- 608 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Vatan Sağ Olsun
“Bir 1974 Barış Harekâtı Öyküsü.”
Necdet, Muş’a bağlı Yağcılar Beldesinde doğmuş, lise ikinci sınıfa kadar okumuş; ama çeşitli nedenlerden dolayı okula ara vermiş bir gençti. Uzun boylu, yağız, zayıf biriydi. Henüz 18 yaşındaydı.
Liseyi bırakır bırakmaz askerlik yoklamasına çağrılmış ve boşta olduğu anlaşılınca askere alınmasına karar verilmişti.
Necdet, askerliğe kabul belgesini eline almış son günlerini evde ailesiyle geçirmek için köyü olan Yağcılar Beldesi’ne gitmişti.
Yağcılar Beldesi Muş’a çok yakın bir belde idi. Dağların ortasında bir ova köyü idi. Etrafı yeşil ağaçlarla çevrili küçük bir yerleşim birimiydi. Burada yaşayan köylüler, geçimlerini hayvancılık ve tarımla sağlıyorlardı. Mutluydular. Huzurlu bir yaşamları vardı.
Köyün hemen yakınında Doğuya hayat veren Murat ve Karasu nehirleri bulunuyordu. Necdet’in çocukluğu bu ovada hayvan otlatarak, bu nehirlerde çimerek geçmişti.
Necdet, son iki gününü evinde annesi, babası ve kardeşleriyle geçirdi. Dağcı Ailesi, kalabalık bir aile idi. Anne, baba ve 11 kardeşten ibaretti. Necdet, bu 11 kişinin en büyüğü idi. Ailenin ağabeyi idi.
Ailesine askere çağrıldığını söyledi. Babası: “Askerlik vatan görevidir. Kutsaldır. Bizde askerlik yapmayan adamdan sayılmaz, ona olgun denmez. Hayırlısıyla git, hayırlısıyla gel. Biz de seninle onur duyalım.” dedi.
O geceyi sohbet ederek geçirdiler. Necdet askerliğini huzur içinde yapacaktı. Sonra köyüne dönecekti. İleriki yıllarda evlenecek ve çoluk çocuğa karışarak yaşamını idame ettirecekti. Tüm aile bu hayal içinde yaşıyordu.
Ertesi gün birliğine teslim olmak için yola düştü. Askerlik şubesine teslim oldu. Onu Acemi Birliğine götürdüler. Burada 15 gün kadar temel eğitimini aldı.
Yaz mevsimi henüz kendini göstermeye başlamıştı. Usta Birliği olarak Osmaniye 50. Piyade Alayına verilmişti. Buranın Alay Komutanı Albay Halil İbrahim Karaoğlanoğlu idi. Deneyimli, askerliği iyi bilen bir komutandı.
Necdet, kısa zamanda askerlikte gösterdiği başarılardan dolayı çavuş rütbesine ulaştı. Haziran ayı başlarında tatbikat yapmak için Mersine’ götürülmüştü. Burada denizde çıkarma tatbikatları yapılıyordu.
Tatbikatlar o kadar gerçekçi yapılıyordu ki adeta savaş içinde imiş gibi hissediyordu kendini. Bunun nedenini sonra anlayacaktı. Komutanları “Tatbikatta ter dökmeyen savaşta kan döker!” diyordu.
Tatbikatlar, Temmuz ayına kadar devam etti. 14 Temmuz gecesi, Alay Komutanı Halil İbrahim Karaoğlanoğlu bütün alayı topladı.
Çok akıllı, askerlikte deneyimli, ne yaptığını çok iyi bilen, askerleriyle çok iyi geçinen ve kendini onlara sevdiren bir komutandı. Deyim yerinde ise çok iyi bir asker, tam bir liderdi.
Akşam karanlığı idi. Gökyüzü yıldızlarla doluydu. Çok güzel bir ay manzarası vardı. Sıcak bir yaz akşamıydı. Yaz mevsiminde Adana-Mersin çok sıcak olurdu. Burada adeta cehennem sıcakları yaşanırdı. Gölgede dahi oturulamaz, buram buram terlenirdi. Öyle ki insan terden sırılsıklam olur, suya girip çıkmış gibi görünürdü.
Komutan, ortada bulunan bir tankın üzerine çıktı. Gür bir sesle askerlere seslendi: “Kardeşlerim, ben, Alay Komutanınız Albay Halil İbrahim Karaoğlanoğlu’yum. Günlerdir burada beraberiz. Zor şartlar altında tatbikatlar yapıyoruz. Çünkü her an her şeye hazır olmak zorundayız. Ne kadar hazırlıklı olursak, ne kadar eğitimli olursak o kadar güçlü oluruz. Gücümüz ile de dosta güven, düşmana korku veririz.
Yıllardır yaptığımız tatbikatlar bugün son bulmuştur. Kıbrıs’tan gelen son haberlere göre, Kıbrıs’ta yaşayan soydaşlarımıza tedhiş, baskı ve soykırım yapılıyormuş. Her gün onlarca, yüzlerce soydaşımız öldürülüyormuş. Evlerinden çıkan Türkler, bir daha geri evlerine dönemiyormuş. Rumlar, kendilerini adanın tek sahibi görüp soydaşlarımıza ciddi şekilde zarar veriyorlarmış. Adada hiç bir Türk kalmayana kadar bu zulme devam edeceklermiş. Cinayetlere son vermeyeceklermiş. Diyorlarmış ki “Türkler, adaya geldiklerinde kurtaracak bir Türk bulamayacaklar” İşte bu duruma bir son vermek için harekete geçiyoruz. Kıbrıs’ta yaşayan Türk soydaşlarımızı korumak, adada Türk varlığını sürdürmek için Kıbrıs’a bir çıkarma yapacağız.” dedi.
Tüm askerleri bir heyecan sardı. Kutsal bir görev verilmişti kendilerine. Soydaşları için, vatanları için, bayrakları için mücadele edeceklerdi. Bundan daha büyük, bundan daha onurlu bir şey olamazdı. Sevindiler. Birbirlerine sarıldılar.
Komutan gökyüzüne baktı. Gökyüzünde ay ve yıldızlar birbirine çok yakındı. Öyle bir tesadüftü ki ay ile hilal yan yana gelmiş Türk bayrağını andırmıştı. Komutan bu ay ve hilali göstererek: “Bakınız, ay ile yıldız yan yana gelmiş. Tıpkı bizim bayrağımız gibi sarmaş dolaş olmuşlar. Evlatlarım, gördüğünüz bu ay ile yıldız, bizim zaferimizin bir işaretidir. Hepiniz helalleşin. Kucaklaşarak birbirinize hakkınızı helal edin. Benim hakkım hepinize helal olsun.” dedi.
Askerler: “Sağ ol!” diye bağırdılar. Birbirlerine sarılıp helalleştiler. Kendi aralarında şakalaşanlar da oluyordu.
Gece, tatbikat yaptıkları çıkarma gemilerine bindiler. Her bölük, kendilerine gösterilen gemiye biniyordu. Gemilere yerleşme işi bitince denize açıldılar.
Bölük komutanı: “Herkes silahını hazırlasın. Herkese yeteri kadar cephane verilecek. İçinizde terhise ayrılacak arkadaşlar var. İzinler ve terhisler yeni bir emre kadar durduruldu. Eğer içinizde korkan, kendini hazır hissetmeyen veya dönmek isteyen varsa şimdiden söylesin, evine gitsin” dedi. Kimseden ses çıkmadı. Herkes bu kutsal görev için can atıyordu. Şehitlik mertebesine ulaşmak için dualar ediyordu. Kimsede bir korku belirtisi yoktu. Aksine heyecan vardı. Gözler çakmak çakmak idi.
Komutan: “Şu an kendi karasularımız içindeyiz. Harekât başlayınca adaya ilk çıkan bizler olacağız. Bizleri neyin karşılayacağını, bize neler olacağını bilmiyoruz. Soydaşlarımıza yardım için gidiyoruz. Onları kurtarmak amacıyla gidiyoruz. Gerekirse savaşacağız. Bu uğurda geri dönmek yok. Son kez soruyorum dönmek isteyen var mı? Varsa şimdi söylesin.” dedi.
Bütün asker hep bir ağızdan: “Dönmeyeceğiz. Soydaşlarımız için, vatanımız için, bayrağımız için savaşmak istiyoruz!” diye haykırdı.
Komutan: “Gazamız mübarek olsun” dedi.
Gemi, gecenin karanlığında deniz dalgalarını yararak sessizce ilerliyordu.
İki gün denizde hareket ettiler. 20 Temmuz sabahı güneş doğmadan gökyüzünde Türk jetlerini gördüler. Jetler büyük bir uğultu ile geminin üstünden geçti. Kıbrıs semalarında süzülerek ilerliyordu. Kıbrıs’a barışı, özgürlüğü, umudu ve huzuru götürüyordu.
Komutan anons ederek “Bu uçaklar, Türk uçağıdır. Bizim çocuklardır. Harekât, an itibarıyla başlamıştır. Beşparmak Dağlarını bombalayarak bize yol açacaklar. Karaya çıkıp soydaşlarımıza yardım edeceğiz. Onların yarasına merhem olacağız. Hepimize hayırlı olsun. Allah yardımcımız olsun.” dedi.
Karanlık, gömleğini yırtmış, aydınlık yüzünü göstermeye başlamıştı. Beşparmak Dağları uzaktan alev alev yanıyordu. Kızıl ateş, gökyüzüne doğru büyük bir tırmanış içine geçmişti. Uçaklar, görevini yapmış, tüm Beşparmakları bombardıman altına almıştı. Koskocaman dağ, alev topuna dönmüştü. Görüntü, cehennemi andırır olmuştu.
Gemiler, şimdiki adı “Yavuz Çıkartma Plajı” olan “Piladini Plajı”na yanaştı. Asker, ilk defa buradan karaya ayak basacaktı. Gökyüzünden uçaklar, paraşütle asker yağdırıyordu aşağıya. Rumlar, Beşparmak Dağlarından, ova arasında saklandıkları mevzilerden ateşler ediyordu. Ama bu ateşler, Türk askerine, ummandaki bir katre etkisi dahi yapmıyordu.
Atılan mermiler gemilerin sağına soluna düşüyor; ama ana gemilere bir zarar vermiyordu. Gemiler, Plaja doğru kararlılıkla ilerliyordu. Artık savaşın gerçek yüzü görünmüştü.
Paraşütle yere inen askerler, hemen toparlanmış, tedbirlerini alarak gelecek emirleri bekliyordu.
Gemiler plaja girdi. Komutan hoparlör ile tüm askere: “Herkes denize insin, karaya yürüsün. Gazanız mübarek olsun” diye emir veriyordu. Askerler büyük bir çeviklik içinde, ustalıkla ve hızla denize indiler. İki dakika içinde deniz asker doluydu. Göğüslerine kadar suya batan askerler, silahlarını havaya kaldırmış vaziyette, hiç zorlanmadan karaya çıktı. Karaya çıkan her asker hemen mevzi aldı.
Gemiden inen dozerler, gemiden inecek araçlar için önce topraklarla bir iskele yaptı ve sonra yol açtı. Her şey planlandığı gibi gidiyordu.
Askerlerin karaya çıkmasıyla sıcak çatışma resmen başlamıştı. Rumlar ateş ediyor, Türk askerini püskürtmeye çalışıyordu. Türk askeri ise korku nedir bilmeden düşman üzerine yürüyordu. 20- 30 metre ilerde portakal ve limon ağaçlarıyla kaplı bir arazi vardı. Dağın yüksek noktalarından aşağıya ateş ediliyordu. Bu çatışma öğleye kadar sürdü.
Türk askeri sıçrama yaparak ağaçların içine girdi. Gemiden inen araçlar da burada mevzi aldı. Bütün silahlar, mermi ve mühimmatlar karaya çıkarıldı. 100 metre ileri gidildi. İlk gün geceyi burada geçireceklerdi. O nedenle siperler yapıldı. Bu arada atılan mermilerden 3 askerimiz şehit oldu. Bu durum askerdeki morali bozsa da endişeyi ortadan kaldırdı. Onların intikamını almak için adeta güç birliği yapıldı. Arkadaşlarının şehadete ermesi askerimize manevi bir güç verdi. Manevi yönden duyguları arttı. Bozulan moraller kısa bir süre sonra tekrar yerine geldi.
Temmuz mevsimi çok sıcaktı. Öğleye doğru güneş tepeye çıkıyor ve kavurucu bir sıcak yayıyordu etrafa. Asker, kan ter içinde kalmıştı. Su ve yiyecek sıkıntısı da baş göstermişti. Bu sıcak havada su yetmiyordu. Askerin devamlı su içmesi gerekiyordu. Bir matara su kısa bir süre içinde bitiyordu. Sıcak yemek henüz verilmemişti. Asker, çantasındaki peksimetlerle öğünü idare etmişti.
İlk geceyi bu halde geçirdiler. Gece olunca bir nebze de olsa dinlenmiş oldular. Nöbetçiler nöbetlerini büyük bir sorumlulukla yerine getirmişti. Dimdik ayakta bekliyor, dikkatlice etrafı gözleriyle tarıyorlardı. En ufak bir kıpırtıyı dahi dikkate alarak alarma geçiyorlardı.
Şafak sökerken taarruz emri alındı. Birliklerimiz Beşparmak eteklerine doğru ilerleyecekti. Bulundukları yer küçük tepecikler olan bir yerdi. Beşparmak dağlarına daha vardı.
Karşılarına çıkan Rum mevzileri makineli silahlarla imha edildi. Askerler etkisiz hale getirildi. 2 Rum köyü ele geçirildi. Asker dağa doğru ilerlemeye başladı.
Makineli tüfeklerle karşılarına çıkan Rum mevzilerini imha ettiler. Akşam olunca bulundukları tepenin eteklerinde yeni mevzi yaptılar. Bölük ile irtibatı, ellerinde bulunan sahra telsizi ile sağlıyorlardı. Bölükten, geceyi orada geçirmeleri emri geldi. Geceyi burada rahat bir şekilde geçirdiler.
Savaşın ikinci günü tepeler arasında karşılarına bir köy çıktı. Köyde bir kilise bulunuyordu. 50 kadar ev vardı. Bu köyü kuşattılar. Köy hayalet gibiydi. Adeta boşaltılmıştı. Bir iki yaşlı kadından başka kimse yoktu.
Necdet, bir evin içine girdi. Bir yaşlı kadın kendisine korkulu gözlerle bakıyordu. Necdet, tedbirli bir şekilde el işaretiyle “Korkma!” demek istedi. Kadının dışarı çıkmasını işaret etti. Kadın tedirgin bir şekilde dışarı çıktı. Giyimi klasik Rum kadınları gibiydi. Siyah, uzun tek parça bir elbise, başında beyaz bir yemeni, ayaklarında terliğe benzer bir nesne vardı.
Rum kadın: “Turko?” dedi.
Necdeti: “Türküz. Rahat durursan sana zarar vermeyeceğiz” dedi. Kadın anlamış gibi başını evet anlamında salladı.
Necdet: “Burada asker var mı?” diye sordu. Kadın anlamadı. Boş gözlerle Necdet’e baktı. Necdet, kendi askerlerini göstererek “Asker. Bunlar bizim asker. Sizin asker nerede?” dedi.
Kadın anladı. “No, No” diyordu. İşaretlerle burada asker olmadığını, kaçtıklarını söylemeye çalışıyordu. Birkaç asker içeriyi kolaçan etmişti. Kadın doğru söylüyordu. Başka kimse yoktu.
Rum kadın. El işaretiyle Necdet’e “Gel” dedi. Necdet, kadını takip etti. Kadın bahçede bir kuyu gösterdi. Eliyle işaret ederek su alın demek istedi. Necdet, kuyuya bağlı bir bakraç ile su çıkardı. Bütün mataraları doldurdular. Su, yerden geldiği için soğuktu. Necdet, el işaretiyle suyu, önce kadının içmesini istedi. Kadın, bir tas su alıp içti. Böylece suyun güvenli olduğu anlaşılmıştı. Artık rahatlıkla içebilirlerdi.
Kadın, bu sefer, kümesi gösterdi. Kümeste tavuklar vardı. Asker, aç idi. Ama o sırada tavuk düşünecek vaziyette değillerdi. Tavuklara dokunmadılar. Kadın, işaretle “Alın, yiyin” demek istedi. Necdet, tavuğu aldı. Hemen oracıkta tüfeğinin süngüsü ile kesti. Tüylerini yolup tavuğu çiğ çiğ yediler. Pişirmeye vakitleri yoktu. Kadına bir zarar vermedikleri için, kadın da onlara dostça davranmıştı.
Necdet, bu kadını kendi ninesine benzetti. Duruşu, konuşması, yüz şekli, giyimi ile aynı ninesiydi. Biraz da o nedenle kadına sevgiyle baktı.
Geceyi burada geçireceklerdi. Toplanıp vaziyet aldılar. Necdet nöbetçileri yerleştirdi. Diğer askerler dinlenmeye geçti.
Necdet, telsizciyi çağırdı. Bölüğe rapor verecekti. Telsizin karşısındaki ses “50. Piyade Alayı Komutanı Albay Halil İbrahim KARAOĞLANOĞLU, 20 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs Barış Harekâtı Esnasında geri tepmesiz top mermisinin, yakınında bulunan bir binaya isabet ederek patlaması sonucu şehit olmuştur. Başımız sağ olsun” diyordu.
Necdet, bu haberi duyunca adeta yıkıldı. Daha birkaç gün önce tankın üzerinde gördüğü o görkemli, o muhteşem, o büyük komutan demek şehitlik şerbetini içmişti. İçi sızladı Necdet, ağlamak istedi ama ağlayamadı. Çünkü komutanı büyük bir dava uğruna, vatanı için şehit olmuştu. Artık mekânı cennetti. Cennette peygamber Efendimize komşu olacaktı.
Necdet, ayağa kalktı. Saygı duruşuna geçti. Yanındaki diğer askerler de saygı duruşuna geçti. “Vatan Sağ olsun” diye hep birden bağırdılar. Necdet: “Ruhun Şad olsun komutanım. Seni hiçbir zaman unutmayacağız” dedi.
Savaş, tüm hızıyla devam ederken savaşın sona ermesi için diplomatik görüşmeler de yapılıyordu.
İki devletin üst yöneticileri barış görüşmeleri için bir araya gelecekler ve anlaşma yolu arayacaklardı. Bu nedenle ateşkes ilan edildi.
Ağustos mevsimi Kıbrıs’ta cehennem gibiydi. Yakıyor, kavuruyordu. Sıcak, insanı bunaltıyordu. Askerimiz arazide çadırda ve mevzilerde her an tetikte bekliyordu.
14 Ağustos sabahı Türk uçakları Alayköy civarını bombaladı. Görüşmelerden bir sonuç alınamamıştı.
İkinci harekât başladı. Karatepe denen yerde yoğun top ve havan atışları başladı. Savaş bütün şiddetiyle yeniden başladı. Tepeleri ele geçirmek amacıyla Türk askeri taarruza geçti. Öğleye kadar şiddetli bir çarpışma oldu. Her taraftan mermi yağıyordu. Öyle ki bu mermilerden her taraf toz bulutu içinde kalmıştı. Göz gözü görmüyordu. Havada müthiş bir barut kokusu vardı.
Askerimiz korkusuzca bu mermilerin içine daldı. Abdullah Onbaşı, bu mermilerden biriyle vurularak şehit oldu. Necdet Çavuş, sürünerek Abdullah’ın yanına geldi
Necdet: “Abdullah Onbaşım iyi misin?” diye sordu. Cevap yoktu. Abdullah Onbaşı Şehit olmuş, öylece yatıyordu. Traş olamadığı için sakalları da büyümüştü. Yüzünde bir huzur, bir mutluluk vardı sanki. Necdet, onu, geri çekip kurtarmak istiyordu. Ama maalesef yapacak hiçbir şey yoktu.
Necdet: “Gardaşım, mekânın Cennet olsun.” dedi. O anda bir mermi Necdet’in miğferinde patladı. Miğfer, adeta Necdet’in kafasında tur attı. Başı müthiş bir şekilde uğuldadı. Ama bir şey olmamıştı. Elini miğferine götürdü. Miğferin içe doğru büküldüğünü gördü. Hemen olduğu yere iyice eğildi. Yerle bir oldu. Sürüne sürüne geri gitti. “Vuruldum!” diyen arkadaşlarının sesini duyuyordu. Bu da onları daha çok hırslandırıyordu. Necdet, silahını alıp tepeye doğru hücum emrini verdi. Tüm asker “Allah Allah!” nidalarıyla tepeye taarruza geçti. Kısa bir süre içinde tepeyi ele geçirdiler.
Yunan Subayları buradaki Rum askerlerine Türkleri oyalama görevi vermişti. Bu askerleri de kaçmasınlar diye zincire bağlamışlardı. Kaçmalarına imkân bırakmamışlardı. O nedenle bu Rumlar, Türk askeri kendilerini etkisiz hale getirene kadar silah sıktılar. Ama güçlü, imanlı ve inançlı Türk askerinin karşısında hiç şansları yoktu. Ve etkisiz hale getirildiler.
Mevzide bulunan uçaksavar silahını ters yöne çevirip kaçan Rum askerlerine ateş açtılar. Rum askeri korku içinde kaçıyordu. Tek dertleri canlarını kurtarmak olmuştu. Kaçan kurtuluyordu çünkü…
Türk askeri gece, Ayvasıl köyüne girdi. Burada bulunan bir askeri kışla teslim alındı. Kışla güvenli hale getirildikten sonra Türk taburu buraya yerleştirildi.
Necdet, telsizin başına geçti. “Ayvasıl Köyüne girdiklerini. Bir kışlayı güvenli hale getirdikten sonra askerin buraya yerleştiğini” bildirdi.
Biraz sonra Necdet, telsizden Türk askerinin büyük bir kahramanlık örneği göstererek amacına ulaştığını öğrendi. Aradan kaç gün geçmişti bilemiyordu. Günler mi, aylar mı, yıllar mı geçmişti?
Zafer bizim olmuştu. Şanlı Türk Mehmetçiği yine tarih yazmıştı. Necdet, onurlandı, gurur duydu. Bu başarıda kendisi ve bütün arkadaşlarının katkısı vardı.
Necdet, telsizin başından kalktı. Gecenin karanlığında yürüyerek bir taşın üstüne oturdu. Ilık bir yaz gecesiydi. Rüzgâr ılık ılık esiyor, Necdet’in yüzünü okşuyordu.
Necdet, komutanı Albay Karaoğlanoğlu’nu düşündü. Tankın üzerinde kendilerine yaptığı konuşmayı hatırladı. Böyle yiğit, böyle cesur, böyle iyi bir asker, böyle büyük bir komutan artık yoktu…
Abdullah Onbaşıyı düşündü. Terhis olup gitmesi gereken üç arkadaşının, evine gidemeden şehitlik mertebesine ulaşmasını düşündü. Kendisi de şehit olmak isterdi. Ama Yüce Allah, ona gaziliği nasip etmişti.
Necdet, ellerini açarak yukarı kaldırdı. Tüm şehit arkadaşları için bir fatiha okudu.
O, artık huzurlu, mutlu bir askerdi. O artık bir gazi idi…
Kıbrıs, onun gönlünde hiç bitmeyecek, sonsuza dek yer edecek bir mekân olacaktı. Çünkü birçok arkadaşını burada toprağa vermişti.
Ayağa kalktı içten gelen gür bir sesle: “Vatan Sağ olsun!” dedi.
Necdet, Kıbrıs’tan bir daha hiç ayrılmadı. Buraya yerleşti. Burada evlendi. Burada çocuk sahibi oldu.
Kıbrıs artık onun vatanıydı. Onun canından bir parçaydı…
1974 Mutlu Barış Harekâtı Gazisi Sayın Necdet Dağcı’ya, anılarını benimle paylaşarak bu ölümsüz eserin doğmasına yardımcı olduğu için sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Hakan YOZCU
27.04. 2024 Gazimağusa KKTC
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.