- 203 Okunma
- 8 Yorum
- 4 Beğeni
DÖNGÜ
Yağmur yağıyordu. Yağmurun su birikintisi üzerindeki dansını izliyordu pencereden.
Tüm kenti dokunsan ağlayacak hüzün duygusu kaplamıştı. Sarı yağmurluğu ve kırmızı çizmeleriyle sekiz on yaşlarında bir çocuk sokaktaki su birikintileriyle oynuyordu. Böyle zamanlar ağlamak için biçilmiş kaftandı. Ağlamasını bilmek hayatı anlamak yolunda atılan adımların en önemlilerindendi. Kim olursa olsun, en azından bir kez, sebepsiz yere ve içini çeke çeke ağlamamışsa yaşamasını bilmiyor demekti.
İçini çeke çeke, tıpkı bir çocuk gibi ağlamaya başladı pencerenin kenarında yağmuru izlerken. Ne de olsa yalnızdı, ne de olsa ağlamanın tam sırasıydı şimdi. Boğazındaki ağrı keskinleşinceye kadar ağladı. Erkekler ağlar mıydı? Asıl erkekler ağlardı, ama belli etmeden. İçindeki zehri ağlayarak dışarı atmayı seçmişti. İnsanın içine zehir birikirdi ve bu zehri bir şekilde dışarı atmazı lazımdı. Yoksa zehirlerdi insan kendini. Kimi bağırarak, kimi kavga ederek, kimi tuhaf davranışlarla atardı içindeki zehri. Adem erkekler için pek tercih edilmeyen ağlamak yolunu seçmişti. Aşk, yalnızlık, işsizlik, yoksulluk, terk edilmişlik olabilirdi ağlamaya sebep. Ama bu kez bunların hepsi için ağlıyordu. Kendini bir kaosun içinde hissediyordu. Bir anaforun içinde yitip gitmeyi bekler gibiydi. Hiç var olmamayı diliyordu yaratıcıdan. Bu hale nasıl geldiğini kendine itiraf edemese de suçlunun kendisi olduğunun bilincindeydi. Biraz da bu acıtıyordu canını.
Ömrü boyunca hiç dik duramamış, devamlı suretle kaçmıştı. Bir kaçağın hayatını yaşamıştı. Bunu kişilik yapısıyla açıklamak elbette ki olanaksızdı. Bu durum bir tercih meselesiydi. Adem hep kaçmayı tercih etmişti. Ayakta durmaktan, direnmekten, sevmekten ve aşktan kaçmıştı. Yolun sonuna bir türlü ulaşamasa da hayatta yaptığı en iyi iş kaçmak olmuştu. Kaçmak ve sinmek bir yaşam tarzı olmuştu Adem için. Hayat her zaman sürprizlerle doludur ve her defasında insanlara fırsatlar sunar. Adem hayatın sunduğu fırsatların hepsini kaçarak kaçırmıştı. İlk zamanlarda kaçmak doğru bir yol gibi hissettirip huzurlu gibi görünüyor olsa da ağır ve yapışkan pişmanlık duygusu sarıyordu insanın ömrünü. En kötüsü de buydu işte. Az da olsa dostları vardı Adem’in ve dostları arasında neşeli birisi olarak bilinirdi. Bu kişiliğinin çelişkilerinden birisiydi. Hayat sahnesinde çok iyi bir oyuncuydu Adem. En mutsuz anında bile dünyanın en mutlu insanı rolünü oynayabilirdi. Bu durumun kendisini yalancı yaptığını biliyordu elbette. Kendine yalan söyleye alışmıştı ama öyle bir ana gelmişti ki kendi yalanlarına kendisi bile inanmaz olmuştu. Hayat kendisi için bir yük haline gelmişti artık. Kaçmadan yaşayabilmeliydi.
Sarı yağmurluklu çocuğu kendine benzetti bir an, kendi çocukluğuna. Çocukken kurduğu hayalleri düşündü. Çocuksu, masum hayallerini. Hayatın kendinden yana aktığı ilk gençlik yıllarını düşündü. Kaybetmeye, yenilmeye ne zaman başlamıştı? Düşlerindeki dünyaya neden ulaşamamıştı. Bunun cevabı gayet basitti ama bu cevabı kendine itiraf edemiyordu. Kendine itiraf etmekten bile kaçıyordu. Zayıf bir insandı. Her zayıf insan gibi güçlü görünme telaşını taşıyordu. Her zayıf insan gibi yenildiğini kabul etmiyordu. Her zayıf insan gibi bir çok bahanesi vardı. Bu bahanelerden sıyrılamıyordu. İçindeki isyan dalgasını dışarı vuramıyordu. Çevresine, yaşadığı kente, yaşadığı ülkeye kısacası tüm dünyaya bir tokat gibi yaşamak isterdi ama önce kendisinin bir tokat yemesi gerekiyordu.
Defalarca yemişti halbuki tokadını insanların ve hayatın. Oysa yememiş gibi davranmıştı. Olumsuz olay olmamış gibi davranmıştı. Hiç yaşanmamış gibi. Kendisi de hiç yaşamamış gibiydi zaten hayatı. Usulca pencerenin önünden kalktı. Yağmur dinmişti. Lavabodaki ayna da kızarmış gözlerine baktı. Yüzüne soğuk su çarptı. Yine hiçbir şey olmamış gibi yapacaktı, hiçbir şey olmamış gibi davranacaktı. Midesinde cehennem gibi bir yangın vardı ve ağzında paslı metal tadı. Ecza dolabını açtı ve mide şurubunu kafasına dikti. Ağzındaki tat değişmişti. Yapacak bir işi yoktu. Televizyonu açtı, televizyon kanallarını dolaştı. Kendini neşelendirmeye çalıştı. Ne yapsa olmuyordu. Televizyonu kapattı. Spor yapmak isteği belirdi içinde sonra vazgeçti. Bir boş kağıt ve bir kalem aldı eline yazmaya başladı :
‘’Yağmur yağıyordu. Yağmurun su birikintisi üzerindeki dansını izliyordu pencereden. Tüm kenti dokunsan ağlayacak hüzün duygusu kaplamıştı. Sarı yağmurluğu ve kırmızı çizmeleriyle sekiz on yaşlarında bir çocuk sokaktaki su birikintileriyle oynuyordu….’’
YORUMLAR
mesut.çiftci
mesut.çiftci
mesut.çiftci
mesut.çiftci
mesut.çiftci
Beğenerek okuduğum yazılardandı, insan ruhunun genel anatomisiydi, gerçekten de insan bir süre sonra kaçmayı bırakıyor, ama bu sefer, toplum ve benlik arasında çatışmalar yaşıyor, kısaca bilinci olan insan ya mutsuz oluyor ya da oynamak zorunda kalıyor, saygımla.