- 246 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
BÜYÜ
“Pazar sabahı büyüsünden faydalanalım.” dedim. Boş boş baktılar yüzüme. “Hangi cümle az önce konuşulan konuya bu kadar uzak düşer” diye sorulsa kendilerine, “kesinlikle bu cümle” diyeceklermiş gibi… Dudaklarının ucuna gelip de yılların hatrına söyleyemediklerini yüzlerinden okumama fırsat vermek istercesine, uzun uzun…
“Biliyorum, saçma kaçtı söylediklerim.” dedim. “Ama izin verin, açıklayayım. Anlattığımda siz de konuştuklarımızla hiç de lgisiz olmadığını göreceksiniz sözlerimin.”
Sıcacık bir yudum aldım çayımdan. Masanın ortasındaki tabaktan bir dilim böreği tabağıma aktardım. Yarı aralık pencereden giren tatlı esintiyi de arkama alarak… “Zaten şu an da bu büyüden nasibimizi almıyor muyuz?” dedim. “Büyü derken; bu Pazar sabahı, bu sofrada oturmuş dertleşirken, içimizin hâlâ sıcacık olmasını sağlayan; bu okşayan, umuda benzer, ılık şeyden söz ediyorum. Pazar demek tatil demektir çünkü. Biraz kıyıya çekilmek, uzaktan bakmak… Bir parça çocuklaşmak yani… Her şeyin yoluna gireceğine inanmak...”
“Bu dediklerinin Ceyda’nın sorunlarıyla ne alâkası var, anlamadım.” dedi ablam sitem dolu bir sesle. “Seni tanımasam alay ediyorsun diyeceğim nerdeyse.”
“Biraz sabredersen bağlantıyı anlayacaksın ablacığım. Ama izin ver, önce sorunun kökenini kendi penceremden anlatmaya çalışayım.” dedim… Ve gecesi olmayan bir gündüzün anlamsızlığından, sürekli bir gündüze mâhkum ettikleri için yeğenime nasıl büyük bir kötülük ettiklerinden… Yani her dediğine evet diyip, istediği her şeyi ânında önüne koyarak; bir şeye özlem duymayı, onu elde etmek için sabırla beklemeyi, o bekleyiş sürecindeki kalp çarpıntısını, sonunda elde ettiğinde duyacağı derinden mutluluğu… Yani gecenin sonunda ufukta beliren o tan kızıllığını, gündüzün anlamını O’ndan nasıl esirgediklerinden… Yarattıkları kar körlüğünden söz ettim.
“Pardon, neyi görmüyormuş kızım? O’nun bizim için ne anlama geldiğini, küçücük bir gülücüğü için neler yapacağımızı bilmiyor mu yani?
“Sorun tam da bu zaten!” dedim, eniştemin gözlerindeki berrak gökyüzüne birkaç yağmur bulutu kondurarak… Ve onlara anlattım: Bir insana koşulsuz şartsız böylesine bir tapınmanın onu nasıl sevme yeteneğinden mahrum, sürekli bir şeyler isteyen…üstelik istediklerine hemen kavuşacağı için o şeylere kavuştuğunda zerre minnet duymayan, içinde sevinç tomurcukları açmayan, daha da beteri sevinç denen duyguyu hiç bilmeyen; dünyanın en bencil, en şımarık insanı haline getireceğini…
“Yani şımarıklığı yüzünden mi bu kadar mutsuz kızım?” dedi eniştem, sorunun kaynağına ulaşmış olmanın ferahlığıyla… Kızına ‘şımarık’ dediği için de bir parça mahçup…
“Bu soruya başka bir soruyla karşılık vereyim: Kızınız en son ne zaman bir şeye gerçek anlamda sevindi; gözlerinin içi güldü, içi içine sığmadı… ve en önemlisi de birilerini mutlu etmek için bir şeyler yapmak istedi? Gerçekten mutluysan mutsuzluğa katlanamazsın çünkü… Işığınla aydınlatmak istersin. Ceyda’nın gözlerinde en son ne zaman böyle bir ışık gördünüz?”
Sokakta bulduğu yavru kediyi günlerce eliyle besleyen, incinen bacağı iyileşip koşturmaya başladığında sevinç çığlıkları atan o küçük kız geldi aklıma: Küçük Ceyda… ‘Teyze, teyze’ diyen o cıvıltılı sesinde saklı ne çok şey vardı, şimdiki yetişkin Ceyda’nın büyük mutsuzluğuna deva olacak?! Onay görme, sevilme, tabii ki en çok da sevme ihtiyacı… Ve bu ihtiyaçların doğal sonucu olarak da çevresindekileri önemseme ve dolayısıyla da onlara saygı duyma… Yani şimdiki Ceyda’da en olmayan şey…
Bunları da anlattım onlara. Gözlerim ikide bir büfedeki çerçeveden bana kocaman bir tebessüm gönderen küçük kıza kayıp durarak…
“Bu kadarı da fazla artık!” dedi ablam hışımla. “Bir ‘saygısız’ demediğin eksikti. Nerden çıkardın bunu? Bir kez olsun bir saygısızlığını gördün mü?”
“Bir kez görmedim, evet… Ama sayamayacağım kadar çok gördüm. En çok da ikinize karşı… Zaten neden saysın ki sizi? Siz böyle kulu kölesi gibi davranıp, bir ayaklarına kapanmadığınız kaldıkça, siz kendinize bu kadar saygısızken, O neden saygı duysun?..”
“Yani O’nu onayladığımız, koşul gözetmeden sevdiğimiz için mi tüm bu sorunları yaşıyor kızım?” dedi eniştem, yüzünde ‘saçmalıyorsun’ diyen bir ifadeyle. “Kötü davranır, aşağılarsak mutlu mu olacak?”
“İki şeyi karıştırıyorsun sen enişteciğim. Koşulsuz sevmekle koşulsuz onaylamak birbirinden çok farklı şeyler… Ben sevmeyin demiyorum, hatta onaylayın da… Ama ortada onaylanacak bir durum varsa… Olur olmaz onaylayıp gerçek bir onay’ın dürüst aynasından mahrum bırakmayın O’nu! O aynada kendisini görmesine izin verin… O zaman belki bir gün sizin kadar O da sevebilir kendini. En azından bunun için bir şeyler yapar.”
Sessizlik uzadı gitgide. Ben de tabağıma bir börek daha aldım. Konuşurken fırsat bulamadığım bir şey yaptım sonra: Ablamı seyrettim. Telefonda beni kahvaltıya çağırırken sesinde saklı bir şey, çocukken koşturduğumuz evimizin bahçesini hatırlatmıştı bana nedense: Çocukluğumuzun bahçesi… Orada ne oyunlar oynar, ne kavgalar ederdik… Sanki bir tür provasını yapardık hayatın.
“Pazar sabahı büyüsünden nasıl faydalanacağız peki?” dedi eniştem, tam da sözlerime herhangi bir tepki verilmesinden umudumu kesmiş, masadan kalkmaya hazırlanırken… “O’nunla en son ne zaman bir Pazar kahvaltısı yaptık, hatırlamıyorum bile.”
“İnanamıyorum size! İstese dünyaları verirsiniz, bir dediğini iki etmezsiniz. Ama aslında en ihtiyaç duyduğu şeyden, ailesinden mahrum bırakıyorsunuz O’nu. Pazar sabahını diğer sabahlardan ayıran, anne kucağına çeviren, ısıtan şeyden yani…”
Eniştem telefonu eline almış, aceleyle tuşlara basarken “O kadar da değil!” dedim. “Kız, arkadaşlarıyla sözleşmiş, buluşmaya gitmiş. Onu sohbetin ortasında arayıp ‘kahvaltıya bekliyoruz’ demeyeceksin herhalde, değil mi enişteciğim? Korkma, Pazar sabahları kaçmıyor bir yere. Bugün olmazsa önümüzdeki bir Pazar yaparsınız kahvaltınızı. Yalnız söyleyeyim: İkna etmek çok da kolay olmayacaktır O’nu.”
“Nedenmiş o?” dedi ablam, bu kez sitem değil gerçek bir soru ifadesiyle.
“Çünkü O henüz bilmiyor Pazar kahvaltısının nelere kâdir olduğunu… Ama korkmayın, öğrenmesi çok kolay olacaktır. Yeter ki bir kez sizinle otursun bu sofraya… Şu serçenin sesini bir dinlesin… Bir dilim börek alsın tabağına.,, Ordan burdan bir şeyler anlatsın… Sizin anlattığınız bir şeylere gülsün… Çocukluğunda sizinle bu sofrada yaptığı Pazar kahvaltılarını hatırlatacak bir şeyler yapsın yani… Ilık ılık bir şeylerin ruhunu tatlı tatlı okşayışını duysun… Baştan ayağa yıkansın Pazar sabahıyla: Büyülensin.”
YORUMLAR
Sevgili Yazar,
Öykünüzde, aile içindeki iletişimsizlik ve sevgi eksikliği üzerine dokunaklı bir hikaye anlatmışsınız. Anlatıcı karakterin bakış açısıyla, Ceyda'nın iç dünyasına ve ailesiyle olan ilişkisine derinlemesine bir bakış sunmuşsunuz.
Öykünüz, baştan sona akıcı bir şekilde ilerliyor ve okuyucuyu içine çekiyor. Anlatıcı karakterin, ailesinin Ceyda'ya olan yaklaşımını ve bu yaklaşımın Ceyda üzerindeki etkilerini detaylı bir şekilde anlatması, hikayenin derinliğini artırıyor.
Ceyda'nın içsel boşluğunu ve mutsuzluğunu, ailesinin sevgi ve onay eksikliğine bağlayarak çarpıcı bir şekilde betimlemişsiniz. Ayrıca, Pazar sabahı kahvaltısının önemine vurgu yaparak, ailenin bir araya gelmesinin ve birlikte zaman geçirmenin önemini vurgulamışsınız.
Öykünüzdeki karakterlerin duygularını ve düşüncelerini başarılı bir şekilde yansıtmanız, hikayenizin içsel derinliğini ve duygusal yükünü artırıyor. Okuyucu, karakterler arasındaki ilişkileri ve iletişim eksikliğinin yarattığı sonuçları düşünmeye yönlendiriliyor.
Sonuç olarak, öykünüzdeki anlatım tarzı ve konu seçimiyle başarılı bir iş çıkarmışsınız. Aile içindeki iletişim eksikliği ve sevgiye olan ihtiyaç üzerine derinlemesine bir hikaye anlatarak, okuyucuya düşündürücü bir deneyim sunmuşsunuz.
Sevgi ve saygılarımla