0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
336
Okunma
Erken başlayan bir akşamın kızıllığı bozkırın tepelerinde soluyor. Sonbaharda günler iyice kısalmış, erimiş bir soluk olmuş. Kamuran atandığı köye gidiyor. Köyün minibüsü dönüş yolunda, uzaklaşan ilçe, minibüsü bırakıyor geri çekilip küçülüyor. Murat’ın salına salına sıcak iklimlere doğru akan suyu, demir kanatlı köprüsü ve köprü üzerinde eve dönen nahır, ırmağın kenarında yaprakları kızarmış, yaşlanmış birer anne gibi şefkatli, devasa söğüt ağaçlarında insanı imrendiren sıcak yuvalarına tünemiş uğuldayan karga sürülerinin hepsi geride kalıyor. Kamuran “işte köyüm orada” diyor. Uzaklarda bozkırın orasına burasına serpilmiş durmuş, irili ufaklı köyler, akşamın yaklaşmasından olacak ki evlerin birbirine olabildiğince sokulduğu köyler görülüyor. Köpek sesleri ile beraber köylerin bazısı hızla minibüsün yanından geçip gidiyor, hemen geride uzaklaşıyor. Kamuran geride kalan köylerin lojmanına imrenerek bakıyor. Uzaktan gördüğü her köye “işte benim köyüm” diyor. Ulaşıncaya kadar geçen zaman aralığında o köye bağlanıyor, lojmana yerleşip sobasını yakıyor. Sobada çay fokurdamaya başlar başlamaz köy, içinde okulu, lojmanı, lojmanın sobası ve çatıdaki dumanı vedalaşıp geride kalıyor.
Kamuran’ın ismi vilayette çekilen kurada en uzak ilçenin bir köyüne çıkmıştı. Hınıs, Malazgirt ve Patnos üçgeninde bir köydü. Kamuran’ın köyüne dair bir fikri yoktu. Ona göre önemli olan atanmış olmasıydı gerisi kolaydı. Öğretmenevinde çantasını tonlandıktan sonra, yarın yolculuk var diye erkenden yatmıştı. Oysa gözüne uyku girmemiş, atanma heyecanı geçmiş, yerini başka düşüncelere bırakmıştı. Uykusunda valizini alıp terminale gidiyor, minibüse biniyordu. Biraz sonra simsarın sesi yazıhaneden çıkıp geliyor, yanlış arabaya bindiğini söylüyordu. Cılız genç bir çocuk alan simsarın sesine tutunarak başka bir minibüs buluyordu. Gece bitmek bilmiyordu. Hayalinde görev yerini arayıp buluyordu. Asfalt yolda arabadan inmiş, elinde valizi öylece durmuş köyüne bakıyordu. Önünde toprak bir yol uzanıyordu. Toprak yolun bittiği yerde köy vardı. Köyün okulu uzaktan olduğu gibi görülüyordu. Lojmanın bacasından dumanlar yükseliyordu. Okulun etrafında toprak damlı taş evler vardı. Kamuran elinde valizi ile sabaha kadar bu toprak yolda dumanı tüten lojmanına doğru yürüyordu. Uyanıp yeniden uyuyor, rüya kaldığı yerden devam ediyordu.
Kamuran sabah terminale gitti. Genç simsarın sesinden bu anı daha önceden yaşadığı rüyasını anımsadı. Simsarın sesi, minibüs dolmadan kalkmayacak diyordu. Her gelen yolcu içeri girip boş koltuklara oturuyordu. Kamuran’ın elinde olsa kaldırımdan geçenleri toplayıp bir an önce yola çıkacak. Beklenen an geldi, sonunda araba harekete geçti. Araba sokaklarda şöyle bir dolanıyor, bekleyen birkaç yolcuyu alıyor yine durağa gelip istop ediyordu. Durum böyle iki üç kez yineledi. Yolcular arasında kargaşa başladı, şoför kayıplara karışmıştı, kendi aralarında şoförü soruyorlardı. İçlerinden biri inip yazıhaneye şoförü sormaya gitti. Sonra şoför çıkıp geldi, içeriye uzanıp bir isim sordu, sorduğu isim henüz yoktu. Şoför yazıhanede camın arkasında çay içiyordu. Terminalde seyyar satıcıların sesleri köşe bucakta dolaşıyordu, bu sesler bazen iyice yaklaşıyor sonra uzaklaşıyordu. Boyacı çocuklar minibüse çıkıp iniyorlardı. Elinde plastik kova ile bir çocuk kafasını uzattı, “taze alıç ister misiniz” dedi. Sonra içerdeki sessizlikten o da sıkılmış olacak ki, kafasını çekip başka bir minibüse gitti. Nihayet araba sarsılmaya başladı, yolcuların yüzünde biraz rahatlama oldu fakat biraz sonra şehrin çıkışındaki benzinliğe girdi. Pompaya yanaşıp artık asla gitmeyecekmiş gibi istop etti. Minibüsün üstündeki bidonlara mazot dolduruyorlardı. Minibüsün etrafında insanlar dolanıp duruyorlardı. Kimi şoföre emanet tembihliyor, kimisi selam verip gönderiyordu. Kamuran sinirleri alınmış, diğer yolcular gibi o da olayların akışına kendini bırakmıştı. Kamuran’ın yorgun kafası camda uyumuştu, kendine geldiğinde uçsuz bucaksız bir ovada gidiyordu. Kamuran hayatında ilk defa uzaklara gitmek için böyle can atıyordu.
Dağların arasında bir düzlüğe kurulmuş küçük bir kasaba vardır. Buranın sakinleri tek katlı dükkânlardan oluşan çarşının içinde bir kahvehane önünde oturmuş çay içiyor. Önlerinden çamurlu bir su kanalı geçiyor, bu kanalda ördekler gagalarını şapırdatarak bir şey yutuyor. Sağlı sollu kanalın iki yakasında yükselen salkım söğütlerin gölgesinde ördekler yüzüyor. İnsanlar taburelere oturup kamburunu çıkarmış sohbet ediyor. Bu kasabada insanlar hiç acele etmiyor. Su kenarında oynayan çocuklar, ördeklere ekmek atıyor. Şoför ihtiyaç molası vermişti. Minibüsün durduğu yerde toz duman kalkmıştı. Kahvenin önünde oturanlar dönüp elleri ile tozları kovarak inmekte olan yolculara bakmıştı, her günkü hallerinden bıkmış, yeni bir şey arıyorlardı. Yolcuların bazısı inip evlerine gitmiş. Geri kalanlar oturmuş kaçak çay içiyorlardı. Kamuran’ın çayı bitmeden yenisi geliyordu. Çocukların attığı ekmeğin kırıntıları yerde duruyor. Bir düzine serçe, söğüdün dalından aynı anda yere seriliyor alelacele yerdeki ekmek kırıntılarını toplayıp yine geldikleri dala konuyordu. Bunu böyle sürekli yapıyorlardı. Söğüt dalında bekleyen bir serçenin kararsız gölgesi durgun suya düşüyor. Aşağıdaki ördek suyu dalgalandırıyor. Suyun üstündeki kararsız gölge gidip geliyor, kırılıyor ikiye bölünüyor derken yok oluyordu. Ördekler yüzen ekmek parçalarının peşinden uzaklaşınca su yeniden duruluyor. Gölgenin kaybolan parçaları toplanıp yeniden birleşiyordu. Sonra serçe toparlanıp yere süzülüverdi. Kamuran’ın gözleri bir süre daha suyun yüzünde serçenin gölgesini aradı. Çocukların sesi Kamuran’ı daldığı hayallerden uyandırdı. Yan masada oturan sarıklı adam, bir gence “hacıya selam söyle” diyor. Öteki “aleyküm selam” diyor. Sarıklı adam “o beni tanır” diyor. Sonra başını göğsüne düşürerek uzun uzun düşündü. Peşinden eski bir rüyadan uyanır gibi başını kaldırdı. Suphanallah suphanallah suphanallah diyerek tespihini çekip bitirdi. İki eli ile tuttuğu tespihini koparacak gibi kıpırdayan dudaklarına yaklaştırarak okuyup üfledi. Sonra karşıdakinin yüzüne, başını iki yana sallayarak okuyup üfledi. Genç olanı sükûnet içinde dinliyordu. Sarıklı adam, “sen daha küçükken sizin köyde imamlık yaptım” diyor. “Sarıklı imam dersen hacı tanır” diyor. Genç olanı, selamı alıp hürmetle başının üstüne koyuyordu. Kamuran bir an kendisini yaşlanmış imamın yerine koyuyor. Sarıklı imamın selam gönderdiği köyü hayal ediyordu. Diğer bir masada yolcular şoförle tartışıyor. Meğer yolcular az olduğundan şoför ağırdan alıyormuş, birkaç yolcu daha çıkar diye bekliyormuş. Herkes bir ağızdan itiraz edince, şoför mecbur arabayı kaldırdı.
Minibüsün camında bozkır yürüyor. Sarı zemine serpilmiş ağaçlarda alıçlar kızarıyor. Derin bir vadide su boyunca yol yukarı çıkıyor. Yamacın gölgesi uzanmış yolda yatıyor. Yol bazen köprüden karşı yamaca geçiyor, bazen de koyu gölgenin içinde kayboluyor. Vadi bittiğinde yüksek bir plato başladı. İlerde bozkırın içinde Kamuran’ın ilçesi görüldü. Gün batımında söğüt kümeleri içinde evlerin sivri çatıları yanıyor. Araba yaklaştıkça parlayan çatılar çoğaldı, ilçe büyüdü, kocaman oldu. Yaklaştıkça ilçe, kaz sürüleriyle arabayı karşıladı. Minibüs Kamuran’ı bir dükkânın önünde bıraktı.
Köyün minibüsü her zaman bu dükkânın önünden kalkıyor. Minibüs son yolcusunu da alınca yola çıktı. Muhtar iki eli direksiyonda dikiz aynasından Kamuran’a bakarak onu minibüstekilere tanıttı. Muhtar konuşurken herkes susmuştu. Köylünün üzerinde muhtarın tesiri büyüktü. Bütün gözler dolaşıp yeni öğretmeni, şoförün arkasındaki koltukta buldu. Yeni öğretmen, kumral saçlı, açık tenli, ince uzundu. Uzun boyu dizlerinin öndeki koltuğa dayanmasından bellidir. Sivilceli alnı açıktır. Konuşurken hep gülümsüyordu. Yaşı yirmi iki, yirmi üç gibi gösteriyordu. Meraklı bakışlardan ufalıp koltuğa biraz daha gömüldü. Köylülerden peş peşe sorular gelmeye başladı. Yeni öğretmen, hangisine yetişeceğini şaşırmıştı. Kura çekildiğinden bu yana kaç gündür ilk defa konuşuyordu. Köylülerin meraklı bakışları eşliğinde yeni bir yolculuk başlamıştı. Yan koltukta, sarıklı imamın selam gönderdiği hacı oturmuştu. Hacı konuşmak için yeni birini bulmuş, onu soru yağmuruna tutmuştu. Dikiz aynasından muhtarın endişeli gözleri, gelip hacıyı buldu. "Yeni öğretmeni bunaltma" dedi. "Biliyorsun, dün diğer öğretmeni kaçırdınız" dedi gözleri. Yaşlı hacının gözleri de çaresiz bunu kabul etti. Sorular kırp diye kesildi. Herkes yüzünü camdan yana çevirdi. Muhtar, paketini omuzunun üstünden yeni öğretmene uzattı. Dikiz aynasındaki muhtarın gözleri, alınmış hacıya "bir sigara yak, barışalım" dedi. Hacının eli, bütün gözlerin çevrildiği pakete uzanıverdi. Minibüsün içi tütün dumanına boğuldu. Hacı bütün göğsü ile öksürmeye başladı. Öksürüğü durunca köşeli şapkasını çıkarıp dizine koydu. Köşeli şapkanın içinden sararmış gazete parçaları dökülüyordu. Hacı çıplak tepesini mendili ile güzelce sildi. Yol uzadıkça herkes birer ikişer çekilmiş, kendi halinde tütün içiyordu. Kamuran nihayet derin bir nefes alıp kendi kalıbına çekildi. Gün iyice kısalmış önü arkası dağların gölgesinde kaybolmuştu. Günün kalan kısmı sabahtan beridir yollarda zayi edilmişti.
Kamuran, onu köyüne ilk defa götürmekte olan minibüsün camına kafasını dayamış. Kararsız eli saçlarında, şakaklarında, kulaklarının arkasında, ensesinde dolanıp duruyordu. Kaşımak için tırnakları alnında bir sivilce kabuğu arayıp buldu, sonra farkında olmadan orada bir sivilce daha kanatıyordu. Hacı daha öksürüyordu. Muhtarın dikiz aynasındaki gülen gözleri, arada bir gelip yeni öğretmeni yerinde yokluyordu. Kamuran atandığı köyün, yol boyunca gördüğü köylere benzeyip benzemediğini düşünüyordu. Beğenmeyerek izlediği köyler geride kaldıkça umudu tükeniyordu. “Keşke şu ilerdeki köy olsaydı, girişinde birkaç söğüt olan, toprak damlarında çocukları el sallayan” diyordu içinden, hedeflerini küçültmüş, asgari koşullar üzerinden kendini ikna etmeye çalışıyordu.
Kamuran o akşam yolda kendisiyle köy pazarlığı yaparken köpek havlamaları eşliğinde minibüsün onu getirdiği, cılız ışıklar içinde, kendisini orada sanki yüzyıldır bekleyen köy işte burasıdır. Vilayette kura çekildiği andan beridir hayalinde geldiği köy burasıdır. Rüyasında, elinde valizi ile yürüdüğü toprak yolun ucundaki köy, çamurlu kanalın orada tabureye kamburunu çıkarmış oturmuş, sarıklı imamın selam gönderdiği köy, minibüsün camında Kamuran’ın gözleri ile yakalayıp yakına getirdiği, sonra lojmanına yerleştiği, sonra sobasına çay koyduğu köy işte burasıdır. Okuduğu büyük şehirle dört yıl boyunca durmadan kıyaslayacağı köy burasıdır. Onun köyü hafif eğimli bir yamaca kurulmuş, aşağı doğru bakıldığında evlerin bittiği yerde Murat Irmağı’nın geniş kıvrımları görülüyor. Irmağın koyaklarında sonbaharda başıboş atlar otlanıyor. Irmağın salındığı düzlükte geniş şeker pancarı tarlalarında köylüler kış bastırmadan pancarı sökme telaşında. Köyün içinden geçen yol uzak köylere Köse Dağı’na doğru gidiyor. İlçeden gelen minibüsler bu köyden geçiyor. Uzak köylerin öğretmenleri geçerken Kamuran’ın lojmanına gıpta ile bakıyor. Yol boyunca sağlı sollu taş evler sıralanmış. Toprak damların üstünde kuru otlar sallanıyor. Okul birkaç barakalardan oluşuyor, çevre duvarı olmadığından zamanla barakalar birbirinden iyice uzaklaşmış gibi bir his veriyor insana. Boş dersliklerin bazıları kırık sıra masa dolu, bazıları da yakacak deposu olmuş. Köy büyük şehirlere göç vermiş.
Kamuran’ın bakışları uzaklara dalmış, camın dışında, minibüsten daha hızlı davranıp gece bastırmadan atandığı köyü arayıp bulmaya, yolun yakınına getirmeye, lojmanına yerleşmeye sonra sobayı yakmaya çalışıyor. Uzaklarda derin bir vadi, vadinin uzandığı buharlı ufukta koyu bulutlar içinde Köse Dağı duruyor. Dağın doruklarını yılın ilk karı ağartmış, orda günün son güneşleri de üşümüş, toplanmış gitmeye hazırlanıyor. Kamuran’ın içine tarifi olmayan, hiç diğerlerine benzemeyen apayrı bir yalnızlık gelip çöktü, bütün şartlara razı olduğu halde yakasını bırakmıyor. Geniş vadinin yamaçlarında bir bozkır sararıyor. İki yamacın üstünde testere ile kesilmiş gibi kayalıklar dizilmiş. Vadi içinde nehir salınarak beyaz bir yol oluyor, beyaz yol bir bu yana bir karşı yana yaslanıyor, sonra Kamuran’ın geldiği sıcak diyarlara doğru gidiyor. Ağaçsız köyler karşılıklı yamaçlara konmuş, Kamuran’ın isimlerini sonradan öğreneceği Aynalıhoca, Kasımlıyarıza, Nurettinli, Gölağılı, Dügnük, Hancağız, Hasanpaşa, Bahçe, Aktuzla, İyikomşu ve diğerleri peş peşe sıralanıyor, köylerin üstünde az önce yükselmiş soba dumanları şimdi genişleyip dağılıyor. Nehir bu aylarda durgundur. İçinde balıklar akıntıya karşı yüzüyor. Suyun kenarında yabani söğüt ağaçları kızarmış yapraklarını döküyor. Çoktandır biçilip taşınmış, çayırlarda otlanan inekler evlere dönüyor. Köylüler gün boyunca tarlalarda pancar söküyor olmalı ki şimdi yorgun, evlerinde soba başında oturuyor. Nehrin üstünde paslanmış demir bir köprü vardır. O köprüde çocukların yazın suya atlayışları asılı duruyor. Murat suyu çakıl taşları üzerinden yüzyıllardır böyle telaşsız böyle durgun akıyor. Bulutlar yağış getirmeye başka bir mevsime, yine Köse Dağı’na gitmiş. Sonbaharda nehrin suyu azalmış çakıl taşlarının sırtı açıkta kurumuş iyice ağarmış.
Dönemeçlerde yol kopuyor birden, ötede yine ortaya çıkıyor. Muhtar oralı olmuyor, biliyor bunu. Yer yer sürülmüş kahverengi arazi minibüsle beraber ilerliyor. Tellere konmuş sığırcık rafları ve elektrik direkleri hızla gelip geçiyor. Köpek sesleri ile yaklaşan muhacir köyleri hemen geride kalıyor. Koyun sürüleri yoldan karşıya hızla akıyor, sonra kayboluyor toz bulutunun içinde. Minibüsün içi egzoz kokulu sıcak nefesle buğulanmış. Hacının gözleri büyümüş öksürüyor. Cızırtılı teypte dengbejler sonu gelmez ağıtları birbirlerine devrediyor. Köyler geride kaldıkça Kamuran’ın her köyde biraz aklı kalıyor. Konuşmalar silinmiş, kulağında sadece uğultu var. Aklı üniversite okuduğu şehirdedir. Üsküdar sahilinde kız kulesinin orda durmuş şehrin siluetinde batan güneşe bakıyor. Kız kulesi, boğazın suları, karşıda Galata, Kadıköy vapuru, gökte bulutlar hepsi kızıla boyanmış yanıyor. Sevdiği kız geliyor aklına, kalbi küt küt atıyor. Kim bilir hangi vilayete atanmıştır. Sevmesine seviyordu ya, cesaretini toplayıp bir türlü çıkamamıştı karşısına. “Elini tutup seni seviyorum diyemedim ya, son güne kadar Leyla bunu bekledi benden” diyordu. O zaman atanıp atanmayacağından emin değildi, köylü çocuğuydu, şartlar onu korkutmuştu. Bunun ezikliğini taşıyor içinde. Onca zaman sonra gidip onu en son gördüğü yerde bulacağını mı zannediyordu. Kendini asla affetmeyecekti, nefret ediyordu kendinden. Nerdeyse kafasını cama vuracak, hacı yerinden zıplayacak herkes dönüp bakacak, muhtarın aynadaki gözleri panikleyecekti. “Ne yani halen seni orada mı bekleyecekti, şimdi başkasına varmıştır. Elin kızı seni niye beklesin, şimdi İstanbul’da mis gibi bir okula atanmıştır.” Kamuran kendisini yiyip bitiriyor, çok uzak bir köye gidip kaybolmak istiyor o yüzden. “Kaç kendinden kaç, sen pısırık birisin zaten ne diye başından büyük işlere kalkışıyorsun. Malazgirt’in ücra bir köyü neyine yetmiyor, git gözden kaybol” diyordu içinden. Mezuniyet töreninde gözünü ondan alamamıştı. Leyla o gün çok güzeldi. En son tören bitmiş herkes dağılırken göz göze gelmişlerdi. O an hiç gitmiyor gözünün önünden. O günden beri Leyla’nın başında mezuniyet kepi gelip karşısında duruyor. “Yetiyor mu sence, neymiş Leyla onu sevdiğini biliyormuş, ne bekliyordun yani, kızın koşarak peşinden geleceğini mi zannettin” Bir bebek var arkada ağlıyor. Kamuran’ın başı dönüyor, midesi ağzına geliyor. İki parmağını sokup kravatını gevşetiyor. Kulaklarının arkasından yakasına soğuk ter akıyor. Camın hemen dışında insanın içini üşüten buz gibi bir hava var. Minibüste kadını erkeği hepsinin gözü yoldadır. Bir bebek var yolculuk süresince ağlıyor arkada. Minibüs öteberi ile ağzına kadar doludur, yol uzadıkça Kamuran’ın bükülü dizleri uyuşup kurudu. Eteklerine günün son kızıllığı gömülen dağların zirvesi de kararıyor, ağır yüklü siyah bulutlar içinde kayboluyor. Yolun telaşı yoktur anlaşılan, karanlığın içine doğru, köpek havlamaları gelen cılız pencere ışıklarına doğru minibüs sarsıla sarsıla ilerliyor.
Kamuran kura sırasında bir öğretmenin kendisiyle aynı köyü çektiğini duymuştu. Bir türlü tanışma imkânı bulamamıştı. Kamuran, okula vardığında Kasım ayı sonlarıydı yerde bir karış kar vardı. Köyün eski öğretmeni asker öğretmen olduğundan çoktandır tezkeresi dolmuş gitmiş dediler. Mühür ve anahtarı tutanakla muhtardan aldı.
Sercan öğretmen, Kamuran’ı vilayet merkezinde arayıp soruyor, bulamayınca ondan önce köye gidiyor. İlçede köyün minibüsünü sorup buluyor. Minibüsçü aynı zamanda köyün muhtarıdır. Sercan’ı geceye kalan, uzun ve dolambaçlı bir yolculuktan sonra ulaştırıyor köye. O gece evinde misafir ediyor. Onu annesine teslim edip köyün içine gidiyor. Muhtar, dönüşte Sercan öğretmen ile annesinin diz dize vermiş ağladıklarını görüyor. Muhtar, annesine kızıyor, “neden bu çocuğu ağlatıyorsun” diyor. Annesi de “ne bileyim fakir, evin tek çocuğuymuş, o ağladı, benim de bir tek oğlum var dedim, onunla ben de ağladım” diyor. Gözleri ağlamaktan şişmiş Sercan öğretmeni, muhtar ve komşuları zar zor teselli ederler. Sabah köyün tek minibüsü olan muhtarın minibüsü ilçeye gitmek üzere hareket edince Sercan öğretmen, dönmemek üzere peşinden valizi ile koşup yetişir.
Kamuran ilk gece muhtarın evinde misafirdir. Yeni öğretmen, akşam misafir odasının penceresinden okula doğru, karanlığın içine doğru bakarken, muhtar bir elinde sigara, diğer eliyle karanlıkta güzel bir okul çiziyordu, sonra en yeni lojmanı da beyaza boyuyordu. Yeni öğretmen “bir daha göster” diyordu. Muhtar, üşenmeden karanlığa bakarak yeni baştan bir okul daha çiziyordu. Yeni öğretmen, muhtarın en son çizdiği okulu daha fazla beğeniyordu. Muhtarın annesi halen ağlıyordu. Büyütüp evlendirdiği bahtsız kızları için ağlıyordu. Gurbette çalışan torunları, belki çoktandır kan davasından öldürülmüş kocası için ağlıyordu. Muhtarın yaşlı annesi çok güzel ağıt yakıyordu.
Köyün okulu yaz boyunca Kamuran’ı beklemişti. İki derslik, ortada müdür odası ve küçük bir koridoruyla okul küçük bir binadır. Kamuran bu okula daha önce rüyasında gelmişti. Okulun yakınında uzun zamandan beri kullanılmamış, kapı penceresi kırık iki lojman, lojmanın biri badana yapılmış, orta yerde billur gibi berrak akan bir çeşme, ötede, değirmenin yanında çatısı yarı uçmuş, kapısı olmayan iki gözlü tuvalet kulübesi vardı. Çeşmenin başında beyaz tülbentli kadınlar toplanmış bidonlara su dolduruyor. Okulun önünde birkaç çocuk top oynuyordu.
Kamuran sınıfa girdiğinde, sınıf öğrenci ile doluydu. Kimi siyah önlüklü kimi önlüksüz bütün öğrenciler ayağa kalktılar. Yeni öğretmen tahtada durmuş, kararsız gözleri öğrencilerin üzerinde dolaşıyor. Çocuklar ilkin çekindiler, gözlerini kaçırdılar. Epey sonra öğretmen, köşedeki mavi pötikare örtüsü olan masayı fark etti, sandalyeyi bulup oturdu. Öğretmenin dalmış hali, öğrencilere cesaret vermişti. Bir süre sonra sınıf ayaklanmış kendi aralarında oynuyorlardı.
Kamuran sınıfa girdiğinde yerde bir karış toz toprak onu karşıladı. Çift camlı ahşap pencerelerin kırık yerlerinden yazın giren kırlangıçlar tavana bir sürü yuva yapmış, etraf hasattan kalan sarı buğday samanı ile doluydu. Duvarlarda sıra kenarları koca oyuklar açmıştı. Değişik zamanlarda oyuklar acemice alçı ile sıvanmış fakat sıra darbeleri ile oyuklar büyümüş, yer yer tuğla kırmızısı görülmekte.
Kamuran sınıfa girdiğinde uğultudan başı döndü. Dışarıdaki kardan kamaşan gözleri bir şey görmedi. Öğretmen sandalyesini el yordamı ile bulup oturdu. Öğrenciler ayağa kalktı, sonra oturup oturmadıklarını hatırlamıyor. Üst sınıftan, büyük bir öğrenci elinde değnekle sıralara vura vura sınıfı susturmakta. Kara tahta yıllara göğüs germiş, üst üste vurulan siyah boyaları kuruyup çatlamış, üzerindeki yazılar okunmuyordu. Aşağıda, kara tahtanın dibinde bir avuç tebeşir kırığı, beyaz un içinde birikmiş yatıyordu. Bir tahta parçasına yün keçe sarılıp çivilenmiş, silgi yapılmış, yazı tahtasına sürtünmekten çivinin kafası yontulmuştu. Teneke sobanın yanları delinmiş, yanmış tezek külleri ortaya dökülmüş. Sapı yarısına kadar yanmış külçeken, içinde tezek kırıkları olan kovada duruyordu. Elinde değnek olan öğrenci daha sıralara vurarak çocukları susturuyordu.
Kamuran lojmanına yerleşmiş. Müdür odasındaki masasına bir bilgisayar getirip koymuştu. Çatıdaki bacaları tıkayan karga yuvalarını temizlemişti. Kamuran, okulun öğretmeni, hademesi ve aynı zamanda müdürüydü. O gün kimin evinde tandır ekmeği pişiyorsa kokusundan bilir. Külçeken, çalı süpürgesi, karbon kâğıtları, zımba teli, gelen evrak defteri, mühür nerededir o bilir. Öğrencilerin sabah koltuk altlarında getirdiği birer tezeğin çetelesini o tutar. Bu hafta hangi harfin verileceğine, hangi fişin kesileceğine o karar verir. Köyde kimin taziyesi, kimin düğünü var hepsine katılır. Kamuran yerine göre duvar ustası yerine göre baytar hatta ziraat memurudur. Birleştirilmiş sınıf yaptığı kırk elli kadar değişik yaşlardan öğrencisi vardır. İstanbul’da geçen üniversite yıllarından sonra vilayet merkezine yüz altmış kilometre, en yakın ilçeye de altmış yetmiş kilometre mesafede, dağlar arasındaki köyünde tutunmaya çalışmaktadır.
Kamuran yakınlardaki yatılı bölge okulunun deposunda bulduğu eski bir bilgisayarı okuluna getirmişti, temizleyip masasına koymuştu. Okulda elektrik bağlantısı yoktu, önemli değil zaten bilgisayarı çalışmıyordu. Fırtınada elektrik direkleri devrilmişti. Civardaki bütün köylere o yıl sadece akşam saatlerinde elektrik veriliyor, sabah erkenden kesiliyordu. Masadaki bilgisayar çalışmadığı halde Kamuran’a iyi geliyordu. Kendisini böylece medeniyete daha yakın hissediyordu. Zaman değişmiş, artık internet diye bir şey vardı, bunu ilk üniversitede duymuştu. İnternette insanlar kendilerine adres açıyor, oradan birbirlerine mesajla ulaşıyorlarmış. Üniversitede bu işlerden anlayan bir arkadaşı Kamuran’a da adres açmıştı fakat kullanma imkânı olmadığından, unutulmuş gitmişti, yazdığı adres halen cüzdanında. Kamuran bu adres sayesinde okul arkadaşlarına belki de Leyla’ya ulaşacağını umut ediyordu. Kamuran bilgisayar sayesinde sanki okuduğu büyük şehir ile aralarındaki bağlantıyı devam ettiriyordu. Bu çalışmayan bilgisayarla bir çeşit yaşama tutunmuştu. Bir gün bu köyden çıkıp gideceğini her şeyi yeniden yaşayacağını, en önemlisi sevdiği kızın karşısına dikileceğini hayal ediyordu.
Buralarda çok kar yağıyordu. Geceler uzuyor içinden çıkılmaz bir hal alıyordu, bu durumlarda hayal kurmak bile insanı yorardı. Kitap okumak, sevdiğine şiir yazmak, rüya görmek hiçbiri kar etmez insan sade bir yalnızlığa gömülür orada yolunu yitirir hangi yöne dönemciğini bilemezdi. Bir ses duymak isterdi, bir komşu kapıyı çalsın, bir çocuk “öğretmenim annem sıcak çorba gönderdi desin” bu ses gecenin ıssızlığını bölsün isterdi. Komşu kapıdaki siyah köpeğin havlaması da olmasaydı Kamuran, bütün evlerin dün geceden yüklenip köyü terk ettiği bu ıssız düzlükte kar altında unutulduğu hissine kapılacaktı. İşte o zaman dizlerini karnına çekip yatağında sabaha kadar ağlayacaktı. Kamuran lojmanda oturup kalkıyor dolaşıyor hemen hemen her eşya ile ayrı bir yakınlık kurmuş, en çok sobanın üstündeki alüminyum çaydanlığın cızırtısı ile hasbihal ediyordu. Lojmanın penceresinde bir alıç ağacı, karşı yamaçta tek başına bazen karda dalları kırılacak gibi oluyordu. Kar tatili olunca Kamuran lojmana kapanır, pencerede oturur, karşısında sadece o alıç ağacını görürdü. Bir de günlerce yağan kar, rüzgârda sel gibi savrulup akan sonra geceler boyunca uğuldayan. Kamuran o ağacı hayalinde allar pullardı, her gün onu yeniden süsler pencerede oturup öylece izlerdi. Kamuran camdan bakarken vilayette atandığı ilk günü düşünüyordu. Hükümet konağı girişindeki listede adını arayıp bulunca sevincinden uçmuştu, inanamayıp bir daha adını bulup okumuştu. Hemen oracıkta Leyla’ya karşı büyük bir mahcubiyet duymuştu. Korktuğu için kendinden utanmıştı. Depo tayini oldukları okulu anımsadı, bir ay boyunca imza atıp İstasyon Caddesinde gülüp gezmişlerdi. Zor bela yer bulduğu öğretmenevi şimdi ona çok lüks geliyor. Hükümet konağında kuralar çekilirken yüzlerce öğretmen nasıl da dalgalanıp durmuşlardı. Uzak köylere atananlar çok ağlamıştı. O ise bu kadarını bilememişti. Lojmanın camları içerden bazen buz tutar günlerce dışarısını göremezdi. Camdaki buzları kazımaktan usanmıştı artık. Her sabah medeniyete dair bir ses olsun deyip yalvarırdı. Muhtarın minibüsü çalışsın diye beklerdi. Minibüsün sesi geldi mi yollar açık demekti, işte o zaman içine bir umut doğar, gönlü rahatlar kalkıp dersine giderdi.
Kesuk boğazından bazen şiddetli rüzgâr eser peşinden amansız bir tipiye çevirirdi. Tipi başladı mı günlerce sürer artık el ayak kesilirdi. Ancak tipi dinince insanlar evlerinden çıkar damlarını temizlerdi. Uzun sürmüş bir fırtınadan sonra gökyüzü berraktır cam gibi masmavidir. Böyle zamanlarda bakılınca dağ bayır ova her yer bembeyaz kesilmiş, dağların arasındaki mesafeler kalkmış fırtınada yürümüş birbirine bitişmiş gibi olurdu. Ta uzaklarda bir tilki yürüse, bir çift keklik kalksa buradan, lojmanın penceresinden görülürdü. Murat suyu donmuş gümüş gerdanlık olmuş, muhtarın evinin önündeki minibüs, hacının traktörü, okulun önündeki çeşmeye varana dek her şey donmuş olurdu. Murat suyunun çakılları arasında balıkları, koyaklarında yaban söğüdü dalları, söğütlükte yılkı atları, hacının römorkuna bağlı siyah köpeği her şey kar altında kalmış. Murat suyu donmuş gümüş gerdan olmuş, tipide Köse Dağı kalkmış gelmiş okulun dibine kadar sokulmuştu.
Kamuran bu köyde kendine has bir dünya kurmuş içinde taze ekmek kokusu, karga sesleri, kırlangıç yuvaları ve değişik yaşlardaki öğrencileriyle beraber yaşıyordu. Her sabah tozunu sildiği çalışmayan bilgisayarı, yaz kış ortada duran tezek sobasına, sobanın üstündeki çaydanlığa ve kolçakları bit yeniği ile delik deşik olmuş, tekerlekleri kırık koltuğa inat müdür odasını süslemeye devam ediyordu.
Kasvetli kıştan sonra bahar geldi, yollar açıldı. Sonbaharda ekilmiş tarlalarda ekinler boy attı. Etraf kır çiçekleri ile süslenmişti. Lojmanın pençesindeki ağaca su yürümüş, uzaklaşmış, yamaçtaki yerinde şimdi çiçeklerden beyaz bir gelinlik giymişti. Köse Dağı eski yerine kalkmış gitmişti. Murat ırmağı, eriyen kar suları ile coşmuş her tarafı sel basmıştı. Irmağın kıyısında köylüler telaş içinde herkes şeker pancarı ekiyor. Öğrencilerin çoğu artık tarlada ekinde çalışıyor. Küçük çocuklar çubukların ucuna poşetler bağlamış etrafta kaz otlatıyor. Okulun çatısında kargalar kurka yatmış, yeniden bacaları dolduruyor. Kamuran’ın içi içine sığmıyor, cesareti artmış, ne ki koca kıştan sonra her şey ona vız geliyordu. Hafta sonu muhtarın minibüsü ile ilçeye iniyor. Postanede telefon sırasına giriyor, sırayı kaptı mı kabine girip kapıyı çekiyor, sırada bekleyenleri artık görmüyordu. Okuldan arkadaşları ile uzun uzun konuşuyor. Ortak arkadaşları sayesinde belki sevdiği kızın izini sürüyordu.
Bir gün okula müfettiş çıkıp geldi. Okulu baştan aşağı teftiş etti. Her şey çok güzel gidiyordu. Köyün yeni öğretmeni ile müfettiş okulun etrafını dolaşıyorlardı. Çocuklar meraklı, peşlerine takılmış, onlar durduğunda hemen etraflarını sarıyorlardı. Öğrenciler müfettişin sorularına cevap verdikçe öğretmen sevinçten uçuyordu. Kamuran, yıl boyunca yaptıklarını büyük bir heyecanla anlatıyordu. Müfettiş gayet memnundu. Ciddi bir eda ile teftişe devam ediyordu. İşleri bittikten sonra müdür odasında oturmuş çay içerlerken bir ara müfettişin gözü masadaki bilgisayara takıldı. Müfettiş, öğretmene bilgisayarın çalışıp çalışmadığını sordu. Bozuk olduğunu duyduğunda, öğretmeni kırmamaya özen göstererek “hocam çalışmıyorsa at gitsin” dedi.
O ana kadar ağzı kulaklarında okulunu ve yıl boyunca yaptıklarını anlatan Kamuran’ın aniden o müthiş heyecanı yerle bir oldu. Sanki okulun bütün camları büyük bir gürültüyle kırılıp ayakları altına döküldü. Tek başına bir yıldır oynadığı o güzel oyun birden anlamını yitirdi. Kamuran, okula geldiği o ilk günkü ruh haline yeniden büründü. Elinde valizi ile minibüsten inmiş, rüyasında gördüğü toprak yolun ucundaki köye bakıyordu. Bu sefer lojmanın çatısında soba dumanı yoktu. Lojmanın bacası yıllara dayanamamış, dökülmüş, bacanın tuğlaları kışın yağan karla beraber sürüklenmiş, çatının orasına burasına dağılmıştı.
Müfettiş vedalaşmış gitmiş, Kamuran farkında olmamıştı. Çocuklar okulun önünde koşturup top oynuyor, Kamuran çocuk seslerini duymuyor, kravatını gevşeterek okulun merdivenine oturdu. Uzayan yüzünün iki yanında sanki soba yanıyordu. Uzun bir rüyadan uyanmış gibi yorgundu. Kamuran’ın parmakları alnında sivilce izi arıyordu. Kırmızı stejın, köprüden geçip karşı yamaca vurmuştu, kaybolduğu her virajdan biraz daha küçülerek çıkıyor ve gittikçe bir karaltıya dönüşüyordu. Kamuran, gözden yitip kayboluncaya kadar resmi plakalı arabanın peşinden baktı.