- 203 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Vatan Sevdalısı Türkçe Aşığı
Yüksekokula iyiden iyiye alıştığım iki bin yılının başlangıç zamanlarıydı. Birkaç arkadaş edinmiş, kendimce yeni bir çevre kurmuştum. Okulumuz Kullar yakınlarında yurdumuz ise Yuvacık’ta idi. (Adı geçen yerler Kocaeli’ne bağlı beldelerdir) Bu yüzden şehir merkezine, o zamanki tabirimizle “çarşı”ya pek yolumuz düşmüyordu. İhtiyaç hasıl olmadıktan sonra gitmek ise hariçten masraf demekti ve bu, o dönem için pek de mümkün değildi. Dışarıda okuyan öğrenciler çok iyi bilirler ki, bir öğrencinin aylık harcama limiti, ailesinin ekonomik durumu ile doğru orantılıdır. Ben de orta direk diye tarif edilen bir aileye mensuptum. Dolayısıyla harcamalarıma azami derecede dikkat ediyordum, tıpkı diğer arkadaşlarım gibi.
Aylık harcamamıza dair bir genelleme yapacak olursam; mecburi ihtiyaçların haricinde, lüks sayılırsa, ayda iki kere sinemaya gidebilecek kadar para artırabiliyorduk. Artan bu parayı ya sinemaya yahut da ıvır zıvır şeylere harcayanımız az değildi, ki başlangıçta bu hataya düşenlerden birisi olduğumu da itiraf edebilirim.
O yıl kaldığımız yurtta bazı arkadaşların sıklıkla kitap okumalarına tanıklık etmeye başladım. Ortaokul ve lise yıllarımda toplamda ders harici okuduğum kitap sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır. Okuduğum kitaplarda da bazı öğretmenlerimin etkisi büyüktür. Mesela orta okuldaki Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretmenimiz Adil Canbey (merhum) gibi. O’nun hediye ettiği iki şiir ve bir de Rasim Özdenören’in “Hastalar ve Işıklar” isimli kitapları halen kütüphanemdedir. Gönlümdeki yerleri ise bakidir… Hal böyle olunca, arkadaşların okudukları eserlere karşı başlangıçta ilgisiz kaldım. Fakat zaman geçtikçe arkadaşlar kendi aralarında okudukları kitapları değiştirmeye, zaman zaman kitaplar üzerinde müzakereler yapmaya başladılar. Onların bu tatlı sohbetlerine bilgim olmadığı için dahil olamıyor, sadece seyircilik ediyordum..
Birgün içlerinden çok kıymet verdiğim, genç yaşta hayata veda eden Fatih Tükel (merhum) isimli arkadaşımın; “Sen neden okumuyorsun?” kabilinden, azarlar nitelikteki sorusuna muhatap oldum. Verdiğim cevap çok ilginçti: “Henüz beni saracak, sarsacak bir kitap bulamadım.” Birkaç dakika sonra Fatih bir kitap alarak yanıma geldi. Kitabı elime tutuştururken; “Yarın üzerine konuşuruz” demeyi de ihmal etmedi.
İki saat sonra kitap üzerine müthiş bir muhabbete başlamıştık.
***
O günden sonra yurtta bulunan ne kadar kitap varsa hemen hemen hepsini okudum. Bununla da yetinmeyip okuduğum kitapların listesini tutmaya, bazılarının özetlerini çıkarmaya başladım. Olur da ileride kişisel küçük bir kütüphane kurarsam, mutlaka okuduğum kitaplar içinde bulunmalıydı. İyi de benim şahsıma ait kitabım yoktu ki. Kitap almadan şahsıma ait bir kütüphane nasıl kurabilirdim ki?
Güneşli bir gündü. Birkaç arkadaş çarşıya gitmeye karar vermiştik. Vilayet denilen mevkide dolmuştan indik. Arkadaşlardan bazıları sinemanın yolunu tutarken, bazıları alış-veriş için çarşıya yöneldi. Oldum olası yalnız dolaşmayı severim. Ben de arkadaşlardan ayrılınca üst geçitten karşıya geçip körfezde biraz yürümeyi tercih ettim. Üst geçide çıkınca seyyar bir kitapçı ile karşılaştım. Bir buçuk-iki metrekare civarı bir tezgah açmış kitap severleri bekliyordu. Her halinden öğrenci olduğu anlaşılan bir delikanlı bir çanta dolusu kitap bırakırken; “Abi bunları okuduk, yerine yenilerini almaya geldim” diyordu.
Benimle hemen hemen aynı yaşlarda olup benden fersah fersah ileride olanları görünce kendimden utandım. O an çok daha fazla kitap okumam gerektiğini idrak ettim. Bu istekle tezgahtaki kitapları incelemeye başladım. Kapakta irice gözlük takmış, takım elbiseli genç bir adamıın vesikalık resmi, üzerinde hafifçe pembemsi harflerle “Türk Aynştaynı Oktay Sinanoğlu” yazan bir kitap ilgimi çekti. Arka kapak yazısına kısaca göz gezdirdim. Genç yaşta profesör olmuş bir dahinin, üstelikte Türk bir dahinin hayatını anlatıyordu. Ayrıca kitabın fiyatı bir sinema biletinden daha ucuzdu. Tereddütsüz hemen satın aldım kitabı. Oktay Sinanoğlu ile tanışmam böyle oldu.
İlerleyen zamanlarda, Bye Bye Türkçe, Türçe Giderse Türkiye Gider, Hedef Türkiye ve Ne Yapmalı isimli kitaplarını da alarak okudum. Bunlarla yetinmeyerek bulabildiğim makalelerini de gözden geçirdim. Birgün televizyonda bir programa konuk olduğunu gördüm. Aydınlı bir arkadaşla birlikte gece geç saatlere kadar programı seyrettik. Önemli bulduğumuz kısımlar ile ilgili notlar tuttuk. Program esnasında arada bir “falan filan yani” diyerek ceketinin cebinden leblebi çıkarıp canlı yayına aldırış etmeksizin yemesi “bu adam tam bir halk adamı” dememize vesile olmuştu.
Onca ilmine ve bilgisine rağmen yüksek perdeden konuşmuyordu. Hali, davranışı ortalama bir anadolu insanıyla aynıydı ve sözlerinde samimi olduğu ayan beyan seziliyordu. “Türkçe giderse Türkiye gider” diyerek dilimizin kıymetini bilmemiz gerektiğini, bizim başka milleterde bulunmayan bir de “Gönül Dilimiz”in olduğunu üstüne basa basa, altını çize çize tekrar ediyordu.
Bu Dahi Halk Adamı, halk tarafından yeteri kadar tanınıyor mu? Doğrusu emin değilim. Bizde büyük insanların kadr-ü kıymetleri genelde vefatlarından sonra anlaşılır. Sanırım Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu için de böyle oldu. “Her nefis ölümü tadacaktır!” hakikati Sinanoğlu hakkında da tahakkuk etti. O da tıpkı kendisinden önce teslim-i ruh ederek “ölümsüz” olan gönül erleri gibi, “Ölümsüzler Kervanı” na katıldı.
Yakınen veya gıyabeyen tanıyanlar elbetteki üzüldüler. Hayır dualar ettiler ve etmeye de devam edeceklerdir. Ömrünü Türkçemize adamış olan bu güzel insanın evladı cenaze merasiminde duygularını Türkçe olarak değil de İngilizce olarak ifade etmeye gayret etmiş. Gazeteler haberi: Sinanoğlu’nun oğlu Karacabey Sinanoğlu, ingilizce olarak (Ben çevirisini yazmayı tercih ediyorum) "O benim hayatımda ilk öğretmenimdi. Lütfen onu unutmayın. Babam büyük hocaydı" dedi. Şeklinde verdiler.
Evladı böyle konuşunca bizde bir yaygara alıp başını gitti tabii. “Daha evladına aşılayamamış Türkçeyi...” kabilinden başlayan ve hoş olmayan cümleler birbirini takip etti. Şahsen rahmetli Sinanoğlu’nun evlatlarına ve yakınlarına Türkçeyi aşıladığına ve sevdirdiğine inanıyorum. Sinanoğlu için tertip edilen cenaze merasimini takip edenler arasında uzun yıllar Sinanoğlu ile görev yapmış ya da ondan ders okumuş yabancı kişilerin bulunduğu göz ardı edilmemeli. Sinaoğlu’nu Türk milleti elbette unutmayacaktır. Babasının yıllarca ders verdiği, görev yaptığı kişiler tarafından da yad edilmesi adına bir temennisini dile getirmiş, kanaatimce Karacabey Sinanoğlu. Olayı böyle okumak gerekir diye düşünüyorum.
Velev ki tam tersi olsun. Velev ki Sinanoğlu evlatlarına Türkçe sevgisini, vatan sevdasını aşılayamamış olsun, bizim gözümüzde değeri azalar mı?
Akl-i selim olarak düşünelim biraz. Tarih boyunca nice babalar var ki evlatlarıyla ters düşmüşlerdir. Mesela Adem babamız ile oğlu Kabil, hazreti Nuh (a.s) ile oğlu Kenan, çok mu uzak oldu? Hazreti İbrahim (a.s) ile babası Azer (bazı kaynaklarda üvey babası veya amcası olarak geçiyor), Ebu Talip ile oğlu hazreti Ali (r.a) vs. Yukarıdaki örneklerde din olgusu hakim, fakat tarih boyu kurulan devletlere bakıldığında, iktidar mücadelesinde bile babalar ve evlatlarının farklı düşündüklerine şahit oluruz.
Şüphesiz her baba evladını yüksek makamlarda görmek ister. Bunun için uğraşır, çalışır, çırpınır, emek eder. Ama bazen de olmadı mı olmaz.
Bazı insanlar vardır ki en yakınındakilere tesir edemez, buna mükabil uzaktakileri şahsına hayran bırakırlar.
Bu saatten sonra bize düşen Prof. Oktay Sinanoğlu’nu rahmetle yâd etmek, eserleri üzerinde daha çok düşünmektir...
yusuf akkaya
2015 yılında yazmışım bu satırları…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.