- 269 Okunma
- 5 Yorum
- 10 Beğeni
ANADOLU’NUN EN İÇTEN VE SADE SESİ: TÜRKÜLERİMİZ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Türkü bir edebi tür olarak, dilimizin, kültürümüzün, irfanımızın temel unsurlarını ve varlık alanını en geniş anlamıyla içermesiyle, masal, destan, halk hikâyesi, mani, ninni ve bilmece gibi Türk milletinin en önemli hafıza mekânlarından, yerli ve milli hafızayı oluşturan temel taşlarından biridir. Ezgi ve sözün birlikte hayat verdiği türkülerimiz, milletimizin tarih boyunca duygularını yüklediği bir arşiv niteliğindedir. Türküler bu özelliğiyle, hem sosyal ve hem de zaman boyutta birleştirici ve bağlayıcı bir rol oynayarak, ortak tecrübe, beklenti ve fiiliyat mekânlarında “sembolik anlam dünyası” oluşturarak, birleştirici ve bağlayıcı gücüyle güven ve dayanak imkânı sağlayarak insanları birbirine bağlarlar.
Türküler Anadolu’nun ortak ruhunu kişisel değerler ile birleştirerek geçmişin tecrübelerini ve bilgeliklerini, Türkçenin varlık alanı içinde geçmişten şimdiye ve şimdiden de geleceğe taşır. Böylece insanımız varlığını sese ve melodiye dönüştürerek günümüzde de yaşamaya devam eder. Kıymetli bir hazinenin, asil bir geçmişin, soylu bir rüyanın örtük ve gizli şifrelerini barındıran türküler kültürel hafıza mekânlarımızı kurup oluşturmamızda yardımcı olmasının yanında, Türk milletinin fertleri olarak kendi olma bilincine ulaşmamıza da yardımcı olur. Böylece fert ve toplum kendi öz değerlerini, sembollerini, seslerini kullanarak dil, tarih ve milli değerler açısından kayba uğramaktan kurtulur. Türküler, hem sözleri hem ezgileri yönünden gereksiz süsten arınmış, sade ve yalın ama en etkili, güçlü ifadelerle insan hafızasına ve yüreğine nakşedilen eserlerdir.
Yaşamın sonluluğunu dilin ve kültürün sonsuzluğu ile kucaklayan türküler, ölümlü insanı da toplumsal belleğe taşıyarak onu ebedi kılar. Özellikle metin içinde geçen mahlaslar ve türkünün adına yakıldığı kişiler, zaman ve mekanda ölümsüzleşerek milletin bilinci ve belleğinde sonsuza dek yaşar. Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Gevheri, Ercişli Emrah, Erzurumlu Emrah, Aşık Ömer, Aşık Seyrâni, Ruhsati, Karacaoğlan, Aşık Veysel Şatıroğlu, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Çekiç Ali, Hacı Taşan, Ali Ekber Çiçek, Aşık Mahsuni Şerif gibi halk ozanları, sazın teline her dokunuşlarında, nağmeleri her havalandırışlarında kendilerini ölümsüzleştirir. Zira türkü yakmak âşık olmayı, âşık olmak ise yanmayı, yanıp dünyanın rüyasını görüp onun sesi olmayı gerektirir.
Milletimizin nabzı türkülerde atar. Yemen’in feryadı, Sarıkamış’ın acısı, Çanakkale’nin çığlığı onlarda saklıdır. Bir hafıza mekanı olarak savaş, acı, gurbet, sıla, ayrılık, hüzün, aşk, gelenek ve görenekleri simgelerin gizli diliyle bize sunan türküler, hayata ait bu gerçekleri nasıl yaşamamız gerektiğini de bize öğretir. Anadolu’nun büyülü ve ritmik ruhunu kendi bütünlüğü içinde eriten türküler üzerinde yaşadığımız coğrafyanın hayatı çileli, gönlü sevdalı, bağrı yanık insanının hikayesini anlatır. Dinlemeye doyamadığımız, bazen nasihat yüklü, bazen ibret verici, bazen duygulandıran, bazen coşturan ... abartısız ve içten. Aslında hikâye değil, tam anlamıyla “gerçek”. Çünkü her türkü bir yaşanılmışlığın ve tecrübenin sonucu ortaya çıkar. Türkü dendiğinde akla ilk gelen illerden biri olan memleketim Kırşehir’in türkülerinden bir örnek verecek olursam: Rediflerin Ağıdı türküsünde kocasını Sarıkamış’ta, Allahuekber Dağları’nda donarak ölmeye gönderen gelinlerin, baş başa verip sabahlara kadar ağladığından, çifti kızın ve gelinin sürmek zorunda kaldığından söz edilir.
“Kaman’da uşak kalmadı
Redif gitti sürüyünen
Sabahaca yatılmıyor
Gelinlerin zarıyınan
Moskof’a kavga kuruldu
Redifler orda derildi
Acı acı düdük öter
Mızıkalı boruyunan”
“Türk insanının yazılmayan romanı türkülerde saklıdır” der Ahmet Hamdi Tanpınar. Dinlediğiniz zaman, neredeyse sınırsız bir tarihi derinliğe kapı açar türküler ... hiç görmediğiniz geçmişe, bir türkünün kanatlarına binip uçuverirsiniz. Aşkları, hüzünleri, neşeleri alır getirir, önünüze koyar türküler. Çoğu zaman tarih kitaplarında bulamadığınız ve asla bulamayacağınız ayrıntıyı pekala türkülerde bulabilirsiniz. Kurtuluş Savaşı’nı, Yemen’i, Sarıkamış’ı, Çanakkale’yi, Seferberliği, göç ve iskan acılarını, bireysel ve toplumsal hafızamızda yaşatan, diri tutan tarih kitaplarında yazılanlar değil, türküler, ağıtlar, mersiyeler, nefeslerdir. Sarıkamış Harekâtı’ndan tarih kitapları uzun uzun bahsetse de, bu konu hakkında romanlar yazılmış, filmler çevrilmiş olsa da yukarda örneğini verdiğimiz Kırşehir Türküsündeki ayrıntıyı başka bir yerde bulmanız pek mümkün değildir. Türkülerde insan vardır çünkü, insanın hayatındaki ayrıntılar vardır. Dışarıdan baktığımızda göremediğimiz, içine attığı duyguları vardır. Bu yüzden de türküler sadedir, içtendir. Onu yakan ozanın sadeliğini, içtenliğini, dostluğunu, cana yakınlığını yansıtır. Ozan, türküsünü yüreğinde taşır, onun yüreğinden çıkar gelir. Dolayısıyla tabiidir türküler, onlarda zerre kadar yapaylık bulmak mümkün değildir.
Halk müziğimize uzun yıllar hizmet eden, türkülerden devşirdiği bilgeliği, akademik birikimiyle perçinleyen, türküyü yaşayan, türküyle yaşayan, türkü gibi yaşayan, yüzüne, diline, tavrına türkülerin ruhu sinmiş değerli halk müziği sanatçısı, üstad Bayram Bilge Tokel’in türkülerimiz hakkında çok güzel bir açıklaması var: “Türkü biziz. En yalın, en gösterişsiz ve en insan yanımızla biz. Türküye uzak olmak, kendimizden uzaklaşmaktır bir bakıma. Türküsüz kalmak ise gurbette olmanın diğer adıdır. Türkü anadır, yardır, türkü vatandır.”
Nevzat Köseoğlu ne güzel anlatır: “Biz bu türküleri sokakta mı bulduk sanıyorlar. Kaç bin yıl var ki ölülerimize ağlarken, düğünlerimizde söylerken ve savaşlarımızda nâra atarken sesimizi terbiye ettik; hançeremizin bütün gücüyle söyleye söyleye bu hâle getirdik. Çin Seddi’nden Viyana’ya, Moskova kapılarından Yemen’e kadar o muazzam coğrafyanın genişliğinden ve derinliğinden nice zenginlikler devşirerek ruhumuzun âhengini kurduk. Biz bu türküleri sokakta mı bulduk ?”
Evet ... Bizim türkülerimiz sokakta bulunmadı. Birkaç günde masa başında da oluşturulmadı. Milletimizin evrendeki tarihsel sesi olan, her yakıldığı ve yankılandığı yeri içtenlik mekânına dönüştürerek dilimizi, kültürümüzü, varlık alanımızı genişleten türkülerimiz bizim kimliğimizdir. Yatay boyutu ile dış dünyayı, dikey boyutu ile insanımızın öyküsünü işleyen, makro kozmik anlamda evrenini, mikro kozmik anlamda ise Türk milletinin seslerle örülü sırlarını içeren Türkülerimiz bu coğrafyanın tapusudur. Türküler Türk milletinin gönüllerinin kaynaşmasıdır, ortak sesi ve dil birliğidir. Düğünde, bayramda, savaşta bize eşlik eden en samimi, içten nağmelerdir. Türkler olduğu sürece türküler de hep olacaktır. Türküler milli mutabakatımızın dilidir. Biz de türkülerin milletiyiz.
Remzi Ormancı
Mayıs, 2024
Osmangazi/BURSA
YORUMLAR
Ne muhteşem bir yazı.
Üslup mükemmel. Sade, akıcı, anlaşılır ve etkili.
Neredeyse hiç yazım hatası yok.
Ben bir edebiyat öğretmeni olarak ancak (belki) bu kadar yazabilirdim.
Adeta her bir satırda kendimi buldum. Kendim yazmış kadar etkilenerek okudum.
Böylesi değerli yazıları kaydettiğim klasöre, izniniz olsa da olmasa da aynen alıp kaydedeceğim. Elbette ki adınızla birlikte. Emeğe, düşünceye, araştırmaya saygımız ve takdirimiz tamdır.
Emeğinize sağkık.
Kaleminiz daim olsun.
Şimdi kim olduğunuza da bakacağım. Sanıyorum sizinle aynı meslek erbabıyız.
Bir yanımızla hemşehriyiz.
Saygı ve selamlarımla.
Remzi Ormancı
Remzi Ormancı
Ahhh o Türküler, milletimizin gönlünde yankılanan ve ruhumuzun derinliklerine dokunan efsunlu nağmelerdir.
Türküler, adeta milletimizin gönlünden damıtılmış birer ruh iksiridir. Tarihimizin en derinlerinde yankılanan bu nağmeler, sadece birer söz ve kelimelerden ibaret değildir; aksine, onlar bizim varlık sebebimiz, dilimizin şiirle buluştuğu en saf hislerimizdirler.
Türküler, türk insanının gönül haritasıdır. Bu haritada Yemen’in feryadı, Çanakkale’nin kahramanlık destanı, Sarıkamış’ın acı dolu kışı, gurbetin ve sılanın hüzünlü çığlıkları gizlidir.
Pir Sultan Abdal’dan Neşet Ertaş’a kadar uzanan bu ölümsüzlük zinciri, türkülerle birlikte kalplerde yaşamaya devam eder. Her türkü, bir aşığın yüreğinde pişip dile dökülmüş, acıyla yoğrulmuş, sevinçle bezenmiş bir hayat
Bu nağmeler, Çin Seddi'nden Viyana kapılarına, Yemen çöllerinden Moskova'nın soğuk iklimine kadar geniş bir coğrafyada, nice zorluklar içinde, gözyaşlarıyla, sevinç çığlıklarıyla, hançeremizin gücüyle var edildi.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sözleriyle, türkülerde saklı olan, yazılmayan romanlardır. Onlar, dinleyenin ruhunu alıp geçmişin derinliklerine götürür, hiç yaşanmamış anılara, duyulmamış hikayelere, görülmemiş diyarlara yolculuk ettirir.
Mihriban" türküsünün bir dörtlüğü:
"Bir ay doğar ilk akşamdan geceden
Eski günler hayal olmuş eşkâlden
Bir ay doğar ilk akşamdan geceden
Eski günler hayal olmuş eşkâlden
Gitme diyemem, dillerim lâl olmuş
Ben bir aşık olmuşum, bir zalim yârdan"
Selamlar…..