- 144 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bİr Can Borcu
BİR CAN BORCU
(Sarolların İsmet Seymen)
*
Bizim çocukluğumuzda oğlan çocukların sabahtan akşama kadar çayırda, ovada öküz gütmeleri (otlatmaları) alın yazıları gibiydi. Hele sizden küçük erkek kardeşiniz yoksa bu görev askerlik çağına kadar sürüp giderdi...
*
Sabah gün doğarken anamız bizi zar zor uyandırır, “Oğlum kuşluk vakti oldu, baban çifti bitirmek üzeredir,” der ve hazırladığı katık (azık) torbamızı sırtımıza sarar, yola düşerdik. Katık torbamızı bez bir kemerle önden çaprazlama bağlar; biz koştukça yağdan kaskatı olmuş alta ucu belimizi döverdi. İçinde haşhaş yağlı ekmek, katmer, haşlanmış yumurta, patates, kekik, kese yoğurdu gibi katıklar olurdu. Bu azıklar çocuğun ailesinin yoksulluk, varsıllık durumuna göre değişirdi. Yalnızca çavdar ekmeği ve bir çıkın kekikle günü geçirenler olduğu gibi türlü türlü yiyeceği olanlar da vardı. En güzel duygu çayırda geniş bir sofra kurup herkesin yiyeceğini birbiriyle paylaşmasıydı.
*
Babalarımız çifti bitirince, öğleye doğru “Karakova”, “Kesik”, “Yunguca” veya “Öte Yaka” çayırına varırdık. Biz karşıdaki Yumrutaş Köyü’nün üstündeki kocaman kayanın gölgesine göre zamanı ayarlardık. Eğer kayanın gölgesi bittiyse “Kaya kızdı,” derdik ve bu öğle vakti oldu demekti.
*
Sanırım ilkokula başlamamıştım. O kadar küçüktüm ki ilkokula giden ablamla öküzleri, inekleri otlağı bol diye “Öte Yaka” dediğimiz çayıra gitmiştik. Oraya Dalaman Çayı’nı geçerek varırdık. Selçuklulardan beri kurulan ve 1950’li yılların sonlarında yanıp, işlevini yitiren İşgen Pazarı bu geniş çayırlıktaydı.
*
Güneşin dağlara bir övendire (çift sürerken öküzleri dürtmek için kullanılan ucu çivili uzun değnek) boyu yaklaştığı zaman köye dönüş başlardı. Dağlarda eriyen karların ve ilkbahar yağmurlarının besleyip coşturduğu Dalaman Çayı’nın öyle her yerinden geçilemezdi. Suyun hızlı aktığı “akkın” dediğimiz derin olmayan yerlerinden pantolonlarımız kasığımıza kadar sıyırıp geçebilirdik. O yıllarda çayın her yıl bir can aldığı söylenir ve boğulan delikanlılardan, çocuklardan acıklı öyküleri dillerde dolaşırdı. Ümmü Kız türküsüyle adı “kanlı çaylar” “kudurası çaylar” dediğimiz ırmağın kıyıları ılgın, söğüt, iğde ağaçlarıyla süslüydü. Geniş büklerinde domuzlar homurdanır, kurtlar, çakallar ulurdu. Bin bir çeşit kuş cıvıldaşırdı.
*
Ben öküzün kuyruğuna yapışıp öyle geçecektim çayı. Çayın ortasına geldiğimde suların akışından mı bilemiyorum gözlerim kamaştı. Çay beni yukarı doğru götürüyor gibi algı yanılmasına düştüğümü anımsıyorum. Meğerse elim öküzün kuyruğundan sıyrılmış, çay beni sürüklüyormuş. Başımı sudan çıkarıp, elimi kıyıda bekleşenlere doğru kaldırıyor, sonra soğuk sulara gömülüyordum.
*
Kıyıda ablamın çırpınışlarını, diğer çocukların kıyı boyunca koşarak bağrışlarını duyuyordum. Benden üç beş yaş büyük bir çocuk suya girmeye çalıştıysa da bana ulaşamadı ve korkarak geri çekildi. Çayın üç metreye yakın derinleştiği, söğüt dallarını arasında döne döne “burkangeç” yaptığı, “yar” dediğimiz , Gökpınar suyunun çayla birleştiği yere doğru sürükleniyordum.
*
Tam ben kendimden umudu yitirmiştim ki yağız bir delikanlı suya daldı. Göğsüne kadar çıkan çoşkun sularda uzanıp beni elimden yakaladı ve kıyıya çıkardı. Ayaklarımdan tutup baş aşağı beni silkelediler. Ağzımdan köpük köpük sular döküldüğünü dün gibi anımsıyorum. Kendime gelmem için yüzüme bir kaç tokat attı. Ablam bana sarılmış hıçkırarak ağlıyordu. Diğer çocuklar endişeli bakışlarla başıma üşüşmüştü.
*
Beni çayda son anda boğulmaktan kurtaran Sarolların İsmet Ağabey’di. On altı, on yedi yaşlarında yağız tenli, kömür karası saçlı, bıyıkları terlememiş yeniyetme bir delikanlıydı. Dudaklarını büze büze konuşan, minicik gözleri ışıl ışıl parlayan bir kızandı.
*
“Biraz daha gitse iki insan boyunu aşan, söğüt dallarının altındaki derin yere varacak ve kurtaramayacaktık. Şükür, buna da şükür,” diyerek ablamı teselli ediyordu.
*
Akşam haberi alan anacığım yaptığı katmer, bazlama, çökelek gibi azıklarla onu ödüllendirdi. “Oğlum, Allah ayağına taş değdirmesin! Tuttuğunu altın etsin,” diye dualar etti. O günden sonra İsmet Ağabey benim gönlümde kurtarıcı kahramanım oldu, yüceldikçe yüceldi...
*
İsmet Ağabey uzun yıllar köyde koyun çobanlığı yaptı. Her karşılaşmamızda küçük boncuk gözleriyle sevgiyle bana bakar, başımı okşardı. Ben de onun nasırlaşmış ellerine uzanır, öperdim. Öğretmen olduğumu duyunca “İyi ki çaydan çıkarmışım seni. Baksanıza memlekete faydalı bir adam oldun,” der gururlanırdı. Ben de “çam sakızı çoban armağanı” bir şeyler koyardım ceketinin cebine.
*
Yokluk ve yoksulluk içinde bir yaşam beş tane koç gibi oğlan büyüterek 2005 yılından altmış yaşında sonsuzluğa göçtü. Üç oğlu Denizli’de, iki oğlu da köyde alınlarının emeğiyle yaşam savaşını kazandılar. Ev bark, iş güç sahibi olup, çoluk çocuğa karıştılar. En büyük oğlu Oktay ile zaman zaman görüşürüz.
*
Acıların, üzüntülerin beni boğduğu ve bahtımın karalığından kahırlandığım zamanlar “Ah İsmet Ağabey keşke beni çaydan çıkarmasaydın da bunları yaşamasaydım,” derim. “Yedisinde unutulup gidecekken şimdi yetmişine merdiven dayandım,” diye derin düşüncelere dalar, Allah’a sitem ederim.
*
O günden sonra anacığım “Oğlum düşümde seni çaylara kaptırdım,” diye beni uyarır, öğütler verir, rüyasının hayra çıkması için dua ederdi. Yaşım kaç olursa olsun beni dizlerine yatırır , kömür karası saçlarımı okşardı...
Veli Aykar
13.04.2024
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.