- 200 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
O Haber
O haber birden gelir. Hep böyle olmuştur. Hiç bir zaman beklenen bir ölüm haberiyle karşılaşamazsınız. Korkunç bir trafik kazasında hayati uzuvlarını kaybetmiş birinin ölüm haberi de, aylardır hasta yatağında yatan bir çaresiz hastanın ölüm haberi de beklenmedik bir haberdir. Çünkü insan zihni ölümü algılayamaz. Çeşitli anlamlar yükleyebilir belki ancak algılaması ve anlaması mümkün değildir. Bunun nedeni ise ölümün hala yaşamakta olan her canlı için bir bilinmez olmasıdır. Ölüm denilen yok olmanın maddi dünyada, bir anlamı vardır elbet ancak insan yapısı gereği bu yokluğu anlamaya muktedir değildir. Bu sebepten ki matematiğin de en büyük bilinmezi yokluğun karşılığı olan sıfır rakamıdır. Belki de bir insana yok diye karşılık verdiğiniz de "hiç mi yok?" diye soru sormasının nedeni de budur. Aynı zamanda ölüm kavramı hayattaki en kesin kavramdır demek hiç de yalan olmaz. Bu kesin olma durumu da insan zihninin kolay kolay algılayıp kabullenebileceği bir durum değildir. İnsanlar her ne kadar kesinliğin kendilerine huzur verdiklerine inanıyor olsalar da aslında bu inanç yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. Biz insanlar kısa ömürlerimizde kesin olan her şeyden kaçınırız. Bu bizim için hayatta kalmanın bir yoludur. Çünkü kesin olan herhangi bir şeyin içinde umut yoktur. Biz insanlar ise umut etmek isteriz. En kötü durum içerisindeyken bile kurtuluşu hayal ederiz. Ölümü kabullenmeyişimiz de bundandır. Belki ölmemiştir, belki bir umut tekrar dirilir diye düşünürüz. Tüm inanç sistemlerinde ölü uğurlama ritüellerinde ölmüş kimselerin yakınlarına tekrar tekrar gösterilmesinin de nedenlerinden birisi budur diye düşünüyorum.
Ölüm hakkında bir çok çevre bir çok bilgi vermektedir bizlere. Başta inanç sistemleri olmak üzere biyoloji, psikoloji, felsefe, sosyoloji gibi bilim sistemleri de ayrı ayrı bilgiler vermektedir. Biz insanlar bu bilgileri içinde bulunduğumuz toplum, içinde bulunduğumuz toplumun sahip olduğu inançlar, gittiğimiz okullardaki eğitim ve bireysel merakımız ile öğrensek de özünde bu konuyu anlayamayız. Bunun nedeni ölümü deneyimleme şansımızın olmamasıdır. Bu yüzden aslında her insanın ölüm haberi karşısındaki hissiyatı, düşüncesi ve tepkisi birbirinden farklıdır. Çünkü bu konudaki edinimlerimiz birbirinden farklıdır. Ancak toplumsal kurullar yazılı olsa da olmasa da bize böyle bir haber karşısında nasıl davranmamız gerektiğini anlatır. Toplumsal kuralların yaptırım şekli ise kınama ve ayıplama olarak karşımıza çıkar. Hiç kimse kınanmak ve ayıplanmak istemez. Hepimiz takdir edilmek ve övülmek isteriz. Bu sebeptendir ki bir ölüm haberi ile karşılaşan her insan aslında nasıl davranacağını bilmese de toplumun onu öğütlediği gibi üzgün ve hüzünlü olma rolüne girer. Bunu zorunlu olarak yapar. Bende şahsi olarak bu durumu acı bir biçimde deneyimlemiştim.
Sanırım on iki ya da on üç yaşlarındaydım. O sıralar ortaokul öğrencisiydim ve ergenlik çağına adım atmak üzereydim. Hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyordum tüm yaşıtlarım gibi. Günlerden bir gün Türkçe dersinde sınıf arkadaşlarımdan bir kız birdenbire öğretmen ile sohbetlerinde ağlamaya başladı. Açıkçası öğretmen ile olan sohbetlerini dinlemiyordum. Çünkü sınıf arkadaşım olan kızın ilgi çekmek için her şeyi yapabilecek birisi olduğunu biliyordum. Şöyle ki mendilinin içinde karabiber taşıyıp özellikle sıkıldığı ve mühim derslerde bu karabiberi burnuna çektiğine ve hapşırık ile gözyaşları içinde öğretmenlerden izin aldığına bizzat şahit olmuştum. Bu kız ilginin hep kendisinde olmasını istiyordu ve genellikle de bunu başarıyordu. O günde yine tüm ilgi ve alaka üzerindeydi. Benimse bu durumlarda büründüğüm ve şimdiye kadar hiç faydasını görmediğim bir karakter vardır ki bu karakter kayıtsızlık karakteridir. Bir insan sahte davranışlar mı sergiliyor ya da bir duyguyu, davranışı abartarak insanlara gösteri mi yapıyor; sahte bir davranış ya da yalan bir söz mü söylüyor? Derhal içgüdüsel bir biçimde kayıtsız kalır ve o insandan; o ortamdan uzaklaşırım. Bu davranışım hiç sekmez.
Öyle ki bu bir savunma mekanizması bile olabilir diye düşünüyorum. Hatta zaman içinde evrilen bu davranışımla popüler olan bir şarkıyı dinlemem, popüler olan bir kitabı okumam, popüler olan bir filmi ya da diziyi izlemem, izleyemem. Ne zamanki popülarite ortadan yok olur, ne zaman ki o eser insanlar için sıradanlaşır ve abartısını yitirir. İşte o zaman dinlerim, okurum ya da izlerim. İşte o günde o sınıf arkadaşım olan kızın abartılı bir davranış içerisinde olduğuna adım gibi emindim ve kayıtsız davrandım. Kızın uzak bir akrabası bir hafta önce öldüğü için ağlıyormuş. Halbuki ders öncesinde okulun bahçesinde şen şakrak ip sekiyordu. Türkçe öğretmenimiz de dersi bırakıp kızı teselli etmek için dil dökmeye başladı. Ders kendiliğinden kaynamış ve uğultular artmaya başlamıştı. Bende sıra arkadaşım Muharrem ile birlikte şakalaşmaya başladım. Kız ilgi gördükçe ağlama şiddeti arttı ve kızın ağlama şiddeti arttıkça da benim kayıtsızlığım arttı. Öyle ki öğretmenimiz de konuyu kapatıp derse dönmüyordu bir türlü ve ben kahkaha attım istemsizce sıra arkadaşımın şakasına. Keşke atmaz olaydım. Türkçe öğretmeni bir anda bana bağırdı ve beni tahtaya çağırdı. Sınıf bir anda buz kesti, uğultular kesildi. Herkes dayak yiyeceğimi biliyordu. Zaten Türkçe öğretmeni beni öteden beri sevmezdi. Sevmemesinin ise çok saçma bir sebebi vardı. Şöyle ki Türkçe Öğretmenimiz milliyetçi ve muhâfazakar bir adamdı. Benimse o yıllarda ne milliyetçilikten, ne muhâfazakarlıktan, ne sağcılıktan ne de solculuktan haberim vardı. Ergenlik çağına bile girmemiş bir çocuktum. Ekmeğe salça sürüp mahallede kayısı çekirdeği ve gazoz kapağı oynuyordum. Bir ara nasıl denk geldiyse yaz tatilinde kütüphaneden Aziz Nesin’in bir hikâye kitabını alıp okumuştum. Çok da eğlenmiştim ve çok da gülmüştüm. Okul açılınca Türkçe dersinde bir konu hakkında Aziz Nesin’in de adını kullanarak okuduğum kitaptan bir örnek verdim. Vermez olsaydım. Türkçe öğretmeninin dayağını yediğin yetmedi bir de bana her derste kötü davranmaya başladı. O zamanlar bu kötü davranışların sebebini anlayamayacak kadar çocuktum. Sonraları anladım durumu. Olay tamamen siyasiydi ancak ben çok çocuktum ve olayla hiç bir ilgim yoktu. Her Türkçe dersinde muhakkak tokat yerdim, hakarete uğrardım, parmak kaldırdığım da hiç seçilmezdim ve asla yüksek sözlü notu alamazdım. Normalde okulda öğretmemden dayak yiyince eve gelip söyleyemezdik biz. Çünkü bir de evde dayak yerdik uslu durmadık diye. Ama yaşadığım durumun katlanılır bir hali kalmamıştı. Annem ve babam olmadığı için yaşlı dedem topallaya topallaya okula gelip okul müdürüyle ve Türkçe Öğretmeniyle konuştu. Herhalde Türkçe Öğretmeni cahilliğimize ve yoksulluğumuza ikna olmuş olacak ki beni derslerinde daha az dövmeye ve bana daha az hakaret etmeye başladı dedemin ziyaretinden sonra. Ama o gün yine şanslı günümde değildim.
Türkçe Öğretmeni beni tahtaya çağırdı ve "Arkadaşının akrabası ölmüş sen ise orada kahkalarla eşek gibi gülüyorsun!" diyerek bir güzel dövdü. Üstelik hakarette etti. Dakikalarca benim davranışımın ne kadar kötü olduğu hakkında konuştu. Sınıftaki kız arkadaşımın sahte gözyaşlarının, teneffüs zili çaldığında gözyaşlarını unutup şen şakrak oyunlara dalmasının bir önemi kalmamıştı. Ortada sahibinin bile önemsemediği bir ölüm haberi vardı ve benim de bu ölüm haberini sahte de olsa hüzünle ve sessizlikle kabul etmem gerekiyordu. İşte bu acı deneyimimle toplumsal tepkinin ne kadar mühim olduğunu çok iyi öğrenmiştim. Acı ile öğrenilen öğretiler insan hayatında birer travma olsalar da elbette unutulmaları pek mümkün görünmüyor.
Velhasıl-ı kelâm bende kısa bir süre önce (ki zaman görecelidir) beklenmedik bir ölüm haberi aldım. Önce toplumun dayattığı bir reflekse hüzünlü ve üzgün bir role büründüm. Sanki böyle yapmasam yine dayak yiyecek ve yine aşağılanacaktım. Hâlbuki ne yapmam gerektiğini, nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum. Anlayamadığım, algılayamadığım bir durumla karşı karşıyaydım. Bu ölüm haberi ile karşılaşma süresince beni asıl yoran şeyin ölüm haberi mi yoksa toplumsal baskı ile büründüğüm sahte kişilik mi inanın bilmiyorum. Sahtelikten nasıl ve ne şiddette tiksinmişsem o halimden de öyle tiksiniyorum şimdi. Ancak şunu açıkyüreklilikle yazabilirim ki zamanla bu beklenmedik ölüm haberi canımı daha çok yakmaya başladı ve beni hakikî bir hüzün deryasının içine attı. İlk zamanlar ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içerisinde bitap düşsem de şimdiler de ölümün bıraktığı o derin boşluğun içinde hala dibe doğru düşmekteyim. Biz insanlar hangimizin acısının daha şiddetli ve acı verici olduğunu yarıştırmaktan vazgeçtiğimizde hakikatin gözlerinin içine bakabileceğiz sanırım. Aksi halde kendi sahteliğimiz içinde savrulup gitmekten kurtulmamız pek mümkün değil sanırım.