3
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
286
Okunma
İhsan Abiyi, beklediğim şekilde, kitap yığınlarının arasında buldum. Bir sahaf dükkanında son derece gereksiz kalan kapı çıngırağının sesiyle kafasını kaldırdı ve beni en son geçen hafta görmüş gibi:
“Ooo, Yusufçum, hoşgelmişsin” dedi.
İhsan Abiyi on altı yıldır görmüyordum. Son görüşmemiz de onun bir müşterisiyle girdiği ağız dalaşı yüzünden kısa kesilmişti.
“Şerefsiz, iki ay önce benden aldığı kitapları şimdi daha pahalı satmaya çalışıyor” demişti. “Zaten kitabını satan adamdan ne hayır gelir?”
“Bunları sen mi söylüyorsun İhsan Abi? Sahaf değil misin sen? Dükkandaki tüm kitaplar birilerinin sana satmasından dolayı eline geçmedi mi? Şimdi tüm o adamlar şerefsiz mi?”
Kızgın olmasa kıvırırdı ama sinirden uğraşmadı bile:
“Şerefsiz tabii. Babası, dedesi onca emek verip biriktiriyor, çocuklarının rızkından kesip kitaba yatırıyor. Sonra yeni yetme ilk fırsatta o canım kütüphaneyi satıyor”
“Belki de o rızık kesilmeden dolayı intikam alıyorlardır?”
“Git işine Yusuf. Sabah sabah damarıma basıyorsun”
On altı yıl boyunca son olarak görüşmemiz böyle sonlanmıştı, ta ki bir yaz sabahı ben dükkandan içeri girene kadar.
...
İstanbul’un en iyi saklanan sırlarından birisidir İhsan Abinin sahaf dükkanı. Bugün İstanbul’da sahaf kalmamışken, o hala sizi alıp en az yarım yüzyıl öncesine götürecek kitaplar satar. Kitapları nereden bulduğu kadar müşterileri de nereden bulduğu merak konusudur. Dükkanının ün kazanmasını kesinlikle istemez.
“Üniversite adım atar atmaz moda uğruna sahafları talan etmeye çalışan ösemeyecilere ihtiyacım yok” derdi. Efsaneler der ki 80 darbesiyle beraber kimseyi öğrenci diye çağırmamış. Onun gözünde üniversiteye her kayıt yaptıran ösemeyeci idi.
“Sonradan görme paralıları da istemiyorum. Adama babasından bir tane kitap kalmamış, o da ‘Niye?’ diye sormamış. Şimdi kalkıp kendine kitaplık yapıyor. Siktir git Diyenırına!”
...
“Yusufum, otur şuracığa”
Oturdum ama oturunca da İhsan Abinin yarısını aramıza giren kitap yığınlarına kurban ettim. Olsun, klasik hikayelerin sevgilileri gibi biz böyle duvar ardından da konuşuruz.
“Neredesin, anlat. Epeydir görmüyorum seni”
“Biliyorsun İhsan Abi, ödülü aldıktan sonra yurtdışına taşındım ben”
“Niye ki? Oraları bilmezsin, adetlerini anlamazsın. Dahası insanını tanımazsın. Sana ödül kazandıran buranın hayatını yazmandı. Şimdi ne yazıyorsun? ‘Havaalanından çıktım, yolumu kaybettim’ Kim okur ki bunu?”
“Yazmak için gitmedim ben İhsan Abi. Yaşamak için gittim. Burada yaşayamıyordum, o zaman da kendime hayalden hayatlar kuruyordum”
Elindeki karton kapaklı, Hasan Ali Yücel tercümesi olan klasiğe baktı.
“Kim bunun yazarı?”
Hızlıca bir göz attım:
“Michel de Montaigne”
“Doğru. İşte bu adam dünya edebiyatında tektir. Oturduğu yerden keyfi yerindeyken yazıp iyi bir şeyler çıkaran. Onun dışında kimse, ama kimse, hayaları rahatça yayıp yazmamıştır. Yazdıysa da önceki dönemi kadar olmamıştır.”
İtiraz edecek oldum:
“Ya Tolstoy’a ne diyeceksin? Adam doğuştan aristokrat.”
“Aha, sen edebiyattaki tek dehayı ölümlülerle karşılaştırıyorsun. Sen istediğin kadar ödül al, Hesse de alsın, Camus de alsın, hepiniz ölümlüsünüz. Ölümlüsünüz derken yazdıklarınız ölümlü. Okutun kaleminizden çıkanları Hesiod’a, bakalım etkilenecek mi? Cicero size bakıp tarzını mı değiştirecek? Papa İkinci Urban “Bir de altındaki imza Mesih’in olsaydı...” diye mi hayıflanacak? Yaşadığınız dönemin okuyucusuna uygun yazmışsınız, ödülünüzü de alıp oturmuşsunuz. Eee, son on beş yılda ne çıktı kaleminden?”
Çıkmasına çıkmıştı da İhsan Abiyi ikna edecek bir şey yoktu elimde.
O sırada pasajın çaycısı kapıda belirdi. İhsan Abi iki tane çay aldı ondan.
“Bırak elinden yazı çıkmasını, boğazından bile böylesi geçmemiştir”
Çaycının parmak izlerini taşıyan bardağa baktım.
“Doğru geçmedi”
Ama ne yalan söyleyeyim, geçmediğine pişman da değildim hani. Yurtdışında tanıştığım eşimi, ondan olan kızımı ne Savaş ve Barış’a değişirdim, ne de İstanbullunun unuttuğu bir pasajdaki çaya.