Yaşlanmak İçin En İdeal Mevsim
Soğuk sayılacak kadar geç bir sonbahar günü, Doğubayazıt’a gidiyorum. Bozkırda kuru otların üzerinde kırağı yıldız yıldız ışıldıyor. Sarısu Bataklığı, sararmış sazlıkları ile genişleyen bir zaman sarmalı gibi, göz alabildiğine karşıda dolanıp uzanıyor. Civardaki köylerin sığır sürüleri sazlıklara serpilmiş boncuk taneleri gibi dağılmış birbirlerine karışmış. Bu yıl sazlıkların bir kısmı biçilmiştir.
Minibüste insanlar öbekler kurmuş bir şeyler konuşup duruyorlar ama ben oralı olmuyorum, aman… Hiç duymuyorum bile. İçlerinden birisi diğerlerine, çocuklarını anlatıyor. Bir diğeri koyun sürülerini methediyor. Kimisi de çoban köpeklerini...
Zorraki konuşulan her şeyi duyuyorum. Bu sene ilkbahar yağmurları az yağmış, ürünler yeteri kadar verimli olmamış. Kışlık otlar az yetişmiş. Herkes sazlıklardan kamış biçip toplamaya çalışıyor. Sarısu sazlıkları paylaşılıyor Kışın hayvanlara yem olarak vererilecek diyor...
Kasetçalarda dengbej çalıyor. Sözü uzatıp uzatıp bir kaval eşliğinde söylüyor. Herkesi kendi haline bırakmış bana söylüyor. O kaval ki dürülü ceviz ağacından. Hafif nar gibi odun közünde tere yağı ile kavlanmıştır. Çim duvarın gömme penceresinde nizami asılıdır bir çingene çivisine ipek iplik ilen. Arada bir gül yağı ile parlatılır. Her perşembe akşamı bizler keçeye diz çöker dinleriz. Aklımızda masallar canlanır. Hayalimizde yüce dağ başlarında kayalık koyaklarda dağ keçileri tenhada tekeye gelir. Bir anne geyik yavrularını usulca Aras nehrine suya indirir. Renklerini ekşitmiş yaban söğütleri hışırtısı ile serçe sürüsünü havalandırıp durur. Bir yanımız sobada yanan tezek ateşinde ısınır. Bir yanımız tek odalı evin penceresindeki rüzgarın uğultusundadır. Daha annemiz vardır, aklı sobada fokurdayan çorbasındadır. Her perşembe babam kaval çalmaktadır. Kavalı minibüsteki köylüler duymuyor. Şoför bile.. Dejavu yapıyor sanki bende. Kafamı ilkokul yıllarıma götürüyor. Daha önce yaşadığın bir şeyleri sanki tekrar yaşıyormuş gibi. Bir filmi tekrar izliyormuş gibi bu umut vaat etmeyen sonbahar sabahı, miskin idrakime, çeperlerini zorlayarak ışıltılı bir kuş kanatlarını çarparak uçuyor. Hülyalı o kuş uçarken kanat uclarını alnıma değdiriyor. Alnım ışıldıyor. Basiretim açılıyor…
Sazlıktan çıkan inekler yolu kapatıyor şoför korna çalarak beni uykumdan uyandırıyor. Doğubayazıt tabelasını görüyorum… Şehir mi? Nedir ki, ama hangi şehir. Daha önce görmüşlüğüm var mı ki. Civardaki şehir isimlerini sayıyorum aklımda bir isim bir şehir oynuyorum. Bir eşya adını bir kaç kez üst üste söyleyince tuhaf oluyor. Hayır, tuhaf bir isim.
Norolajik bir durum tabi, beyin çatallanıyormuş. Yeni bir dil öğrenirken ya da isimler ezberlenirken, demişti o nörolog... Aklımda bir sürü pasaj açıldı. Yeni yönler, caddeler, beni alıp alıp uzaklara taşıyan. Yeni metaforlar, beni bölüp bölüp ayrı yönlere taşıyan... Minibüsün camına yağmur vururken uzak şehirlerde buldum kendimi. Sinemaya gideceğiz efendim hastasıyız, ama nasıl… Bir yağmur bir yağmur yağıyor. Umut vaat etmeyen bir sonbahar yine… uzak şehirlerde hep yağmur yağıyor. Ama bende bir umut var sanki. Siyah paltomun yakasını kaldırıyorum, sakalıma ve çeneme iyice yapıştırıyorum. İçime yağmur girmesin diye, üşümeyeyim diye. Kafam mı? Kafa zaten üşütmüş çoktan. Sinemaya gireceğim efendim. Esas oğlanın dili ile konuşacağım belli bir süre bilirsiniz… Baş rollerime güveniyorum, fakat kendime zerre kadar değil. Benim duygularıma belki tercüman olacak… Tabi yağmur eşliğinde bir perdesiz gitar… Her an aklımda yeni metaforlar olabilir. İcabında bir karanfil, yorulmuş olarak kaldırıma düşebilir. Bu kadar metafor fazla bana…
Şoför, “son durak inin” dedi, gayet kaba bir edayla… Basiretim gene açıldı... Kendime geldim. İndim arabadan, İshak Paşa Sarayı’na baktım gerinerek. Vazgal’dan, Narinkale’den öteye Beyazıt’tan baktım Ağrı Dağı’na… Çocukluğum geçti bu dağın kuzey yamaçlarında. Duldasında Ağrı Dağı’nın, Iğdır ovasında… Ben bu dağa kuzeyden bakmaya alıştım, güneyden bakmaya alıştım yıllarca, dört bir yanından mevsimlerin ardına düştüm. Bu dağ ikiz doğdu, rüyamdaki gibi. Benim dağım budur dedim o gün. Küçük Ağrı ve Büyük Ağrı… Bunlar kardeştir. Yetim. Evel zaman içinde yaylada. Ormanda yakacak odun topluyorlar. Büyük kardeş pis huysuz, küçüğe bütün yükü yüklüyor. Yükün ağırlığına dayanamayan küçük kardeş düşüp cılız ayağını kırıyor. Ağlar sızlar büyüğü oralı olmaz. O gün bu gündür küsler. Bütün İran Turan cinleri yetmedi ta İsfahan’dan gelen cinler şahı bile bunları barıştıramaz. Büyük kardeş küçüğe “senin başında yılan çıyan eksik olmasın” diye beddua eder. Küçüğü de “senin başında kar kış eksik olmasın” der. Yüce Allah tarafından bedduaları kabul olur. Birer amansız dağa dönüşürler. Büyüğünün yaz kış, kar boranı eksik olmazken küçüğünün de başında envai çeşit yılan çıyanın eksik olmadığı birer dağ olurlar.
Burdan bakıyorum. Şairin toprak dam dediği yerden. Kaçak bir çay içme ihtimaline bakınıyorum. İşte Sımurg Kafe’de kaçak çayımı içiyorum. Dağın güney yamaçlarına yer yer sis öbekleri yayılmış. Bazı köyler var sislerin ardında durmadan gömülüyor. Sonbahar yağmurları ile dağın eteklerindeki güz ekilmiş ekinler yeşermiş zümrüt... Ama birkaç gün sonra karın altına saklanacak bu yamaçlar, sonbaharda ekilen arpalar, sıra dağlar, ovalar. Kış konumunu almış. En kısa zamanda ovayı ve şehri işgale hazırlanıyor.
Ben zamanın içinde boğulmuş gibi oturdum öylece, bol bol kaçak çay içtim. Umut vaat etmeyen hayallerim, hey sizler, benim en kösnül yavrularımsınız. Yapışkan, itilgen… Ben sizi fazla beslemeyeceğim. Nereye gayrı gideyim bilmem. Su dolu hendekte boğulmuş bir bağ kamış gibi unutulmuşum. Bana gel diyorum gel, ama bir yılan gibi ağzından başlayarak soyunmaya, camsı göz kapaklarına varana. Ancak hüzünbaz gömleğini atarak gel diyorum ...
Bir arzunuz var mı efendim, diyor genç garson… Basiretim açılıyor yeniden… Mekânı, Vazgal’ı, Narinkale’yi, Beyazıt’ı sabit tutup zamanı çeviriyorum elimle sararak. Kafamda hiç bir şey mukim, müstakil gibi durmuyor ama neden… Kafam geçirgen bir süreç halinden ibaret sanki… Kendi içinde çoğalan. Kendi ötekini yaratan sonra onu iten yutan, kendi retoriğini kendisi üreten bir şizofreni…
Yamaçlarını kapatıyor, pamuk dağları gibi, bembeyaz zirveleri göklerle bitiştiren, sokulgan nemli örümcek öpüşlü bulutlar. Geceyi bu dağın ardında geçirmeliyim efendim. Çünkü yaşlanmak için en ideal mevsimi buldum şimdi ölmez isem gayrı baharlar düşünsün.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.