- 163 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Gel Birlikte Kaçalım
(Latekmen’den Büyüklere Masallar)
Baba oğul yan yana, toprak yolda küçük adımlarla koşuyor, koşarken küçük küçük konuşuyor, arada bir yürüyüş moduna geçip derin derin nefes alıp vererek ciğer açıp dinleniyorlardı...
Oğul Poyraz, Ankara’daki okulundan köydeki ata evine gelmişti. Gelişin ertesi gününde şort, atlet ve spor ayakkabı giyip babasına da; "Haydi baba, sen de aynısı." demişti. "Sağlıklı yaşam baba! Bugün biraz spor... Spor nefes açar. Açık nefes darlığa isyan bayrağı açar. Spor kasları güçlendirir. Güçlü kaslar kalbe; bir de benimle uğraşıp yorulman gerekmez." der. Faydalarını say say bitmez işte..."
Babası da ona, "Hey gidinin deli Poyraz’ı, ben burda her gün spor yapıyom." demişti. "Hayvanlara bakıyom; spor. Odun kesiyom, ot biçiyom; spor. Şu yamaç yolcuğu adım adım edip kaveye gidip geliyom, anana çeşmeden su getiriyom; spor. Benim kolum bacağım da, kalbim başım da yorulmaz; al sana sağlıklı yaşam." Demişti ama Ankara Üniversitesinde okuyan oğlunu kıramamış ve tıpkı onun gibi giyinip kendini hazır ettikten sonra evden çıkıp birlikte tozlu topraklı Düzorman Köyü yoluna düşmüşlerdi. Sol, sağ, sol, sağ; haydi bakalım marş marş...
O şekilde Çentikdere yamacını çıkıp Soğuksu düzüne gelmişlerdi. Gün, günlük güneşlik pırıl pırıl bir İlkbahar günüydü. İşte tam oradayken üst yanı çayırlık tarlalık, alt yanı ormanlık olan keskin dönemeçten biri çıkageldi. Düzorman’dan Koruköy’e doğru koşuyordu. Genç bir kızdı o. Koşarken arada bir dönüp arkasına bakıyordu. Hiç yokmuşlar gibi onların yanından başını bile kaldırmadan geçip gitti.
Sonra o dönemeçten biri daha çıktı. Sonra üçüncü, sonra dördüncü, beşinci; peşi peşine bir sürüsü çıktı. Onlar erkek kişilerdi. Koşmaktan yorulmuşa benziyor, koşmuyor sanki koşar adım yürüyor gibiydiler.
Salih Sıpacık oğluna; "bu da mı spor? Bunlar da mı sağlıklı yaşamı kovalıyor?" demedi. Çünkü pek öyleye benzemiyordu. Tavşan kaç, tazı tut misali; sanki biri kaçıyor, birileri de onu kovalıyordu.
Hani kaçan geçip gitmişti ya yanlarından başını bile kaldırmadan, kovalayanlar da aynısını yaptı. Lan kör mü bunlar? Ya da gerçekte değil de rüyada mıydı bütün bu olanlar?
Sonra biri daha çıktı ötekilerin çıktığı yerden. O koşmuyor, resmen yürüyordu. Salih onu tanıdı; "Aa!" dedi gözleri fal taşı gibi. "Lan Hüsnü bu! Bizim Kısacık Hüsnü!"
Durdukları yerde onu beklediler. Az sonra da geldi. Elinde de kapağı açık bira şişesi vardı ve arada bir onu yudum ediyordu.
"Ulan bu ne hal?" dedi Salih’e sırıtarak."Beş yaşında gızancıklar gibi! Kısa pantul, kısa gol; Allah cezanı vermesin!"
Salih, Hüsnü’ye kızdı biraz. Hem de alındı. Lafa bak, sıpacıkmış! "Ulan götten bacak Hüsnü!" dedi ona. "Kaktırma şindi sıpana!"
Hüsnü; "Şaka yaptım bea." dedi. "Neden gızdın hemen? O gadar hatıranız oldu o Kürt eli Kağızman’da, unutulup gitsin mi hepiciği?"
"Sıpacıktan başka... Tek o mu? Başka başka daha ne çok hatıra yok mu?"
Koruköylü Salih ile Düzormanlı Hüsnü tertiptiler. Karlı bir Mart günü askere birlikte gitmişlerdi; Salih Sivas’a, Hüsnü Silvan’a. Veya Siverek... Neyse ne, o günden bu güne kaç seneler geçmişti.
Acemilik bitip dağıtım olduktan sonra Kağızman’da buluşmuşlardı. Hem de aynı birlik ve de aynı bölükte. Ne çok sevinmişlerdi. Salih, bölük komutanına yaver, Hüsnü de şoför olmuştu. İşte buna daha da çok sevinmişlerdi. Koca ülkenin Batı ucundan çıkıp Doğu ucunda buluşmuşlar; bu ne büyük bir lütuftur ki, bundan daha güzel ne olabilirdi.
Komutan Yüzbaşının adı Şevket Yağmur’du. Nedendir bilinmez, asker ona Çamur Şevket derdi. Çamur Şevket ha! Lakapsa lakap, o da askerlikleri boyunca Salih’e Sıpacık, soyadı Kısa olan Hüsnü’ye de Kısacık diye hitap etti. Hey Sıpacık! Emret Komutanım! Hey Kısacık! Emret komutanım! İşte Düzormanlı Hüsnü’nün aklında kalan en mühim hatıra buymuş ki, ummadığı anda ve ummadığı yerde tertip Salih ile karşılaşınca ilk onu dillendirmişti.
"Neyse Hüsnü, sıpacığı da kısacığı da bırak şindi, oğlum ne oluyo büle?"
Hüsnü:
"Bizim şu erkek Fatme..." dedi kekeleyerek. "Şu Şıracı Musa’nın gızı. Yüz garamız. Cümle aleme irezil etti bizi."
Sonra o anlattı, sabah sporuna çıkmış Salih ile oğlu dinledi. Şu erkek Fatme dedikleri asi kız, özgürlük demiş de başka bir şey dememiş. Ben bu on haneli mezra köyde bağlasanız da durmam demiş. Ne ana ne baba, kimseleri dinlememiş. Köyden kaçmış kaçmış gitmiş. Bulmuşlar, tutup geri getirmişler. Bana ne sizin örfünüzden adetinizden! Bana ne sizin kapitalizminizden, liberalizminizden, sömürü düzeninizin bin türlü renginden, demiş durmuş ama hayatları boyunca açıp bir kitap okumamış, bırakın bir gazete sayfasını çevirmeyi oraya konuk bile olmamış anacığı, babacığı bütün bunları nasıl bilsin! Son kaçışında sonra babası onu ayağından zincirleyip samanlık direğine bağlamış. "Yettin gari be Fatme! Kaktırma şu özgürlük dediğin sınırları olan boktan şeye!"
Sabah akşam getirip önüne bir tas su, bir parça ekmekle bir tabak yemek koymuşlar sanki bir it, bir kediymiş gibi.
Üç gün sonra zinciri kırıp gene kaçmış. Bu kaçmaca kovalamaca oyunu da bu yüzden oynanmaktaymış. Vay anasını!
Yanlarından rüzgar gibi geçip giden o kız, Çentikdere yamacı başına gelince yoldan çıkıp sağa saptı. Orada azgın akan Lanet Deresi vardı. Kızın istikametinde de Kazankaya denen o lanet yer vardı. Dosdoğru oraya gidip üst başına dikildi. Kovalayanların arkadan gelenleri de öndekine yetişince hep birden duraksadılar.
"Ne oluyo Hüsnü?"
Hüsnü, birasından bir fırt çektikten sonra; "Sik anasını bea!" dedi. "Ölsün gitsin gancık! Mına goduğum orospusu! Atsın kendini burgaca, ölsün girsin. Hem kendisi, hem de herkez kurtulsun. Yetti bea. Yetti de arttı bile. Hadi bizi, hadi küğlüyü boş ver; anası da bubası da azcık ıraata gavuşsun..."
Üç tarafı kayalık olan Kazankaya denilen o kısık yer, belalı bir yermiş Hüsnü Kısa’nın dediğine göre. Çağlayan gibi yüksekten alçağa düşen su, orada bir süre değirmen taşı gibi döner, ondan sonra akıp gidermiş. Yani sakince akan su orada delirirmiş. Bin sene, milyon sene bu hep böyle olmuş ve düştüğü yeri döve döve delip derinleştirmiş. Ne kadar derin olduğunu hiç kimse bilmezmiş. Bir gün bir keçi düşmüş o burgaçlı yere ve başlamış değirmen taşı gibi dön ha dön etmeye. Ve az sonra batıp gitmiş o burgacın derinliğine. Mal canın yongasıymış ya, çoban da koşup atlamış peşinden. O da bir süre dönmüş keçi gibi, sonra o da batıp gitmiş anaforun içine.
"Oraya keçi düşmüş, insan düşmüş; kurtulamamış. Gurt, guzu, keklik, tilki düşmüş; kurtulamamış. Orası ölüm çukuru; lan düşen yılan bile kurtulamamış. Ko gitsin Şıracı gızının gancık götüne!"
"Olmaz! Olamaz Hüsnücüm olmaz!, Bu insanlığa sığmaz! Hani sinek olsa, böcek olsa, inek olsa... Ne olursa olsun, gene de olmaz!"
"Ben onu biliyorum." dedi, Poyraz. "Liseden arkadaşımdı. Hani ona köylüler erkek Fatme demişler ya, Liseliler ona özgür kız adını vermişlerdi. On beş yaşındayken bile sevgilisi vardı. Z kuşak denilen şimdikiler sevgili yerine erkek arkadaş demeyi tercih ediyor. Onunla kimseden korkmadan, kimseden çekinmeden gezip tozar, öpüşüp koklaşırdı Kimileri onun bu özgür ruhuna gıpta ederdi. Ama özgür kız diyenler kadar orospu kız diyenler de vardı.
Bir gün almış sırt çantasını gitmiş; Meriç’i yüzüp karşıya geçmiş. Silahlı iki Yunan askeri dikilmiş karşısına; dur demişler, nereye böyle? Ben Selanik şehrine gidiyorum, çekilin önümden demiş. Askerler, olmaz demiş, sen sınırları aştın; özgürlüğün bu kadarı fazla değil mi? Alıp onu Dedeağaç’a getirmişler ve oradaki Türk yetkililere teslim etmişler.
Bir keresinde de Rezve Deresini yüzüp Bulgaristan’ geçmiş. Orada da silahlı iki Bulgar askeri dikilmiş karşısına. Namluları ona doğrultmuşlar. Varna’ya gidecekmiş, Karadeniz kıyısındaki çıplaklar kampına. Orada da Yunanistan’dakinin aynısı olmuş. Getirip onu Rezve Köprüsü başındaki Türk karakoluna teslim etmişler..."
Kız oradan kendisini kovalayanlara bağırıyordu; "Gelmeyin! Bırakın artık peşimi, yoksa atarım kendimi! Ben ölünce kına mı yakacaksınız götünüze?"
Kovalayanlar onu dinleyip durmuşlardı ama Salih dinlemedi. Ona doğru yürümeye başladı. Kız, ona da bağırdı; "Sen de gelme, sen de gelme!" Hem de elini kaldırmıştı Trafik polisleri gibi; "Dur!" Hem Hüsnü hem de Poyraz, "Dur gitme!" dediler. "Yoksa kıyacak kendisine." Salih, kızı da onları da dinlemedi.
Yapma güzel kız, yapma!
Değmez!
Bak gökyüzü ne kadar mavi.
Mavi ne kadar güzel.
Bak yeryüzü ne kadar yeşil
Yeşil ne kadar güzel
Gündüzleri güneş güzel
Geceleri ay güzel, yıldızlar güzel
Aydınlık güzel, karanlık güzel
Sevmek güzel
Sevilmek güzel
Sevişmek de güzel
Velhasıl yaşamak güzel. Değmez güzel kız değmez! Hiç kimse, hiçbir şey için ölmeye değmez! Yapma! Yapma gözünü sevdiğim!
Kız orada, Kazankaya burgacı başındaydı, tam üst ucunda. Ha atladım ha atlayacak! Atladığı anda azgın suyun girdabında birkaç kez hızla dönünce derin dibe çekilip yutulacaktı. Ölüm kaçınılmaz.
Salih Sıpacık, koştu. Ölüyordu korkusundan. Yapma kız, yapma! Yapma gözünü sevdiğim, değmez. Yaşam her şeye rağmen o kadar güzel, o kadar kıymetli ki, ölmeye değmez. Hiç değmez!
Kız, birinin kendisine doğru koşup geldiğini görünce saldı kendisini burgaçlı Kazankaya kısığının lanetli içine.
Eyvah eyvah! Sağlıklı yaşam, koşudur dedik oğul Poyraz ile, sabah sabah bu neyin nesidir, eyvah eyvah!
Burgaçlı kısığın başına gelince gördü ki, kız gömülüp gitmemiş, yani ölmemiş; öte kayalığın sığ yerinde ayaktaydı. Oradaki sakin usul dönen sığ su dizlerine kadar geliyordu. Atlamazdan önce beline tül perde bağlamış, bir ucunu da Kısık başındaki ahlat ağacına bağlamış. Paraşüt gibi açılmış tül perde burgaçlı suyun yüzeyinde duruyordu. Buna çok sevindi. Hani sevinçten çocuklar gibi uçası geldi. O da hiç düşünmeden attı kendisini kısık gölün işine...
Kız ıslanmıştı. Islak giysileri tüm bedenine yapışmıştı. Başı, gövdesi, kol ve bacakları ak kağıda karakalemle çizilmiş gibiydi. Yüzüne düşmüş ıslak uzun saçları, narin omuzları, ince beli, dolgun kalçaları, etli bacakları öylesi güzellikte iç gıdıklayıcı bir şekildeydi. Onca korkudan sonra nefsi yendi yaşlıca Salih!i. Hiç istemese de bu vahim durumdan sonra aklı o akılsız şekle gidiverdi ki, kendisine oha bile diyemedi. Oha Salih!
Tüm bedene yapışmış ıslak giysiler, ıslak siyah saçlar, kavun dilimi dudaklar, kaş, göz, yüz, ince bel, geniş kalça ve uzun bacaklar ve baş kaldırmış memeler; işte o zaman hiç muhakeme yapmadan kıza o ahlaksız teklifi yaptı; "Benimle öpüşür müsün?"
Kız: "Olmaz!" dedi. Aslında öyle mi dedi onu tam olarak bilemedi. Çünkü burgaçlı kısık göle döküle sular hem köpürüyor, hem de çağlayan gibi sesler çıkarıyordu.
"Olmaz mı dedin?"
"Burada olmaz. Görmüyor musun yolda dikilenleri? Buraya dikilmiş o kem gözleri?"
"Başka bir yer olsa... Kem gözsüz bir yer... Mesela gizli saklı tek ikimizin olduğu bir yer:.."
"O zaman olur."
"Öpüşür müyüz?"
"Sevişiriz bile..."
"Sonra Nirvana..."
"O da ne?"
"Zirve yani. Doruk... Öyle bir şey."
"Kesinlikle..."
"Haydi öyleyse tut elimden, önce çıkalım şu lanetli yerden..."
El ele tutuşup yürüdüler. Yolda duraksamış namus kovalayıcıları orada kalakaldılar. İkisi yanlarından geçip giderken tek laf edemediler. Çentikdere’nin aktığı yere gidelim dedi iç sesleri. Orada çam ağaçlı gür orman var; hani orası gizli saklı bir yer. Diyelim ki, Cennetten bir yer. Hani içeni sarhoş etmeyen şarap akan dereler, özünden bal damlayan meyveler, Havva’nın Adem’i kandırıp yedirdiği yasak elma bile... Kamil İblis mi; o Şeytandır artık, işte şimdi o kovalayan zavallıların içinde...
Fakat öyle değilmiş. Orası gizli saklı bir yer değilmiş. Orada Lütuf Veli’nin çiftliği vardı. Çiftlikte koyun, keçi, inek, at, eşek, tavuk, ördek, kedi, köpek; sürü sürü hayvanlar vardı. Hem de insanlar...
Döndüler geriye. Tekrar geldiler Soğuksu düzüne. Kovalayanlar gitmiş, her nereye gittiler ise! Kovalayanlar gitmişti ama Poyraz Sıpacık hep peşlerindeydi; görünmeden onları takip etmekteydi.
Köye dedi iç sesleri. Köye gidelim. Samanlık. Hani ayağından zincirle bağlandığı yer. Hani aç susuz kaç gün. Ha işte orası! Orada öpüşürler dudak dudağa. Sarmaş dolaş. Sonra soluksuz kalınca başları döner. Sonra düşerler. Hem de sap saman içine. Sevişirler. Ve Nirvana... Sonrasında çocukları olur mu acaba? Olursa olsun. Olursa adı Özgür olur. Olur mu olur. Ya kız olursa? Onun adı da Eylem olur. Olur mu olur...
Kimselerin olmadığı köy içinde geçip o meşhur samanlığa girdiler. Ama anında Fatme kızın anası geldi ve kapıda beliriverdi.
"Yazıklar olsun, yazıklar olsun! Emzirdiğim süt, yedirdiğim papara haram olsun! Oku adam ol dedi buban, yokluk yoksulluk içinde okuttu; onca çabası haram olsun! Bi de buban yaşında bi adamla ha; bu gadar mı hayasızsın, sana yazıklar olsun!"
Oradan çıktılar. Genç bir kız ve yaşlı bir adam. Ha dedi iç sesleri; Kuzeye. Hediye Köyü yoluna düştüler. Köyün az dışında üç dört hane vardı; kapısı bacası, duvarı çatısı, avlusu bakımsız. Ama insanlar vardı, kadınlar ve çocuklar. Lanet olsunki, burada da olmaz! Ötesinde bir orman vardı; gölgesi karanlık. Orada öpüşülür, orada sevişilir. Ama gölgelik ormanın dibi bok sidik içindeydi. Hem de yatışan hayvanlar vardı...
Gene geri döndüler. Liseli sevgili gibi hep el ele ama hiç konuşmuyorlardı. İç sesleri; Güneydoğu dedi. O yola girdiler. O yol Üsküp’e gidiyordu ve üst yanı tarlalık çayırlık, alt yanı da bağlık bahçelikti. Tamam, burası güzel deyip oraya indiler. Çukur boyunda söğütler, bağ içlerinde incir, dut, armut, vişne, kiraz, ayva gibi meyve ağaçları vardı. Güneş havayı ne kadar sıcak etse de gölgeler serin, çimenler de yeşildi.
Tam öyle der öyle düşünürken bir araç durdu yolda. Kapılar tek tek açılırken kadınlar, adamlar çocuklar indi yere. Piknikçiler piknik yapmaya gelmiş. Ulan koca memlekette piknik yapacak yer yok da bula bula burayı mı buldunuz?
Bundan sonra nereye gitselerdi acaba? O sırada oğul Poyraz geldi yanlarına. "Bizim köy baba! Bizim ev. Oraya gidin."
"Oğlum olmaz! Konu komşu, eş dost... Ko hepsinin anasına danasına ama ya anan?"
"Anam bilmez."
"Bilmez mi?"
"Anam görmez."
"Görmez mi?"
"Anam duymaz."
"Duymaz mı?"
"Üç maymun yani! Sen de söylemezsin..."
"Yemin ederim baba! Hani spor... Hani sağlıklı yaşam... Bu da aynısı baba!"
"Haydi öyleyse."
Kalktılar, yola çıktılar; bu sefer üçü birlikte. Gide gide ayakları onları yeniden Soğuksu düzüne götürdü. Bir yokuş inecekler, bir yokuş çıkacaklar, sonra küçük bir düzlük ve uzun bir iniş; hepsi o kadar...
Derken bir gürültüdür koptu. Bası tizi yüksek bir müzik dağı taşı inletiyordu. O müziğe eşlik eden haykırışlar da vardı. Derken kırmızı burunlu Doç marka eski bir kamyonet Çentikdere yamacında belirdi. Sonra gelince yanlarında durdu. Kamyonetin kasası insan doluydu, Hepsi de genç ve oldukça coşkuluydu. Atlayıp atlayıp indiler yere. Bunlar Poyraz’ın arkadaşlarıydı. Erman, Çağrı, Gürcan, Aytaç, Uğur ve diğerleri...
"Tebrikler Poyraz, tebrikler kanki, tebrikler..."
"Oğlum ne oluyor böyle? Binmiş gelmişsiniz bir kamyona, sizin atınız arabanız yok mu?"
"Oğlum yoksun dört senedir. Ankara’dasın, ya da dağ başındasın diye, aramayıp sormadıysan bile bizim hiç mi haberimiz olmadı? Oldu bak! Evleniyormuşsun; tebrik etmeye, kutlamaya geldik. Bak müzik var! Bira var! Coşku patlasın!"
Poyraz arkadaşlarına, "yok lan öyle bir şey" diyemedi. "Bir kız var tamam da yanındaki de ben değil babam babam" diyemedi.
İşte o zaman Salih’in aklı başına geldi. Neyin, hangi çirkefliğin peşindesin Salih? Ayıp! Kız yakıştırmıştır belki ama kendin için asla! Boyunca çocuğu var ve ses çıkarmadan hep arkanızda! Ayıp! Bu güzel özgür kızla biri öpüşüp koklaşacaksa o da onun hakkı. Özgürlük denilen şey, mesela e tek o ise tabii. Yani cinsellik... Ayıp Salih, ayıp! Çözmüşsün uçkurunu uçkuru çözük birine; Allah senin belanı versin!
Kız: "Yok yok, bana bu dünyada rahat yok, en iyisi ölmek..." deyip yürüdü. Gene köpüren burgaçlı suya doğru gidiyordu. Vur patlasın, çal oynasın diyen genç erkekler bu duruma şaşırıp donakaldı.
Bu sefer baba Salih değil, oğul Poyraz gitti peşinden. Kısık başına varmadan yetişti ona. Önüne geçti; "Dur!" dedi. "Babam yalandı Fatma! Yanlıştı. Say ki öyle değil ama sen yanlış anladın. Aslında seni alıp bana getirecekti o. Amacı oydu. Sana bir teklifim var. Gel birlikte kaçalım. Ama ilk önce şu ölümü çıkaracaksın aklından. Tamam mı? Ankara’ya yanıma gel. Birlikte kalırız. Orada bir işe girersin. Hiçbir şey için hiçbir zaman geç değildir ki, sonra sınava girersin, kazanıp Üniversiteye gidersin. Ben yanında olurum hep, ne dersin?"
Kızın hoşuna gitti bu teklif. Güzel fikir ama olur mu? Olur mu olur, neden olmasın? Girmişim bir girdabın içine, aklım da durmadan at kendini diyor girdaplı suyun tam orta yerine. Var mı böyle bir çaresizlik, yakışıyor mu Erkek Fatma lakaplı birisine?
"Tamam." dedi Poyraz’a. "Ama söz ver bana yardımcı olacağına."
Poyraz:
"Söz valla..."
Oradan dönüp gene Soğuksu düzündeki Düzorman yoluna geldiler. Haydi haydi, herkes kasaya; gidiyoruz. Salih şoföre; "Sür." dedi Doğu Yoluna. "Bizim köyden gitsek olmaz, Jandarma çoktan tutmuştur yolu."
Akşamdan yağmur yağmış, toprak yol tozumuyordu. Önce Kolibalar Sırtına tırmandılar. Eskiden orada Karakaçanlar varmış, sürüleriyle birlikte çoluk çocuk sazdan saptan küçük Kolibalarda yaşarlarmış. Balkan Harbi sonrasında göçüp gitmişler ama oranın adı öyle kalmış.
Sonra Karatopraklık, sonra derin ormanlık; bir istikamet gittiler. Sonra akşam oldu. Ama gökte ay vardı ve her yer gündüzmüş gibi aydınlıktı. Yüksekten bakınca kayın ormanı içinden geçen yol parıl parıldı.
Sonra bir köy çıktı karşılarına. Köy, bir derenin kenar düzündeydi ve tabelasında Mokroşbayır yazıyordu. Böyle bir köyü ne duymuş, ne görmüş; bilmiyorlardı. İsmi haritada bile yoktu. Şaşırdılar. Acaba sınırı geçip Bulgaristan topraklarına mı gelmişlerdi?
Salih: "Dur!" diye bağırdı. Kamyon durdu. Oldukları yüksek yerden köy meydanı görünüyordu ve bir kalabalık, kalabalıkta da bir hareketlilik vardı. Bu köy Bulgar köyü olsa sorun değil ama orada Jandarmalar da vardı.
Askerler tek tek gelip Jandarma aracına bindi. Galiba gidecekler, işte bu iyiydi. Gitsinler. Sonra biz de gideriz, bakarız bakalım orman içindeki bu köy de neyin nesiymiş. Ama araca binen Jandarmalardan birisi geri indi. Bağırıyor, el kol hareketleri yapıyordu. Peşinden diğerleri de indi; ellerinde silahlarıyla onlara doğru koşmaya başladılar.
"Atlayın!" dedi Salih. "Kaçın, dağılın, yakalanmayın! Sonra bir şekilde buluşuruz."
Herkes çil yavrusu gibi dağılıp orman içinde kayboldular. Fakat nereye gideceğini bilemeyen Salih Sıpacık, kendisini birden köy kahvesi gibi bir yerde buldu. Telsiz anonsları, el kol hareketleri, sesler; Jandarmalar koşturup duruyordu. Kendini bu hengamede bir dolabın arkasına sakladı. İki asker görmüş ki, peşindeydiler. İçeriye girdiler, bakındılar, sonra geri çıktılar. İçinden oh çekti, çünkü görülmemişti. Tam sevinip rahatladım derken onu gördü orada. Jandarmanın biri cam dibine çökmüş onu seyreyliyordu. Bu sefer eyvah dedi içinden, yakalandım. Panikler gibi olmuşken Jandarma işaret parmağını dudaklarına götürerek sus işareti yaptı. Sessiz ve sakin ol. Ben seni görmedim. Orada biraz bekle. Ortalık sakinleşince kaçıp gidersin...
Orada yarım saat kadar kaldı. Kovalamaca bitip Jandarmalar araca binip gidince saklandığı yerden çıktı; usul adımlarla nereye gittiğini bilemeden bir yol tuttu kendisine. Yürüdüğü yol ve ormanın yeşilliği ay şavuklu gecede Cennette bir yer gibiydi. Gitti gitti, bir dere bir tepe geçtikten sonra bir düzlüğe inince onları gördü. Oğul Poyraz ile Gelin Fatme’yi... İkisi el ele yürüyüp şarkı söylerken dünyalar onun olmuş gibi sevindi. Demek ki, Jandarmaya onlar da yakalanmamış. Onu görünce onlar da sevindi. Korkular yenilip def-i bela edilmişti ki, yan yana olup Cennet yolda yürürlerken şarkılar türküler söyleseler elbette yeriydi...
Bir süre gittikten sonra yol ve yol kenarında bir ıskalık belirdi. Ötede bir göl vardı galiba, dolup taşmış. Ya da bir pınar; kaynayıp akmış... O yerde durdular.
Kız Poyraz’a, "Sigaran var mı?" dedi.
Poyraz: "Yok." dedi "Ben sigara içmiyorum ki!"
Salih, cebinden çıkarıp kıza sigara verdi, kız da ona teşekkür etti.
Sigara bitip az da soluklandıktan sonra yola tekrar revan oldular. Çok gitmeden karşılarına ulu bir kayın ağacı çıktı; altından geçtiler. Sonra geniş bir sokak ve ışılayan lambalar. Ve bir yerleşim yeri...
Aa burası Dereköy! Nice hengameli yolculuktan sonra gelip oraya erişmişlerdi. Yaşasın! Çok sevindiler. Çünkü Koruköy, on kilometre kadar ötede yakın bir yerdeydi. Hem orada Kırklareli isimli Serhat şehrine giden dolmuş minibüsler vardı; birine binerlerse tamamdı...
Salih, oğlunun kulağına eğilip fısıltıyla seslendi; "Evlenmek yok bak, evlenmek yok! Bir babaya yavuklu olmak isteyenden oğluna eş olmaz, tamam mı?"
"Olur mu baba, olmaz tabii. Ne evlenmesi! Biz onu kurtardık tek, onu çıkardık o deliksiz cendereden. Mesele sadece ondan ibaret..."
Lakin görünürde minibüs filan yoktu. Biri kahve biri de bakkal önünde duran iki motosiklet taksi vardı. Taksi sahiplerinden birinin adı Sercan, ötekini bilmiyordu. Sercan’ın önünde bir kasa üzüm, diğerinin önünde de bir kasa incir; onları satıyorlardı.
"Benzin parası abi." dedi adı Sercan olan. "Benzin bugün otuz iki, yarın otuz üç; buna can mı dayanır? Yolculuk ücreti bugün yetmiş beş, yarın yetmiş altı; buna yolcu nasıl inandırılır? Minibüsleri satıp gördüğün bu Mototaksileri aldık..."
"Kalkış ne zaman?"
"Birine bir, birine de üç yolcu lazım. Tamam olunca kalkarız."
"E kalkın öyleyse."
"Ama siz üç kişisiniz, bir kişi daha lazım."
"Olsun. Biz çok yürüdük, çok yorulduk; dakka bekleyecek halimiz yok, onun ücretini de öderiz. Olmaz mı?"
"Olur, neden olmasın ama satamadık, yarım kasa üzümle yarım kasa incirimiz var hala"
"Olsun, biz onları da alırız; o zaman olmaz mı?"
"Olur, neden olmasın ama araçlarda onları koyacak yer yok."
"Olsun. Biz de onları şu çocuklara dağıtırız, o zaman olmaz mı?"
"Olur olur. Hem de çok güzel olur. Haydi binin öyleyse... Sahi sizin yolculuk nereye?"
"Ben Koruköy’de inerim. Bunları götürün Kırklareli’ne. Sonra binsinler otobüse, gitsinler Ankara şehrine..."
Nisan/2024 Koruköy-Kırklareli
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.