- 226 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
BİR YERLERDEN ÇIKIP GELEN
“Yani O’na su verdin, öyle mi?!”
Dünyanın en olmayacak şeyini yapmış da kendimi savunuyormuş gibi ezik bir tavırla, fısıldarcasına “evet” diyebildim.
Sonuçta susayan biri vardı. Üstelik o suyu alamayacak bir durumda, hastane yatağında konuşmaya bile mecali olmayacak hâldeki biriydi söz konusu kişi.
Tamamen tesadüf eseri karşılaşmıştım O’nunla. O papatya sarısı saçları, menekşe gözleri olmasa ‘herhangi bir hasta’ der, son derece doğal bir tavırla uzatırdım bardağı. Ama O’nunla aramızda öyle değişik bir bağ vardı ki; susayan birine su vermek gibi üzerinde bir an bile düşünmeden, insan olmanın gereği olarak yapılacak küçücük bir şeyi bulunduğu konumdan alıp çok farklı bir yere koyuyor, derin anlamlara bürüyordu.
‘Yuvamızı yıkan iffetsiz kadına su veren hain evlat’ olmam da bu anlamlardan biriydi. Ayrıca O’nun da diğer faniler gibi bir an gelip yardıma ihtiyacı olabileceği, ‘evli bir adamla ilişki yaşayan kadın’ olmasından tamamen bağımsız bir şekilde sadece bir insan olarak da bu dünya üzerinde nefes aldığı, bir şeylere güldüğü, üzüldüğü, kısacası var olduğunu da kabullenmiş oluyordum o bardağı uzatmakla… Bu da ikinci bir ihanetti. Annemin sesi bu anlamı da haykırıyordu bana.
Arkadaşımı ziyarete gitmiştim oysa sadece. Kolonya vardı bir elimde, diğerinde sevdiği bir yazarın romanı… Odadan içeri girerken kocaman bir gülümseme kondurmuştum yüzüme. Tam eşikten adımımı atacaktım ki birinin “bakar mısınız” diye seslendiğini duydum. Az önce önünden geçtiğim yan odadan geliyordu ses. Tereddüt etmeden oraya yöneldim. İçeri girdiğimde karşımda O vardı: Şeyda… Beni tanımamıştı galiba, çok kötü görünüyordu çünkü. Ağrı çeker gibi bir ifade vardı yüzünde. ‘Kendi derdine düşmüş olmak’ böyle bir şey olmalıydı. Bir tür masumiyet katıyordu insana. Öncelik söz konusu sorun olduğundan, başka her şey önceki anlamını yitiriyor, neredeyse bilgece bir bakış hüküm sürmeye başlıyordu. Birkaç ay önce çektiğim mide ağrısından biliyordum bunu. Gıcık olduğum bir kız vardı okulda. Aynı sınıftaydık. Kızın o üstten bakan, çok bilmiş tavrından nefret ediyordum. İşte O bile önemini yitirmişti ağrıdan kıvranırken. Hatta bir an için o ağrıya beni büyük bir yükten kurtardığı için minnet bile duymuştum.
Babamın iş yerine gittiğim her seferinde bana çok nazik davranır, bir şey içer miyim diye sormayı ihmal etmezdi Şeyda. Babam zevkli adamdı doğrusu… Sekreterleri hep güzel, havalı kadınlar olurdu. Ama bu sonuncusu hepsinden de güzeldi. Menekşe rengi gözleri, hülyalı bakışlarıyla masal perileri gibi ışıklar saçarken bana okulumun nasıl gittiği, falanca şarkıcıyı sevip sevmediğim gibi gündelik konularla ilgili şeyler sorar; sessizlikte belirebilecek tehlikeli düşünceleri gürültüye boğardı böylece. Ama “Böyle güzel bir kadın ve babam bütün gün bu ofiste…” diye başlayan o cümle hep havada asılı dururdu yine de.
“Acaba annesi biliyor mu?” diye sormuştum kendime, o Pazar sabahı babamla O’nu birlikte gördüğümde. İkisini bir arada defalarca görmüştüm gerçi. ‘Patronla şekreteri’ olarak, can acıtmayacak bir çerçevenin içinde… Ama o gün hiçbir çerçeveye sığmayacak kadar özgür görünüyorlardı. İş yerinden çok uzakta, bir sokakta sarmaş dolaş… Arkadaşım sınıfa yeni gelen çocuktan söz ediyordu tam da. Gözleri mavinin filanca tonuymuş, gülümserken sol yanağında küçücük bir gamze beliriyormuş falan derken, birden onlar ortaya çıktı sokağın bir noktasında. Neyse ki arkadaşım babamı tanımıyordu. Ama başka bir sorun vardı: Beni görmeleri an meselesiydi. Ama onların dünyayı görecek hâlleri olmadığını anlamam için birkaç saniye yetmişti. Sanki bir buluttaydılar ve o bulut geçici olarak bu sokağa inmişti. Ama sorun şuydu: Onlar hâlâ kendilerini gökte sanıyorlardı.
Dün hastane odasında yapayalnız yatarken yine annesi gelmişti aklıma. Daha doğrusu annesizliği… Babam ara ara geliyordu mutlaka. Ama sonuçta iş adamıydı. Gündüz vakti her zaman yanında olamazdı. Hastane odaları insanı böyle çırılçıplak bırakıyordu bazen. Ziyaret saatlerindeki o ıssızlık, kimsesizlik anneleri hatırlatıyordu nedense. Ve babaları, kardeşleri… Ya da hastane odalarını kasvetinden kurtaracak o tebessümü getiren her kimse…
Öyle biri olsaydı o odada; susadığında suyunu verecek, yastığı kaydığında düzeltecek… Sadece hastalık yüzünden değil, herhangi bir nedenden aksamaya başladığında hayat, bir mola verip kendisine gelmesi gerekse, bir yerlerden çıkıp gelen… Belki de evli barklı bir adamla ilişkisi olmazdı. Ona su veren o yakınından utanırdı en başta belki… Utandırmaktan korkardı onu.
YORUMLAR
Zor hayat..bunu birlikteliği baban ile konuşmayı denedin mi hiç sadece merak ettim..
Gerekcesi ne olurdu acaba babanızın
Sevgiler
Mavilikler
Yorumunuz için teşekkürler...