- 206 Okunma
- 0 Yorum
- 5 Beğeni
-MUHAKEMEDE ANAHTAR KAVRAMLAR-(4)
Spor kavramını salt futbol üzerinden okumak ya da yalnızca futbolun konuşulduğu bir programa spor programı demekle batı felsefesi tarihinden mürekkep bir söylemi, eseri felsefe tarihi olarak kabul etmek, adlandırmak aynı zihni maluliyetin nişanesi değil midir gerçekte?
Toprağı bol olsun, bu alanda felsefe profesörlerimizden Macit Gökberk’in “Felsefe Tarihi” adlı meşhur bir akademik çalışması yer almaktadır. Yunanla başlayıp Ortaçağ Avrupası ile devam ederek batı felsefesi evrelerinin, yazıldığı döneme kadar geçirdiği süreçleri takip etmektedir. Yine aynı zamanda talebesi olan felsefeci ve sahaf Arslan Kaynardağ’ın vaktiyle kaleme aldığı “Felsefecilerle Söyleşiler” adlı eseri aklıma gelmekte. Bir bölümü üstte ismini naklettiğim hocasına ayrılmaktadır. Kaynardağ’ın ilgili esere sözü getirerek felsefenin sadece Avrupa’ya has bir disiplin olup olmadığı hususunda sorduğu suale karşılık elbette farklı kültürlerde de felsefi bir gelenek bulunduğunu ancak kendisinin yalnızca batı felsefesine değindiğini, diğer şubelerin ihtisası dışında kaldığını vurgulaması dikkatimi çeker döneminde.
Nitekim eserinin ön sözünde de “Kitabın konusu Batı Felsefesinin tarihi olduğundan, İslam felsefesine ancak Hıristiyan ortaçağ felsefesine etkileri bakımından dokunulmuştur. Memleketimizde İslam felsefesi tarihinin başlı başına ele alınması doğru olur.” Demektedir. Halbuki benzer içeriğe sahip İngiliz filozofu Bertrand Russell’e ait eser ise “Batı Felsefesi Tarihi” şeklinde anılmaktadır.
Bu neden böyledir? Tesadüf müdür? Avrupa karşısında, Tanzimat ile başlayıp gelişme gösteren öykünmeci mantığın bir neticesi değil midir? Yalnızca Avrupa’dan ibaret bir sunuma bir iki sayfalık bir dokunuşla felsefe tarihi denilmekte. Bu durumun affınıza binaen gündelik hayatta dile gelen imam cemaat örneği misali nasıl bir aymazlık iklimi meydana getireceği ise kuşkusuzdur. E canım, Avrupa’dan gayrı bir alemde felsefe mi var denmez mi, öyle ya.
Bu hususta farklı bir olumsuzluğa rahmetli yazar ve sosyolog Cahit Tanyol hocada rastladığımı söyleyebilirim. “Laiklik ve İrtica” başlıklı bir incelemesinde felsefe camiamızdaki dogmatizme vurgu yapmakla beraber, bunu kulağı ters taraftan göstermek misali klasik İslam düşüncesinin bin yıl önceki dinamiklerine bağlamaktadır. Eski devirlerde İslam dünyasında görülen felsefenin gelişme çizgisine paralel, skolastik, nakilci yapısının modern Türkiye’ye aktarıldığını belirtmektedir. Demem şu ki, İslam aleminde felsefenin geleneksel bir evrede gelişip, serpildiğini, hatta kadim Hint ve Yunan tefekkürüyle bağ kurmak suretiyle geliştiğini bilmekte, vurgulamakta, ancak bu hususun modern dönemlerde bize zarar verdiğini bildirmekte.
Efendim! Bu konuda referans tuttuğu anekdot ise ülkemizde son iki asırda gelişme gösteren resim sanatı üzerinden işlemektedir. Nasıl mı? Çağdaş Türk resminin özgün başarılara imza atmasını İslam’ın resim yasağına borçlu olduğumuzu söylemektedir. Müslümanlık resmi yasakladığından, bunun neticesinde İslami bir erken resim merhalesi yaşamadığımızdan dolayı çağdaş ölçekte resim birikimi inşa edebildiğimizi vurgulamaktadır. Üstat anlaşılan o ki, ebru hatta hat sanatının farklı bir kültürel iklimde üretilen bir resmetme hali olduğunun ya farkında değil ya da yahu ne alaka diyecek vaziyette. Kaldı ki, İslam’ın resim ve heykel gibi sanatlara muhakkak surette kapalı olduğu yönündeki yaklaşımların sıhhat derecesi nedir acaba?
Tam da bu noktada, bizde yerleşik statüko halini alan bir damardan söz edilebilir. Bir hadis-i şerifte “benden sonra Peygamber gelse o Ömer olurdu” vurgusu akla gelebilir. Ne ki, İslami muhitlerde yankılanması nedir bu argümanın? Elbette Peygamberimizce kendisine verilen Faruk payesinden de anlaşılacağı üzere bir Hz. Ömer adaletine işaret edildiği muhakkak. Ancak zaman zaman bu durumun algılanmasında kantarın topuzu kaçmakta kanımca.
Söz gelimi Hz. Ömer bir defasında Hacer-ü’l Esved taşına gönderme yaparak Resulullah’ın bu taşı öptüğünü görmesem kırıp atardım demektedir. Elbette İslam putperestliği men etmekte ve bir put kırıcılığı getirmekte. Hz. Ömer’de sözüyle ve tavrıyla buna işaret etmekte. Ne var ki, günlük hayatta insanların dilinde resim ya da heykel sanatı eleştirilirken Hz. Ömer’in bu vurgusuna işaret edildiğine rastlamadım değil. Halbuki, dikkat edersek Peygamberimize atıfta bulunarak onun saygısını görmesem yapardım diyor, yapmıyor ki, kırmıyor ki. Dahası Peygamberimizin saygısı dahi dikkat çekici değil mi?
Hani derim ki, Hz. Ömer’in kendisine mahsus radikalizmi, şahin tutumu sert, uzlaşmaz bir ruhani iklim doğurmakta. Ve korkarım ki, bu ruhi özellik insan benliğinin dehlizlerinde, labirentlerinde büyük Sahabenin şahsiyetine motamot bağlı olmaksızın Kur’an ve Peygamberin önüne dahi geçebilmekte. Bir imgenin taassuba hiç hak etmediği biçimde dönüşebilme imkânlarına değiniyorum, yanlış anlaşılmasın lütfen! Öte yandan yine büyük hükümdarımız Fatih Sultan Mehmed’in İtalyan ressamı Bellini’ye resmini yaptırtmasına ne diyeceğiz? Baksanıza bir aydınımız bile ne yorum yapacağını şaşırmakta, “okur alim tutmaz zalim” sözünün hükmüyle iyiye, doğruya, güzele teşvik edeceğine, zehir zemberek açıklamalarda bulunmakta.
Oysa Tanyol hoca bu tip dolambaçlı yollara gireceğine, Türklerin kavmi olarak daha ziyade asker ve yönetici yetiştiren bir millet olduğuna, dünya milletleri içerisinde bir felsefe tarihine sahip olmadıklarına ya da Hint, Çin, İran, Yunan, Arap, Alman, Fransız misali bir filozofik evre geçirmediklerine, henüz bu yolda çok yeni olduklarına bağlasa konuyu, çok daha verimli bir tartışma zemini bırakırdı ardında.
Öte yandan, bizde Cumhuriyet dönemi felsefe profesörleri içerisinde de felsefe ve düşünce tarihiyle salt batı değil doğu ve İslam düşüncesi bağlamında alakalanan, çalışmalar ve yayınlar yapan bir Hilmi Ziya Ülken merhumdur bilebildiğim kadarıyla. Felsefe eğitimli Hilmi Yavuz’u kapsama almıyorum bu alanda. O şekilde felsefe mezunu, gergefinde düşüncesini doğuyla batı arasında ören muhtelif insanlar elbette vardır.
Şöyle ki, Avrupalı bu hususlarda çok daha ciddi ve tutarlı hareket etmekte. Bu noktada Avrupalı ile Avrupacı arasında bir harflik fark anlamı ve anlatımı büsbütün değiştirmekte. Avrupalı düşünür sırasında ortaçağ karanlığını batı ortaçağı anlar, tüm dünyaya teşmil etmez. Oryantalistler kanalıyla bu genişlik ve derinlik şarka sezdirilmez, mikrofon dışarı verilmez o ayrı.
Bizim felsefe camiamız da, Yunancı yanına teşne olmaktadır Avrupa’nın. Ortaçağ’da felsefe deyince genelde Ortaçağ Avrupa’sına eğilir, İslam ortaçağını kısa geçer bu zevat. Fikri üretim de zerzevat niteliğinin ötesine pek geçmez açıkça. Dikkat buyurun, başlık ortaçağ olduğunda bile. İslam ortaçağını dogmatik bulur Avrupa’nın dogmatizmine, skolastiğine özel önem verirler.
Ne ki, bu kısım saf bir art niyet olayı denemez de. Ortaçağ Avrupası kıtanın bütünlüğünü tamamlamakta açıktır ki. Öyle ki, Batılılaşma yanlısı aydın ve akademisyenimiz kaba yahut düz bir art niyetle değil de, Avrupa’dan mürekkep bir anlayışla tümleşik hareket etmekte. Avrupa açıktır ki, Yunan, Roma, Hristiyanlık, Ortaçağ skolastiği, Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sosyalizm, Materyalizm, Çağdaş felsefe vs. şubeleriyle bütünlük arz etmekte. Bizde de haliyle Ortaçağ skolastiği batı düşünce birimlerinin lastik gibi uzayıp gitmesine imkân vermektedir.
Sözün özü elastiki ve lastikli yaklaşımlara müsait bir dünya olduğu ölçüde batı bizde de aynadaki aksini bulmaktadır. Ne çare ki, felsefe camiamızın problemleri şeklinde lokal çizgide de okunamaz bu haller. Bilakis kültür ve eğitim hayatımız içerisinde organik bütünlük oluşturmaktadır konu.
-DEVAM EDECEK-
L.T.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.