu kadının huzurunda alırlar. Kadı, adamlara çocukları olup olmadığını sorar. Birinin erkek diğerinin ise kız çocuğu vardır. Kadı, bu iki çocuğu nikâhlayarak altını da çeyiz olarak onlara vermeye hüküm verir.
Bu iki olaya tanık olduktan sonra papazlar İstanbul’a gelerek Fatih Sultan Mehmed’in huzuruna çıkarlar ve şöyle derler: “Bizler artık inandık ki bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Bu dinin insanları başka dinden olanlara bile kötülük yapamazlar. Bu yüzden biz zindana dönme kararımızdan vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inandık.
Sulatn Fatih aldığı bu cevap karşısında haklı olarak şu cümleyi söyler:
“Bu halkla ben dünyayı bile fethederim”
Bir zamanlar İstanbul’da hile vardı, zulüm vardı, hırsızlık vardı, yolsuzluk vardı, her tülü ahlaksızlık vardı ve bir Sultan çıkageldi. Asırlaca beklenen o Sultan, kendisine inanmış mübarek ordusuyla, İstanbul’u zulmetten aydınlığa çıkardı. Hemde öyle bir çıkardı ki; bu olayla orta çağ kapandı, yeni çağ başladı.
Fetihle beraber huzurun adresi olan o İstanbul’da, Ulubatlı hasanın canını feda ederek burçlarına bayrağı diktiği o İstanbul’da, şimdi gene talan var, zulüm var… Mağazaların, dükkanların isimleri türkçe değil, caddeler, sokaklar tekin değil, mezarlarında ölüler dahi rahat bırakılmıyor… Hastanelerde bakımsızlıktan, ilgisizlikten ölenler, trafikte sabredemeyip kavga edenler, maçlardan sonra -kazandık- diye, sevinenlerin tabancalarından çıkan kurşunlarla hayatlarının baharında dünyadan ayrılmak zorunda kalanlar… Ağır şartlarda, sosyal güvencesi bulunmaksızın, az paralara çalıştırılan işçiler… Bir zamanlar Sultanların halkla bütünleştiği, içinde ibadet edilen mübarek mekanların ruhsuzlaşmış halleri… Bakımsızlıktan mezar taşları dahi kırılmış olan evliya türbeleri… Aylarca, yıllarca devam edip, bir türlü karara bağlanamayan davalar…
Bütün bu olumsuzluklar düşünüldüğünde, İstanbul’un yeniden fethedilmeye ihtiyacı var, demeden yapamıyor insan.
Ne diyelim, İstanbul’umuzun fetih yıldönümü kutlu olsun!
yusuf akkaya