- 758 Okunma
- 6 Yorum
- 6 Beğeni
Geçmişin Çağıltısında Nane Kokulu Sıçrama
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
-I-[6a]
Yaz mevsimiyle ilgili en sevdiğim şeylerden biri de verandanın hemen dışında bulunan toprak alandaki taze baharat bolluğu. Epeydir ihmal etmiştim “kjøkkenhage” dediğimiz mutfak bahçesini. Sabah uyanır uyanmaz karar verdim vakit ayırmaya… Güvezî fesleğenleri, süratle boy atan frenk soğanlarını, çıtkırıldım dereotları, uçarı maydanozları ve ballıbabagillerden mis kokulu naneleri toplamanın zamanı geldi de geçiyor bile. Hafta sonları basın-yayın-dağıtım departmanı gece vardiyasında görevli bir emekçi olarak bu cumartesi ve pazar mesaim yok. Hâl böyle olunca uyku ayarı yapma derdim de yok. Dalıverdim ıslak bahçeye kısa konçlu lastik çizmelerimle.
Nanelerden başladım önce. Köklerini koparmadan makasla diplerine yakın yerlerden keserek topladım hepsini. Dallarından sıyırdım sonra, ama yıkamadım hiçbirini. Hava yağışlıydı dün gece, sabaha kadar yağdı rahmet hem de sicim gibi. Salondaki yemek masasını iki baş fuşya rengi taze şakayıkla şenlendiren siyah kloş cam vazoyu ve en sevdiğim ağaç olan huş ağacından oyulmuş geniş şamdanları çektim bir köşeye, serdim masanın üzerine yemyeşil yaprakları… O nanenin ellerime, ah bütün eve yayılan ıtırımsı kokusu. Sarıverdi ruhumu her bir yandan ufacık bir kız çocuğu... Çocuk aldı götürdü beni İncirli’de bir otobüs durağına. Durak aldı bindirdi beni Lüleburgaz’a kalkacak otobüsün cam kenarı koltuğuna...
Hiç unutmam, ilkokul yıllarındayken hemen her yaz babaannemle birlikte Lüleburgaz’a seyahat edişlerimizi… İşte ta o zamanlardan sinmiş duyularıma nanenin insanı ayaklandıran dinçlik veren esansı. Babaannem dört toruna daha sahip olmasına rağmen beni alırdı yanına ilçeye seyahat ederken. Atılganlığımdan olsa gerek yol arkadaşı ben olurdum hep. Ona katılamadığım zamanlarda ise tek başına gitmeyi yeğlerdi. İki saat süren yolculuğumuz pek keyifli geçerdi ki zaten nine-torun bir araya geldiğimizde sessiz kalamazdık hiç. Otobüs biletleri her seyrüseferde Gülferi Hanım’ı ziyaret etmek üzere satın alınırdı. Gülferi Hanım teyze, Ürke Hanım için arkadaştan öte bir muhteremdi. Onlar buluşmaları ve vedalaşmalarında birbirlerine “aret” diye seslenir öyle kucaklaşırlardı. O zamanlar bu hitâbın ne anlama geldiğini bilmiyordum. Babamın uzaklardan reddine karşın ortaokulda seçmeli din derslerine -en yakın arkadaşımla daha sık görüşebilmek adına- girmeye başladığımda derslerden birinde asıl sözcüğün “aret” değil de “ahretlik” olduğunu, iki kişinin yakınlıklarını “ahiret” dedikleri öteki âlemde de devam ettirmek istediklerinden birbirlerine o hitâpla seslendiklerini öğrenmiştim.
Altmışlı yaşlarda olan iki ahretlik sohbete bir dalmaya görsün, araya girebilene aşk olsundu. Fakat en tuhafımıza giden şey, gün boyu şakalaşıp kıkır kıkır gülüşen bu iki kadını bazı akşamlar ağlaşırken buluyor olmamızdı… Gülferi Hanım teyzenin en büyük torunu Tuğsan ile aramızdaki üç yaş farka rağmen gayet iyi anlaşıyorduk. Güzelim yaz havasına yine hüzün damıtan ve merak duygumuzun doruğa çıktığı bir akşamüstü, üzüntülerinin nedenini anlamak üzere yanlarına yaklaşmıştık. Ancak daha ağzımızı açar açmaz ikimizi de tez elden mutfaktan uzaklaştırmışlardı, yetmezmiş gibi kapısını da kapatmışlardı ardımızdan. Biz de kurnazlık edip gizlice kapı arkasından kulak misafiri olmuştuk. Onları usulca dinlemeye çalışırken burunlarımızı mest eden nane kokusuna, birbirine sürtünüp hışırtı yapan iki çift elin çıkardığı kuru, kırılgan sesler eşlik ediyordu. Fakat içeride ne işle meşgul olduklarına dair hiçbir fikrimiz yoktu.[1]
Gülferi Hanım teyze, 1935’te ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç etmeden evvel kızamık sebebiyle kaybettiği, mezarını Üsküp’te bırakıp yıllardır toprağına el süremediği ortanca kızını, Ürke Hanım ise kalp yetmezliği sonucunda henüz yirmi üç yaşındayken vefat eden Aliş’ini anımsıyor, ikisi de alçak sesle konuşarak ağlaşıyorlardı. Ben, işte o zaman “Ali” isminde bir dede(m)nin varlığından ve ne garipti ki aynı anda yokluğundan da haberdar olmuştum. Kapının diğer tarafında babaannemin dudaklarının arasından zar zor çıkan boğuk, elem dolu sesini duyabiliyordum. Sonrasında anlatacaklarını ise bir ömür unutamayacaktım…
“Ah… On dokuzdan yeni gün aldıydım. Anacığımı, babamı, ablalarımı, üzüm bağlarını, şeftali bahçelerini bıraktık da geldik, biliyorsun. Hep Aliş’imin memleket sevdası yüzünden…”
“Deme öyle aret, belli ki onu vatan toprağı kendine çekmiş… Zati Ali, Bulgar’da[2] göç başladığını duyduğundan beri bubasına çıkışıp durmaz mıydı? ‘Memleket toprağını koklamadan kaybolacağız buralarda, gidelim!’ diye. Bu sözleri söylerken sanki mutfaktaki yoğun mentol kokusunu ciğerlerine dolduran kendisi değilmiş gibi, geçmişten gelen ağır, katran karası bir nefes boşalttı dışarıya Tuğsan’ın büyükannesi…
“Duydun mu Tuğsan?” diyerek başımı sol çapraza çevirdim ki bir de ne göreyim? Tuğsan, ayaklarında yeşil-beyaz çizgili ceyo terlikler, üzerinde beyaz bir atlet, atletin yakasından göbeğine değin kalın bir şerit halinde uzanan karpuz suyundan hâsıl olma uçuk kırmızı bir leke, dizlerinin epey üstündeki bondi mavisi şortu ve ucundaki demir mıhtan başlayarak yarıya kadar sımsıkı sardığı kirli urganıyla iki bacağının arasına sıkıştırdığı cırtlak sarı bir topaçla uyuyakalmış marley zeminde… Omuzuna birkaç kez dokunduktan sonra baktım uyanmayacak ben de rahat bir pozisyon almaya çalıştım yerde. Yavaşça uzandım yanı başına. Tam o esnada bizimkileri daha iyi duyabilmek adına başımı kapıya biraz daha yaklaştırdığımda eşikteki soğuk mermerin kulağıma temas etmesiyle ürperdiğimi anımsıyorum. Anımsıyorum, çünkü hem arka tarafta ölüm ve toprakla ilerleyen sohbet, hem de bulunduğumuz sofaya çökmekte olan karanlık artık beni iyiden iyiye huzursuz etmeye başlamıştı. Ani bir kararla ışıkları açmak için dizlerimin üstüne doğruluyordum ki babaannemin “Keşke uyuyup kalmasaydı o ağacın altında… Ölmezdi o vakit,” dediğini işitince, olduğum yere mıh gibi çakılıverdim.
Hissettiğim şuydu ki ben o anda, orada, nane kokularının göç kervanlarına karıştığı o yaz akşamında büyümeye başlıyordum. Hoyrat zamanlara tanıklık eden ahşap bir kapının ardında, dostluğu bakî iki kadının mahremini dinlerken; Bir sinek, kanımı içiyordu gizlice, zehrini zerk ederek tenime. Ve ben, tek kelime dahi etmeden canımın yanmasına göz yumuyordum. Acıyı, bisikletinin tepesinden düştükten sonra diz kapaklarında açılan yaralardan kan damlaması olarak yorumlayan o kız çocuğu büyüyordu sessizce, kapı arkasında terleyen bir gecede…
Duyduklarımı ömrü billah unutmayacaktım demiştim ya… O dönem Balkan ülkelerindeki faşist hareketler, asimilasyon arzusu, azınlıkları ayıklama, çıkartma veya kaçırtmaya yönelik politikalar göçü zorunlu hâle getiren başlıca faktörler olduğundan, bu durumlar bizimkilerin de canına tak etmiş. Cumhuriyet döneminde Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Ocak 1923’te İzmit’te yaptığı bir konuşmasıyla, Balkanlardan gelen Türk göçmenlerin yurda kabul kararı kesinlik kazanınca, geride kalan soydaşlar da göçe hazırlanmaya başlamış. (“…nüfusumuzu tezyid etmek lazımdır… Eğer Rusya’dan da getirmek mümkün olursa oradan da getireceğiz. Fakat bence Garbi Trakya’dan kâmilen Türkleri nakletmek lazımdır…”)[3]
Özellikle 1934 sonrasında gelen göçmenler yerleşik statüde işlem görerek belli bir iskân programı dâhilinde yerleştirilmeye ve topraklandırılmaya başlayınca, doğal olarak çiçeği burnunda yeni evli çifte de barınma ve iskân kanunundan yararlanma hakkı doğmuş. O yıllarda Ali Dedem yirmi iki, babaannem Ürke Hanım ise henüz on dokuz yaşında ve tıpkı Gülferi Hanım teyzelerin göç ettiği tarih olan 1935’de Üsküp’ten yola çıkarak, Bulgaristan üzerinden Türkiye’ye ulaşmak üzere katılıyorlar kervana. Vatan hasreti bitiyor bitmesine lâkin meşakkatli bir yolculuktan sonra çünkü babaannem babama dört aylık gebe olduğundan bitkin düşerek sık sık rahatsızlanıyor. İstanbul’a ulaştıklarında yanlarında getirdikleri birikmişlerle Kızıl Adalar’ın tam karşısında yer alan Kartal ilçesine yerleşiyorlar. Birkaç ay sonra da babam gözlerini açıyor dünyaya Kartal’da. Genç anne kendini toparlayıp, bebeği ele avuca gelecek kadar palazlandığında, Lüleburgaz’a tanışlarının yakınlarına taşınıyorlar. İskân programından yararlanmaları belli bir süreç gerektirdiğinden, dedem kendi tarlasına kavuşuncaya(!) dek başkalarının tarlasında ırgatlık yapmaya, “eve ekmek getirmeye” başlıyor. İşte ne oluyorsa ondan sonra oluyor. O talihsiz başlangıç bir yandan ‘son’u içinde barındırırken, öte yandan ‘bitiş’in ardılını başlatıyor…
Aylarca tan yerinin ağardığı vakitlerde uyanıp ilk iş fecr-i sadıkta namazını eda ederek, akşam güneşi batıncaya değin anamalcılarda[4] tarım işçiliği yapan dedem, son olarak bir patates tarlasında çapa sallamış. Temmuzun kavurucu sıcağında tarladan çıkarttığı patatesleri günlerce ayıklayıp irili ufaklı olanları sınıflandırarak çuvallara doldurup taşımış. İkindiye yakın saatlerde diğer emekçilerle birlikte mola vererek karınlarını doyurmak için bir dere yamacında ateş yakmışlar. Su içtikleri helkilerden birini dere suyuyla doldurarak oracıkta patates kaynatmışlar. Bir ceviz ağacı gölgesinde toplanıp şakalaşarak pişirdikleri patatesleri hep bir elden hem soymuş hem de tuzlaya tuzlaya bir güzel yemişler, üstüne de maşrapa maşrapa su içmişler. Denilir ki: “Dinlenirken tütünlerini sarıp türkü bile çığırmışlar.” Neşeyle geçen o öğünün ardından arkadaşları yavaş yavaş kalkıp işlerinin başına dönerlerken dedemin üzerine tarif edemediği bir ağırlık çökmüş. “Şuracıkta kestireyim azıcık,” diyerek cebinden oyalı bir mendil çıkartıp ensesine koymuş. Terlemiş başına geçirdiği kasketini göz hizasına kadar indirerek ağacın dibine uzanmış ve uykuya dalmış. Dalış o dalış, bir daha uyanamamış.
Haber eve ulaştığında babaannem bir damla dahi gözyaşı dökemeden elinde dedemin teri kurumamış mendili, dört gün boyunca o ceviz ağacının etrafında, ağzını bıçak açmamacasına dolanmış durmuş. İleriki yıllarda Gülferi Hanım teyze ile yaptığım konuşmalarda: “Zor getiriyorduk eve, bubanı da almıyordu kucağına,” diyordu, “ama o dört günün nihayetinde gözleri kurumadı hiç.”
Bir seneye yakın bir zaman bebesiyle birlikte ahretliğinin evinde kaldıktan sonra İstanbul’a, (onlardan üç-dört ay sonra Türkiye’ye gelen) akrabalarının yanına taşınmış. Mushafı on iki yaşında tümden ezberleyerek, otuz bölümden her birini gözü kapalı okuyan babaannemin talebeleri vardı ve uzun yıllar hafızlık yaptı. O yıllarda da İstanbul’daki akrabalarının verdiği tek göz odaya günaşırı talebe kabul edip okutarak geçimini idame ettirmiş. Tabii o günlerde baş göz edip evlendirmek isteyen çöpçatanlar da aşındırıyor kapısını. El âlemin başına açtığı yeni icadı düşünmek şöyle dursun, yaşadıkları yetmemiş gibi, insanın nutkunun tutulduğu akla zarar bir olay daha geliyor gencecik kadının başına. Bir hafta içinde iki gözüne birden perde iniyor, görme yetisinin tamamını kaybederek kör oluyor. İki buçuk sene süren körlüğün ardından, “turnagözü gibi bir ışık, incecik… gelip gelip gidiyordu gözlerime,” diyerek, görme yetisinin kendiliğinden nasıl geri geldiğini anlatmaya çalışırdı kalbimin uçmağı.
Ne hikmettir bilinmez beni de 2021 sonbaharında adını önceden hiç duymadığım bir göz hastalığı yakaladı. O gün evimin bahçesinde ağaçlardan dökülen yaprakları tırmıkla taraklayıp toplayarak siyah dökme poşetlere dolduruyor, römorka yükleyip bir dönüm bahçeyi kışa hazırlamaya çalışıyordum. Bir gün öncesi sağ gözümde kanlanmayla başlayan ağrı ve yanmanın arttığını hissettim. Hemen oracıkta arabamın yan aynalarından birine başımı eğdiğimde gözümün kısmen değil tamamının kanlandığını gördüm. Sağ göz ile yüzümü çok yoğun bir sisin ardından seçmeye çalışıyordum ama neredeyse seçemiyordum. Sabah acile gittiğimde ise artık hiçbir şey göremiyordum. Bembeyazdı dünyam. Doktor hastalığın adının “Üveit İltihaplanması” olduğunu, hızlıca kötüleştiğini, iki gözü de kaplayabileceğini, erken tanı konulmazsa görme kaybına yol açabileceğini, beni hemen şimdi tam teşkilâtlı bir hastaneye sevk edeceğini ve metin durmamı söyleyerek sağ gözümün şu andan itibaren %95 görme kaybı yaşadığını, ama kurtarmaya çalışacaklarını söyledi. Üç ay boyunca her gün yapılan tetkikler, damlalar ve sol gözümün önünde, sağ gözümün köküne köküne batırılan iğneler sayesinde şükür Yaradan’a görüşümün %65’ini geri kazandım. O üç ayda yeniden sağlığıma kavuşabilmek adına ettiğim dilek ve dualarla birlikte günbegün Ürke babaannemi düşündüm durdum. Gözleri dünyaya kapalıyken geçen o iki buçuk senede ufacık evlâdınla nasıl ilgilendiğini, yaşadığı zorlukları, her şeye rağmen hayata tutunma çabasını tahayyül etmeye, anlamaya çalıştım.
İstanbul’daki akrabalarının yanına taşındığında onu baş göz edip evlendirmek isteyen kimselerden söz etmiştim ya, körlük geçirdiği dönemde de farklı aracılar kapısını aşındırmaya devam etmiş. Ama babaannemi en çok korkutan, o aracıların çocuğu olmayan varlıklı bir karı-kocayla defalarca çat kapı gelip babamı evlâtlık almak isteğiyle yaptıkları ısrarlarmış. Gözleri görmediğinden kimselere güvenmediğini, oğlunu kaçıracaklar diye ödü koptuğunu söylerdi hep.
1935’li senelerde gencecik bir kadın, üstelik tek başına bir annenin bu art arda yaşadığı talihsizlikler, bugüne değin ruhumu ziyadesiyle incitirken her seferinde yüzeye çıkışı da şükür sebebim olmuştur. Onun içinde bulunduğu durum ve koşulları şu anki zihnimle değerlendirdiğimde, anlıyordum ki acıyı anlamak önce acının varoluşla bir bağı olduğunu kabullenmekten geçiyordu. Akabinde, acının üstesinden gelmek gerekiyordu ki bu da tek bir şeyle mümkündü: “Sıçrama.” Geçmişe dair konular açıldığında babaannemin net, devinimsiz kurduğu bir cümle vardı: “Ben, Hasan’ımı evlâtlık almak istedikleri gün silkinip kendime geldim.”
Babaannem yazgının tüm sınamalarına rağmen sezgisel yeteneği, serinkanlılığı, moralini yüksek tutabilme yetisi sayesinde kısa sürede kafasında bir yol tayin ederek o sıçramayı gerçekleştiriyordu. Kör olsundu, ne çıkardı? Buna karşın kulakları duyuyor, eli ayağı tutuyordu. Gözleri görürken yaptığı okutmanlık işini yapmaya, evine talebe kabul etmeye devam etti. Hem o bir göçmen kızıydı, göçmen kızları çok güzel katmer açardı. Peynirli, haşhaşlı, ıspanaklı… Onun ellerinden katmer yiyenler şenlenir, yemeyenler ise mutlaka methini işitirdi. Hısımlarından birinin on iki yaşındaki kızı Zübeyde’den yardım alarak hamurlar kardı. Kendi sofrasında açıp kotardığı katmerleri tam iki sene mahalle sakinlerinin mevlitlerine; düğün, kına şenliklerine hazırlayıp sattı. İki buçuk sene sonunda gözlerindeki perde kendiliğinden kalkıp da görmeye başladığında Hasan altı yaşından gün almıştı…
-II-
1941 senesinin ocak ayında Kartal’da yeni açılan bir fırından buram buram yükselen taze somun kokuları tüm mahalleyi sardı. Kadın, ikindiyi kıldıktan sonra kuzinenin üzerinde fokurdayan kuru fasulye tenceresinin kapağını araladı. Tahta kaşığı yemeğe daldırıp suyundan azıcık alarak tuzunu kontrol etti. Göç sırasında tıka basa doldurdukları kemerli bavullardan birinin köşesine sıkıştırıp memlekete getirdiği ana yadigârı tel işlemeli keten peşkiri ikiye katladı ve kapağın üstüne yerleştirdi. Tencereyi iki eliyle sağlam bir şekilde kavrayarak kuzine ayağının yanı başında bulunan tamburlanmış dere taşının üzerine indirdi. Sıcak nesnelere dokunurken ekstra dikkatliydi, zira âmâ olduğu ilk aylarda kendini yeteri kadar yakmıştı.
Evden çıkıp bahçe kapısını sürgüledi. Oğlunun elinden tutarak kokunun yayıldığı yöne doğru yürümeye başladı. Fırına girer girmez etrafa bir göz atıp fazla oyalanmadan söğüt dallarından örülmüş yayvan küfelerin önünde durdu. Özenle dizilmiş sıcacık somunların nar gibi kızarmış olanlarından iki tanesini gözüne kestirerek çekiverdi. Parasını ödeyip fırından çıkmak üzereydi ki Hasan elini bırakarak karşıda duran camekân yönüne koşmaya başladı. Peşinden gitti. İşaret parmağıyla cama dokunan çocuğun kulağına hafifçe eğilip kulice çöreğini[5] şimdi değil, öbür gün alabileceğini fısıldadı. Dışarı çıktıklarında birdenbire başlayan sağanak yağmurun azizliğine uğradılar. Birbirlerine bakıp gülüşerek pürtelâş eve koştururken Hasan’ın omzuna bir el yetişip dokundu. Ürke başını sağ çapraza çevirdiğinde dokundu adamın bakışında akseden ay ışığı kadının bakışına. Aşk, o anda kendine özgü ikircikli utangaçlığı; ancak her defasında üstün gelen cesaret ve cömertliğiyle iki çift gözü birbiriyle buluşturdu. Adam yüzündeki muhlis gülümsemeyle gazete parçasına sarılı kulice çöreğini çocuğun ufacık avuçlarına bırakırken üzerine sinmiş kâğıt kokusunu kadının belleğine emanet ederek karanlıkta uzaklaştı.
Üsküdar Matbaası’nda (Milli Matbaa) uzun yıllar çalışan Hüseyin dedemin karşısına çıktığı o akşamın efsunlu bir akşam olduğuna inanırdı hep babaannem. Birlikte geçirdikleri on altı sene boyunca nasıl iyi anlaştıklarını, Hasan’ına yaklaşırken gösterdiği şefkat ve merhameti aklına geldikçe hepimize uzun uzun anlatarak yâd ederdi. Akabinde gözleri dolu dolu, dualar okuyup hediyeler gönderirdi kocasının ruhuna. Duası bitince de; “Ya Rab, bana evlât acısı gösterme, onu da gösterirsen yaşayamam artık,” diye yakarırdı. Ne var ki yukarıdaki, evlât acısını da esirgemedi babaannemden. Ama o peş peşe gelen tüm kayıplara rağmen şükründen vazgeçmedi. Oğlunu toprağa uğurladıktan sonra uzun yıllar yaşadı.
Geçmişin çağıltısından bilincime akan sesler eşliğinde, parmaklarımın arasında bahçeden topladığım nane yaprakları, salondaki yemek masasının önünde kalakalmışım öylece… Lüleburgaz’a kalkacak otobüse her seferinde aynı heyecanla binerken “Numara aklımda!” diyerek bileti babaannesinin eline tutuşturan, rakamı görür görmez sevinçle cam kenarı koltuğuna zıplayıp oturarak hareket hâlindeki yolcuları seyre dalan o kız çocuğu nicedir ruhumu sarıp sarmalamamıştı… Belli ki bana gelmek için yazı, özellikle nane kokan bir yaz gününü beklemişti.
Sabah sabah daha kahvaltı bile etmeden toprak ananın mis kokan kucağına, üstüne bir de mâzinin ıpıslak koynuna daldığımdan, kafamda açlıktan mütevellit hissettiğim hafif ağrıyla, önünde bulunduğum masaya sırtımı döndüm. Gözlerim sabah neminin yoğuşarak konsol aynasının yüzeyinde oluşturduğu, aşağıya doğru uysalca süzülen çiy tanelerine takıldı. İşte tam o sırada sol kolumun üzerinde hissettiğim incecik bir ısırıkla geliverdim kendime; Bir sinek, kanımı çekiyordu sinsice, zehrimi zerk ederek kendine.
/ yüRekTen
Üvercinka 94/95. Sayı
[1] Kuruttukları naneleri ellerinde ufalayıp, öğütüyorlarmış.
[2] Balkan Türkleri Bulgaristan’a Bulgar derler. Örn. Bulgar elinde, Bulgar ilinde vb.
[3] Arı İnan, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları,Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1982, s. 54.
[4] Toprak, yapılar, makineler vb. gibi üretim araçlarını özel mülkiyetinde bulunduran kimse, anamal sahibi, sermayedâr.
[5] Selçuklu mutfağında yapılan simit.
[6a] Sis, koru ve derenin üzerinde süzülürken -ah ben orada olacağım göreceksin-
YORUMLAR
Baharatlardan yola çıkarak uzağımızdaki Güney'de mola verdik.
Kah kukularla cilveleştik, kah geçmişin labirentinde takıldık kaldık.
Düşündük; sohbetler ettik, hüzünlendik. (Du gör lite som jag gör. :) )
Hani sararmış fotoğraflardan oluşan gizemli bir kolajın içindeyiz sanki.
Ve hikayelerin geçtiği mekanlar, karekterler, hatta yaşanmışlıklar... içimize işleyen zerecikler...
Tack och grattis för denna omfattande artikel,
Sänder vänligaste hälsningar
/ yüRekTen
"Kah kokularla cilveleştik," deyince sen Tüya, Süskind'in "Koku"su bitti. Öyle ki artık okuduklarımı ve kokusunu unutmaya çalışıyorum. Filmini de izledim ama kitap çok daha etkili.
Håper du får en fin dag♡
Tüya
Evet, katılıyorum, kitap daha iyi, hatta her zaman...
Detsamma, fina du.