- 188 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Kendine Sözvermişlik
Söz vermiştim kendime: Hiçbir şey söylemeye! Şarlo gibi, şaklabanlıklar da yapmayacaktım. Yazı yazmayacaktım, kitap okumayacaktım. Bunlar insana hırs veren duygu hırsızlığı değilmiydi nihayetinde …
Bura da, bu Dünya da, namuslu ve namussuz insanlar arasında, sakin, tutumlu, sade, sıradan, iradeli, çevresine karşı duyarlı bir yaşam sürerek ölümü bekleyecektim ben de herkes gib. Hırs, hiddet, tamahlık, özel mülkiyet, daha çok mal ve mülk edinme gibi kişiliğimi zedeleyen varlığa özentileri sosyalizm bilincine eriştiğim süreç içinde beynimden silerek huzura erişimiştim. Yapamadım, koştum kırtasiyeciye ve aldım bir defter, birde tükenmez kalem. Oturdum. Ormanda bir banka, bulutlara baka baka, başladım yazmaya … Ormanın tenha yollarından gezerken, canım sıkılmasın diye çakımı cebimden çıkararak elime geçen ince çalıları başladım yontmağa. Artık karakalem yontma devri geçmişti. Karakalemlerin yerini tükenmez kalemler, onların yerini ise bilgisayarlar almış ve bir bilgisayar aynı anda en azından üç beş işi aynı anda görme yeteneğiyle zekamı bile işgal altına almıştı.
Çocukluğumdan beri uzaklara olan özlemimi bulutlar gidermişti. Hatta çocukluğumda bir gazetenin kuponlarından iki tane de harita edinerek evreni evin içine taşımıştım. Oradan Dünya’ya ve onun bilincine erişmek ve onunla beraber ülkelere, o ülkelerin dağlarına, ırmaklarına, şehirlerine, denizlerine ve okyanuslarına yolculuklara başlamıştım olduğum yerde durmanın sıkıntısını içimden silerek atmak için. Onu seyrederken istemeden kücük gözlü pencereden bulutları seyrederek onlarla uzak diyarlara seyhat ederdim hülyalarımda. Sonra hikayelerin, hiçte uyduruk olmadığı bilinciyle romanlar yüzünden uzaklaşmıştım ikamet yerimden sessizce. Onlarla kendi içimde dostluklar, sevgiler, sevgi bağları, arkadaşlıklar kurarak içimde karıncalanmalar olduğu hissetmiştim. Gözlerime bakan o mahsum ve sevecen ev köpekleri, ilçeye ilk gittiğimde gördüğüm; hareketleri ağır, elleri çabuk, deri kokan muşamba önlüğünü giymiş ve bir makinada işini yapan ayakkabıcıyı ve hemen yan tarafta duran küpeşte tahtaları, katran karası asfaltı, boyası ağarmış ve dökülmüş bir traktör römorku, yanda yazın rahatını çeken üç bıçaklı bir köten tembel tembel sonbaharı bekliyorlardı hep beraber … Daha ileride bir fırın ve buradan gelen sıcak pide ekmeğinin kokusu. Fırının yanında üç beş ihtiyar, Demirel’in tutarsızlığına ve Ecevit’in yterli güvenoyu alamayaşına içerlemişler ve hep bir ağızdan; „ne olacak bu memleketin hali“ diye kendi sitemlerini karşılıklı olarak dile getiriyorlardı işgal ettikleri dut ağacının gölgesinde.
Gitmeliydim ben, bulutlar gibi. Haritalarda gördüğüm, ama hiç ayağımın değmediği ufukların altına konuşlanmış diyarlara. Gitmeliydim. Kalmayı, bir yerde sabitlenmeyi sevmiyordum. Sabitlenmek demek, benim için ölümü beklemek demekti. Zaten ölmeyecekmiydim! O yüzden gitmeliydi, hatta gelmez yola gitmeliydim. Ağır ağır. Tempomu yükselterek, hızla! Gitmeliydim, gitmeyi sevdiğimden ve onun beni ve ruhumu dinlendirdiği için. Yerleşik hayata hiç özenmemiştim. Bir yerde kalmak, Dünya’nın güzelliklerini kendine çok görmekten kaynaklanan kendin „hor görme, ruhunu daraltma, beyinsel, sosyal, psikolojik, ekonomik ve eğitimsel gelişimine engel olmak“ olarak gördüğüm için. Gitmeliydim, bir sandalın, bir geminin, bir kamyonun, bir tankerin, bir tırın peşine takılarak. Denizleri görmeliydim, sahillerde oynayan gül yüzlü gürbüz çoçukları, kulubelerinde kendi halinde yaşayan namuslu ve yüreği temiz insanları, … bir kırlangıç gibi uçmalıydım. Dülger balığı yakalayan ve onu haşlayan birisini görmeliydim, kereviz kokusunu burnuma çekmeliydim, buğusu tüten kara bir tencere, ufukları dar, sisli denizi görmeliydim. Görmek ve bakmak için gitmek gerekti ve gitmeliydim.
Doğa; herkes için gerçek bir dosttur. Düşman gibi üzerimize saldırdığı anlarda bile insanoğluna kendi kuvvetini ve kudretini tecrübe imkanı veren, yüzü sert bir babadır o. Fırtına da kayığını ya da botunu batırdığı zaman yüzmesini öğreten, rüzgarında kulübesini uçurtan daha sağlamını ve dayanıklısını yapmasını öğreten, canavarıyla başbaşa kaldığın zamanadale kas kuvvetini sınayan sonsuz yaratıcılığı teşvik eden bir yumruktur. Bunlar, bunun gibi düşüncelerle vuruyordu o, bu yüzden göğsüme, ipi göğsüne ger diye. Bizi çeviren bu hayat adası, biz insanların büyük, sağlam dostluklar, sağlam karekterli insanlar, kasları güçlü, her zaman birbirlerine sokularak dostca sarılmalarını, yardımlaşmalarını buyuran fırtınalar, rüzgarlar, ruhumuzda yarattığımız korkulardan doğan hortlaklara ve canavarları, günlerce, haftalarca kayaları ve yamaçları döven dalgaları ancak dost doğanın buyurduğu şekilde yaşanabileceğini, sıkı ve sağlam kasların çelimsizlere ve zayıflara yardım için, keskin aklın daha kör, daha mülayım, daha gürültüz ve yavaş akla, hatta akılsıza arkadaşlık için verildiğini, kazanda kaynayan çorbanın sadece bizim için değil, çorbasızlarla paylaşılması için mis gibi koktuğunu öğreten, belki de öğretmeden öyle iyi, öyle kutsal bir anadan doğduğunu hayal ettiren bir düşünce ile hayal ettiğim, Dünya kocaman okyanusların kenarındaki karalara konuşlanmış gerçeğimdi.
Uzandığım koltuğa veya yatağın üzerine değilde tenime çizdiğim haritalar olmuştu bulutlarla beraber seyhatime iştirak eden haritalar ve yollar. Uykuya dalmadan önce okuduğum kitaptan ikna olmazsam, canım sıkılır da gözümü kitaptan uzaklaştırırsam o ilişirdi gönül gözüme! Gökyüzünü seyrederken hemen fırtınaları, dalgaları, fırtınaları, uğltuları, İstanbul Üniversitesi’nden (Beyazıt’dan) aşağıya doğru inerek Marmara Denizi’ni seyretmeyi, sonra adı bile aklıma geldiğinde korktuğum olmayan köpek balıklarını, sonra birbirleriyle sahilde sohbet ederek oltalarının başında bekleyerek siğara içerek vakit geçirişlerini seyrederdim gitmek istediğim uzaklıklara varmak için.
Bir gün yine burada otururken bir tekne karaya yaklaştı ve karşıdan gelen portakal rengi ışıklara bakarak yandakilere bir şeyler söyledi gülümseyerek. Üç günlük sakalı pırıl pırıl, beyaz, orta yaşlı bir adam, yanakları poyraz yanığı, gocuklu haki renkli bir paltoya gömülmüş, gülümseyrek yanıma yaklaştı ve bana;
Sen ne yapıyorsun burada gardaşım? – dedi.
Hiç bir şey yapmıyorum. Dedim!
Bize katılmak ister misin? Diye sordu.
Durdum, sessizce, aah aah dedim!
Ben balıkçı değilim ki!
Olsun ağabey dedi, benden çok çok yaşlı olan!
Ben, buralardan uağım, burada misafirim. Deyince! Hepimiz misafiriz, gelir geçeriz, konar göçeriz. Bade doldurur, dem niyetine içeriz. Diyerek, Bektaşi Deyişleri’nden bir girişle güneşi Marmara’nın derinliklerine gömdü! Martılar, yavaş yavaş bulutlarla kayıp olup gittiler. Biraz daha Marmarayı seyredip, Topkapı’ya doğru son dolmuşu kaçırmamak için tabana kuvvet diyerek bende karanlıklarda kayıp oldum. Hala düşünüyordum, „doğa’nın“ o muhteşem dengelerine, o dengelerin yasalarına boyun eğerken, ona da boyun eğdiren insanlığın, Voltaire’nin „l’enfant prodigue“ dedikleri erkek çocuğu; ısraftan, delilikten, bohemlikten, aptallıktan, serserilikten, vurdumduymazlıktan ve savurganlıktan vazgeçişin bir denemesini yaşıyordum içimde, 13. Yaşımdan beri direk yaşam mücadelesi vererek. Haritaları ve bulutları günde bırakmış geceye girmiş, bense hayallarin kucağına düşmüş, çocukluğumdan gençliğime evrilen bu dönemi, nedensiz başım öne eğilmiş, bir suçlu gibi, Kamu Hukuku’na giriş kitabıyla haşır neşir olma mutluluğuna dalmıştım. Önüme eğilmiş, gülmeden, eğlenmeden, müsamaha dolu, kötülüğü göz kırpışından anlarım cesaretiyle canavar kesilecek bir insan davranışıyla sessiz, sakin, eline vur, ağızında ki lokmasını al bir halde, iyiliklere hasret dinleye dinleye ömrünün sonunu, burada kesik bir son nefesle bahtiyar bitirecektim.
Kendime sözvermişliğin dayanılmaz sancısı altında acılar çekerken bittim işte öyle bir gün.
Sosyolog Hasan Hüseyin Arslan - İsviçre - Zürich, 14.02.2021
YORUMLAR
su gibiydi, romanların tadı tuzu vardı...
atlas dergisinin verdiği bir dünya haritası vardı, nereden baksan 3,5 mkare civarı, iki parçalı, bir ara serdi halının üzerine bantladım sonra duvara iliştirdim... arasıra cetvelle mesafe ölçtüm, internet sayesinde de japonyadan iskandinavyayasibryadan ümit burnuna bakabilidğim inceleyebildiğim kadar inceledim...
belgesellere sardım yedi kıtadan, doğa belgeselleri,deniz belgeselleri... antik çağdan uzay çağına, antik uygarlıkların hala nasıl yapıldılar diye çözülmeye çalışılan yapılarından yörelere bölgelere özgü hayvanlarına kadar, insanların oluşşturduğu kültürlerden, kismi anaerkil toplumlara kadar,
dünyayı mı küçültmüştü internet bilmem.. sonra anadoluyu karışladım internette haritada, emeviileri abbasileri selçuk veosmanlıyısolukladım, türke geldim, dünyasavaşlarını yaşadım.
bir gün oturdum, açtım word sayfasını 1000yıl boyunca hangi kıtada hangi tarihte çatışma veya savaşlar olmuş tek tek yazmayaçalıştım, başaramadım bunaldım, sanki yenifizik bilimi gibi yani quantum gibi açıldıkça açılıyordu topraklar, bitiremem dedim pes ettim bu listelemeyi, sonra sadece hazarın güneyinden demir kağıya kadar olan çatışmave savaşları listeyeyim dedim 1000 yıl boyunca, hiç olmazsa bu bölgede ne olmuş iyice bir irdeleyeyim dedim,yanlışhatırlamıyorsam ortalama 3 senede 1 yayerel çatışamalar veya bölgesel savaşlardan başımı alamadım.
sonra hristiyanlığın ve islamın yayılmasına verdim kendimi, nasıl o kadar insanı etkilemişler diye düştüm peşlerine müslüman olarak gerçekleri gördükçe öğrendikçe dini terketmeye başladım, sonunda kurtuldum amma sudan çıkmış sazana döndüm. ruslara sardım bir vakit, rus yazarlara çoğuöykü ve hikayelerini anadoluda gördüm, kilise yerine cami ve cemevini koydum, bir çok olay anlatı görsel az biraz birbirine benziyordu, sonra sibirya sürgünleri inceledim... epey uzaklaştım ruslardan sonra..
ne zamandır aklımdaydı ikinci dünyasavaşı dünü bugünügün gün neler olduğu, geöen aylarda da onunla ilgili 10-12saat belgesel izledim yazı okudum..
velhasılatından üstadım:)
ben niye bu yorumu yazdım bilmiyorum ama; demem o ki; benim nesil klavye nesli, ilk bilgisaarımı taksitle almıştık, internet çok yavaştı, bir sayfayı açmak için uzun uzun dakikalar geçerdi, sonradan internet kafeler çıktı, sonradan bireysel internet hızları artırıldı....yazınızda bahsettiğiniz dünyayı görme arzumu internet sayesinde kaybettim şahsen.. marina çukurundan evereste herşeyii gösteriyor bu zamazingo.. zihinlerimiz dünyayı dolaştı gözlerimizle birlikte lakin camekanların ardından işte...
sonra coğrafya koordinatlarına sardım, anladım ki, en yaşanabilir memleketlerinden birinde doğmuşum, ülkembir çok kıtadaki bir çok bölgeden kat be kat güzel. bir ara balkanlara özensem de sonradan ondan da vazgeçtim dedim anadolu bana yeter de artar bile...
velhasılatından;:) yazınızın bir yerinde bir gemisi yanaşmış ya size, gardaş demiş bektaşiler gibi, sanmıştım ki; tamam usta hadi gidelim diyeceksiniz:) lakin kamu hukuku kitabıyla başbaşa kalmanızı üzülmedim değil açıkcası... sanki o noktada hayatınızın bir dönümnoktası gerçekleşmiş gibi geldi...
diziler ve filmler ise tüm mitlerinden kültüründen inançlarından ve insanların günlük haftalık aylık yıllık yaşayış ve döngülerinden herşeyi önümüze serdi... bir tuşla ileri giden zaman bir tuşla geri geliyordu sanki internette.lakin insan kendi zamanınnı ne geri alabiliyor ne iileri sarabiliyordu. belki zaman da kırılır bir gün de lakin bizler için değil herhalde, biz görmeyiz...
tamam da ben bunları niye yazdım bir bilsem..
kimi yazılar ve şiirler insanın içinde bir yere dokunur ve iistemsizce parmakların dolaşır durur klavyenin üzerinde yorum misali işte...
bu yazınız öyle idi, önce okumasam mı dedim, hatta ilk paragraflara göz atıp aman be dedim ama, sonra bir baktım yazıyı ortalamışım.. aktı gitti.
doğadan bahsettiğiniz ilk yerde, ya hu doğa öyle güzel değildir,doğa acımasızdır böçek yiyen bitkiler gibidir önce güzel kokular güzel renklerle cezbeder kendisine sonra canlıyı mahveder diyordum ki, baktım siz de aynı doğrultuda ifadelerinize devam etmişsiniz, :)) dedim itiraza gerek yok:))
sonra sordum kendime; doğada hiç avlandım mı, avlanmak nedir, hatırladığım sadece hoby niyetine derede çayda balık avladığım çocukluğum geldi aklıma.. en son ne zaman çapa naçak orak traktör römork vardı elimin altında onları da unuttum... dedim ya klavyeli yaşama döndü hayatlarımız... toprağın üzerine kaldırım ve asfalt örtüler örteli öyle pek toprakla da haşır neşir olduğumuz söylenemez artık... sonra bir de mermerler çıktı örtü olarak.... tabii ondanönce mozaikler vardı...
ben bu yorumu nasıl bitireceğim, niye böyle daldan dala atlıyor parmaklarım bilmiyorum... lakin dediğim gibi, yazınızdaki besberraksu gibi akan anlatımınızdır beni de klavyezanlarştıran..
sürçi lisan olmamıştır ama oldu ise affediniz.
saygılarımla...
en seveninize emanet olunuz.