- 219 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
GÜNE GÜÇLÜ DURUŞUN, YARINLARA VAROLUŞUN ANAHTARI
’Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir’ derken Mustafa Kemal, dil ile onun doğmasına neden olan ve ondan da esinlenen toplum aynasına hakikatli bir vurgu yapmıştır. Binlerce yıllık kadim tarihimizin ivmesiyle halen var isek, bunu sağlayan temel gücün dil olduğunu da görebilmemiz gerekir.
Ünlü filozof Konfüçyüs’e sorulan “Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?” sorusuna cevabını sanırım çoğumuz anımsarız. Ünlü filozof cevaben “Hiç şüphesiz, dili gözden geçirmekle işe başlardım.” Derken, dilin toplumsal işlevini ne de güzel ifade etmiştir. Sözcüklerin karşılığı olan şey herkes için aynı anlama gelmiyorsa, orada işler karışır, toplumun ilişkiler ağı ve onu oluşturan tüm sistemler bir keşmekeşin içine düşer. Bu durum, kaosa neden olur. Dil öylesine bir birlik enstrümanı ki, adeta toplumun aynası gibidir, dersek anlatımımızı güzel de ifade etmiş oluruz.
Yaratılışından bu yana çevre ile iç içe birlikteliği, insanın onu anlama, ondan sakınma ona hâkim olabilme dürtülerini de harekete geçirmiştir. Doğa ile barış içinde ve onun sınırlarını da uzunca yıllar ölçüp biçerek, onun içindeki yerini belirleme gayreti içinde olmuştur. Yıllar yılı süren gözlemler, deneyimler, keşifler, karşılaşılan güçlüklerden ve belki de büyük yıkımlardan çıkarılan dersler neticesinde de “kültür” dediğimiz ve içinde insana dair her şeyi bulabildiğimiz gerçeklik vücut bulmuştur. Onlarca, yüzlerce ve belki de binlerce ömre beden bu pahasız birikimler; sporda, sanatta, bilim ve teknikte, ülke idaresinde, güvenlikte, sağlıkta ve kısacası hayatın her sahasında yeni güne hazır bilgiler, deneyimler, gözlemler ve çıkarılan dersler şeklinde kuşaktan kuşağa da aktarılmıştır elbette.
Varlığın devamlılığı ve yarına uzanışı için sağlam dayanaklara haiz olunması gerekir. Ne var ki, her varlık bir sınırlılık içinde seyir halindedir. Medeniyet dediğimiz ve ekmeğin pişirilişinden, besinlerin saklanışına, kilimdeki motife, fosil yakıtlı araçların gelişim seyrine, dünya dışı âlemlere uzanışın teknolojilerinden, silikon vadisindeki nano teknolojilere değin her değerli özne spontan halleriyle uzun ömürlü olamazlardı. Bir birikimcilik ruhuyla onca yüzyıllardır bugünlere gelebildiler. Medeniyetin en yalın hallerinden itibaren elde edilen bu küçük birikimler kayalara, kilden tabletlere, ceylan derilerine, papirüslere, icâdıyla devrim niteliğindeki kâğıda ve onu daha bir işlevsel kılan çoğaltım aparatlarına, matbaaya derken göz kamaştırıcı ilerlemelerle her sahada olabildiğince geniş ve alabildiğine de derin bilgilere erişildi muhakkak. Dünümüzü ve güne gelinceye değin hangi coğrafyalarda nelerin, nasıl yaşandıklarını bilmekteki bu büyük güç, bizden öncekilerin türlü şekillerdeki neşriyatları ile mümkün olmadı mı? Binlerce yıllık bir mağaradaki resim bile ne kadar çok şeyi anlatıyor insanlık âlemine. Kaldı ki yazı anlatamamış olsun.
Milletler üstü bir kavram ve dahi kazanım olan medeniyet ve onun içerdiği özneler, bu denli sağlam şekilde bizlere erişimlerinin altında, hayatın kritik yanlarını aktarmak amaçlı çığır açan yazının icâdı, şu anki medeniyetimizin de omurgasıdır, dersek abartı olmaz sanırım. Zira, farklı binlerden söz edilse de yazının keşfiyle birlikte o zamana değin geleneksel kalıplarla aktarılan kültür unsurları, daha büyük coğrafyalara da erişim olanağı bularak hafızalarda hapsolmaktan da kurtulmuştur. Tüm birikimlerin kitaplaşması demek olan bu sonuç, dili en sağlam ve geçmişimizle geleceğimiz arasındaki en güvenli yol, köprü haline de getirmiştir kuşkusuz. Alfabenin icât olunmadığını bir düşünsenize, böylesi bir noksanlık, şu anki medeniyetten fersah fersah gerilerde yaşıyor olmamıza neden olurdu. O halde, hayatın; ayak izlerinin, sesinin, nefesinin, estetiğinin, sınırlarının, tehlikelerinin tümünü birden kucaklıyor olmamızda dili bir kez daha düşünmek gerekir sanırım. Bu kültür enstrümanı, hem onun bir sonucu, hem kültürün bekâsı anlamında bir sigorta ve hem de onun en naif aynasıdır. Denilebilir ki, bir medeniyeti anlayabilmenin en pratik yolu, onun hakkında yazılmış metinleri okumaktan geçer. Böylece, sözü edilen kültürün estetik hünerlerini, tarihi geçmişini, sanayisini, ekonomisini, coğrafyasını ve kısacası neyini merak ediyorsak ona dair vesikaları gözden geçirerek tanımamız çok mümkündür. Bir tatil planı yapılırken, gidilip görülecek yerler hakkında bir ön bilgi edinmek ne de işe yarar değil mi? Bunu çok gerilerde yaşamış ve artık kendileri de tarih olmuş medeniyetler için de yapmıyor muyuz zaten?
Tarihin sesinin bize hissettiren, cephelerin tozunu ve dumanını yutarcasına bizleri yüzyıllar öncesindeki olayların içine çekebilen, büyük gururlarla göğsümüzü kabartırken, büyük yıkımlarda da hüzne sevkeden de dilin gücü değil midir? Şunu iyi anlamız gerekir ki, dile rağmen bir medeniyet uzun soluklu olamayacağı gibi, ilerleyerek yarınlarda da var olması pek olası değildir. Mazisinden bu yana çokça insanın ölümüne, tasviri oldukça zor maddi hasarlara yol açmış felâketlerden haberdar olamasaydık, benzer akıbetleri bizler de yaşayabilirdik. Bu engin ve bir o kadar hayatî birikimleri bizlere taşıyan kiminde bir gemi kaptanının seyir defteri, kiminde bir doğa araştırmacısının notları ve kiminde de yıllarını laboratuvarlarda ömrünü vakfederek madde âleminin derinlikleriyle ilgili bilgi ve verileri, formülasyonları bize taşıyan bilim insanı, belki de çok uzak kültürleri ve insan girmemiş coğrafyaları araştıran bir seyyahtı. Kendileri de bu büyük kültürel mirasın birer elçisi olarak tarihe mal olmuş değerler, gerek kendi yazılı eserleri ve gerekse de onların çalışmaları hakkında yazılan eserlerle günümüze kadar ulaşmışlardır.
Hayatı anlamak ve onun içindeki yerimizi, duruşumuzu sağlıklı belirleyebilmek adına, sadece günümüzün verileri ile yetinmek büyük bir hata olurdu. Bizler, koskoca bir kültürün meyveleri durumundayız çünkü. Milletimizi mazisi hakkındaki bilgilerimiz olmaksızın, bu kadim kültürü doğru anlamak, yorumlamak ve yarınlar için de gerek kişisel gerekse de toplumsal hedefler belirleyebilmek mümkün de değildir. Bu durum, ağacın kökleri ile dalları, yaprakları ve nihayetinde de meyvesi arasındaki bağa benzetilebilir. Kökten gelen esaslar, hayat dediğimiz düzleme bizleri sımsıkı tutmaktadır. Binlerce yıldır halen var olabilmemizin arkasında neler olduğunu bilmek, anlamak ve güne de buradan çıkarımlarla duruş kazanmak zorundayız. Gerek kültürel bağlar anlamında ve gerekse de kültürler arası etkileşimde dilin ne derece büyük bir kuvvet çarpanı olduğunu göz ardı edemeyiz.
Bir medeniyete çağ atlatabilecek ve onu kısa zamanda üst lige taşıma kapasitesini de taşıyan dilin bu yönüne İbnül Fârâbi mükemmel bir örnektir. Yetmiş iki dil bildiği ifade edilen, çalamadığı telli enstrüman da bulunmayan bu büyük düşünür, Aristo`ya dair tüm eserlerin çevilerini yaparak, farklı bir coğrafyada onun tanınmasını ve belki de meşhur olmasını da sağlamıştır. II. Muallim ünvanı da verilen Fârâbi, zamanına değin uyumaklı haldeki bir medeniyetin dildeki becerileri yeniden güne doğan hale de getirmiştir. Özetle ifade etmek gerekirse, Arap toplumundaki Aristo sevgisinin altında Fârâbi`nin dil becerisini işe koşarak yaptığı çeviriler vardır. Medeniyetler arasında ilimden, sanattan,, teknolojiden de bir köprü gibidir bu anlamda dil. Dile hakimiyet, günümüz için de büyük bir güç olarak görülmelidir. Dildeki becerileriniz bir eserin çok daha fazla insana ulaşmasını sağlayabileceğiniz gibi, farklı dillerdeki kayda değer eserlerin içeriklerine ulaşarak milletinizin tüm gelişmelerden güncel halde olmasına da katkı sağlayabilirsiniz. En amansız hastalıkların pençesinden kişi ya da daha büyük kitleleri kurtarabilmek, tamiratı imkansız gibi görülen büyük cihazların onarımı yapabilmek, daha az güç ve emekle daha fazla kazanç elde edebilmek gibi çok hayati onca sorunun karşılığı bunlara çözüm olabilmiş uygulamaların diline ulaşmak değil midir? Burada ifade edilmeye çalışılan şey, sadece alfabelerden oluşan dil değil; makinelerin, psikolojinin, mühendisliğin, matematiğin, sanatın da kendine özgü dilinin olduğu ve bu anlamda da dil ifadesinin genişliğini derinliğini vurgulamaktır. Hangi dilden söz edilirse edilsin, her birisi yine kültürün yoğurduğu, güçlendirdiği ve sadece günlük yaşamın iletişim enstrümanı olmaktan da öte hayatın tümünü kucaklayan bir değere onun doğrudan sahip olması gerçeğinin dili ciddiyetle düşünmemiz gerçeğini bize dikte etmesidir.
Bir asır öncesinde kuantum fiziğinin diline, uzay fiziğinin detaylarına ve jet motorlarının aerodinamik kanunlarının dillerine sahip olabilseydik, bambaşka bir medeniyet çizgisinde duruyor olabilirdik. Özetlemek gerekirse dile, dillere hakimiyet; hayata hakimiyeti, kültürdeki gücü, geleceğe de sapasağlam bir yürüyüşü, dünün tarihi köklerinin canlı tutuluşunu, yeni hedeflerin belirlenmesini, güne göre güncelliği ve gönderdeki bayrağın yanına bir ses bayrağını koyarak geleceğe güvenle bakmayı da sağlamak demektir.
Yürümekli olduğumuz hayat yolunun nerde ve hangi koşullarda katetildiğini, bu yürüyüşün ne gibi sorunlarla karşılaştığını, bunların hangi dirayetle aşılabildiğinin öyküsünü bilmeden gün içindeki duruşumuzu, ivmemizi ve rotamızı esaslı bir şekilde belirleyemez, geçmişten çıkarımlarımızdan faydalanmadan günün ortaya koyabileceği zorlukları da kolaylıkla aşamayız. Bir eklektik yapılar dairesinden oluşsa da kültürün içindeki dil, bu eklentileri sımsıkı birbirine bağlayıp, tüm diğer unsurları da derleyip toparlayarak adeta milli bir güç haline ve hatta yeri geldiğinde de mili değerlerin kalkanı olarak da hayatî bir rol üstlenmektedir.
Bir medeniyetin doğuşu, köklenmesi, güçlenerek yayılması ve diğer kültürlerle münasebetleri de dil aracılığıyla vücut bulmaktadır. Bu anlamda hangi kültür olursa olsun, onun içindeki tüm renkleri bir örüntüde buluşturan, kenetleyen, kudretli bir duruş katan dil, kültürün mayası gibidir denilse abartı olmaz. Zîra, toplum bir hücre ise, onun içindeki bütün organellerin yaşama bulduğu stoplazma denen yapı adeta dildir. Dile rağmen diğer kültürel ögelerin yeşermesi, devamlılığı ve kalıcığı mümkün değildir. Kültürlerin en büyük handikapı, gelecekle bağ kurup kuramadıklarıdır. Ses bayrağının farkındalığındaki uluslar, milletin bağımsızlık ve egemenliğinin temel dayanağının dil olduğunu iyi bilir ve onun üzerine adeta titrerler. Onu erozyona uğratacak, asli anlamından uzaklaştıracak tüm tesirlerden uzak tutmanın gelecekte de varoluşla nasıl bir bağlantısı olduğunun da farkındadırlar. Tarihin tozları arasında sayısız uygarlığın dildeki hakimiyetlerini koruyamadıkları için nasıl da yok olup gittiklerini anımsamalıyız. Diğer bütün medeniyet unsurlarını yitirmelerine karşın, sadece dildeki güçlü bağları ile ömrüne ömür katan ve bugünlere gelebilen milletlerin varlığı da oldukça manidar bir gerçeklik değil midir? Medeniyet vücudundaki adeta kan dolaşımı fonksiyonunu yerine getiren dil, biz zaman sonra vücudun yeniden restorasyonu için gereken ivmeyi de sağlayabilmektedir.
Kültürü oluştuğu zeminin unsurlarıyla yoğurup ona kıvamı veren ve atiye de taşımak görevini üstlenen dil, milli unsurun en başat değeri olarak görülmek ve anlaşılmak durumundadır. Sinir sitemi gibi tüm vücudu kapsam alanına dahil eden yapının işlevi ve hedefi neyse, dilin de bir kültür yapısı içerisindeki rolü ve gayesi aynıdır. Şunu söylemek gerekir ki, dili baş tacı edemeyen ulusuların yarınlarda var olmak bir yana adlarının bile hatırlanması şüphe götürmez bir hakikattır. Bizim dilimiz erdemlerin, faziletin, bağlılığın, vefanın ve dahası sevginin dilidir. Her nedenli iletişim dilimizde zamanla başka başka ses sistemleri kullanılmış olsa da, dilimizin özündeki maya tahribata uğramadan güne değin yankılanmıştır.
Bazılarının sıklıkla biraz da yanlılıkla ifade etmeye çalıştıkları, cumhuriyetin ilk yıllarına denk gelen “hard devrimi” sadece seslerdeki terkipten ibarettir. Onu bir dil devrimi gibi görmek ise son derece tehlikeli, anlaşılmaz ve ötekileştirmenin, dilimizin yüzyıllardır getirdiği değerlerin yeterince kavranamamasındandır. Sesi değiştirseniz de söyleniş değişmez. Zira, ses dilde bir araçtır, amaç değildir. Duygu, düşünce, umut, tecrübe ve hayata dair ne varsa onun anlatımında, yankılanışında günümüzdeki dilin bir eksikliği yoktur da zaten. Mesele onu en mülayim, en kudretli ve en sevgi dolu haliyle korumak, kullanmak ve kültürün hamisi olduğu gerçeğinde yarınlara taşıyabilmektir.
Milli kimliğin yegâne adresi, millet olma şuurunun öznesi, geçmişi anlamanın ve ondan çıkarımlarda bulunabilmenin en sağlıklı yolu ve geleceğe uzanışın vazgeçilmez enstrümanı dil, kendimizi anlayabilmenin, anlatabilmenin ve biz olma bilincinin de altın anahtarıdır. Bu anahtarın gücünün hem yeni kuşağa alabildiğine özenle ve olabildiğince de tüm fırsatları işe koşarak anlatılması her birimizin asli görevidir. Ezanın, bayrağın, geleceğe kutlu yürüyüşün, geçmişe vefanın , hoşgörü ve sevginin ve kısacası , asude bir hayatın da gereği dil, en büyük zenginliğimizdir.
Sevgi, acı, ümit dolu türküleri; fırçadan yansıyan geçmişin izlerine yönelik terkipleri, büyük mimarî şaheserleri bizlere anlatırken, onların hangi şartlarda vücut bulabildiğini anlatabilecek, güne sapasağlam basışımızın ve geleceğe de güvenlice uzanışın daha kudretli bir öznesi var mıdır? Dile önem; kendine, milletine, yarının esenlik dolu ülkülerine uzanıştır. Dil sevgisi, diğer bütün kültürel sevgilerimizin, mevcudiyetimizin, yarınlara uzanırken de barış ve sevgi tohumlarıyla yankılanışımızın da adı demektir. Türkçemiz ;dünümüz, günümüz, yarınımıza dokunuşumuzun sol anahtarı, güftesi, bestesi ve can damarıdır. Onunla dünü anlamak, günü kavramak ve geleceğe de bir ve beraberce uzanabilmek dileğiyle.
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Ömrü güzel olası Anadolu'm canı üstat, yarınlara nice güzel eserler bırakmanız dileğiyle; kaleminize yüreğinize sağlık.