En azılı düşman ?
En azılı düşman ?
"Yoksa Cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği kesin olarak bilip kabul eden kimseler için Allah’tan daha güzel hüküm sahibi kim olabilir?" (Maide, 5/50.)
Bugün itibarıyla İslam âlemi, çok ciddi bir kriz dönemi yaşamakta, âdeta bir ölüm kalım savaşı vermektedir. Görünürde siyasi, askerî, ekonomik, vb. dâhili ve harici pek çok sebep ve gerekçe ileri sürülmekteyse de, bizce meselenin özünde yatan temel sorun, İslam âlemine Kur’an ve sünnete ait ilahî prensip ve değerler yerine Cahiliye’ye ait kabile asabiyetinin farklı görünümlerde hâkim olmasıdır.
Elbette köprünün altından çok su akmıştır ve söz konusu Cahiliye anlayışı, farklı dönem ve bölgelerde mutasyona uğrayarak değişik birtakım görünüm ve şekiller almıştır.
Bununla birlikte Arap yarımadasında kabile asabiyeti belli aile ve kabileler eliyle hâlâ ilk günkü hâl ve görünümünü muhafaza etmektedir.
Her milletin bütün yanlışlarıyla birlikte kendi dinî düşünce, örf ve âdetlerini topyekûn kutsayarak bunun dışında her türlü gerçeğe ve değere kulak tıkayıp sırt çevirmesini, bunun da ötesinde onlara karşı savaş açmasını ifade eder cahiliye
Kur’an-ı Kerim’de “atalar dini” olarak adlandırılan bu husus, başta Hz. Muhammed (s.a.s.) olmak üzere bütün peygamberlerin davet süreçleri boyunca en fazla mücadele ettikleri ve üstesinden gelmekte en çok zorlandıkları husustur:
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun.’ denilince, ‘Hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız’ derler; ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru olmayan kimseler idiyseler?” (Bakara, 2/170.)
Bu noktada Hz. Peygamber (s.a.s.), Cahiliye taassubunun en üst düzeyde görüldüğü bir bölge ve millete gönderilmiştir. Onun risalet süreci, bu uğurda İslami değerler adına verdiği insanüstü mücadeleyle geçmiştir. Ve o, hayatını bu konuda biz ümmetine Veda Hutbesi’nde verdiği şu nihai tavsiyelerle tamamlamıştır:
“Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan sakınmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız ondan en çok sakınanınızdır…”
Bununla birlikte Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte pek çok Cahiliye âdet ve alışkanlığı tekrar nüksetmiş ve günümüze değin etki ve gücünü artırarak devam ede gelmiştir.
Bir kimsenin kendi milletini sevmesi, onun millî değerlerini benimseyip yaşatması en doğal hakkı ve İslam’ın da bir gereğidir. Fakat burada söz konusu olan husus, bir Müslümanın bütün İslami değerleri bir yana bırakarak sırf kendi ırkından değil diye diğerine kem gözle bakıp ondan nefret etmesi, üzerine yürüyüp onu öldürmeye ve yok etmeye çalışmasıdır.
“Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa, 4/93.)
Kabile asabiyetinin Müslüman ülkelerde yerel çapta ortaya çıkan tezahürü bölgecilik ve hemşehriciliktir.
İnsanlar, kendi doğdukları veya anne babalarının geldikleri yerlere ilgi duyup oralarda yaşamaya ve oraları geliştirmeye gayret edecekleri yerde, yaşamayı tercih ettikleri büyük şehirlerde bir tür hemşehri veya bölge dayanışması geliştirmek suretiyle buraların mevcut imkânlarını kendilerine ve yakınlarına daha fazla aktarma gayretine düşmekte, bu konuda helal-haram, hak-hukuk, adalet-liyakat, kul hakkı vb. bütün İslami değerleri bir kenara atabilmektedirler.
Bu tür bir asabiyetin doğal sonucu “altta kalanın canı çıksın” anlayışıdır ki, İslam’ın temel gönderiliş gayesi bu ilkel cahiliye anlayışını ortadan kaldırmaktır:
“Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.” (Nisa, 4/135.)
Bir diğer Cahiliye anlayışı, tarihî süreç içinde kemikleşerek âdeta bir kangren hâline gelen Şiilik ve Sünnilik çatışmasıdır.
Mesele bir kimsenin Hz. Ali’ye, diğerinin Hz. Ebubekir veya Hz. Ömer’e uyması değildir. Zira her biri ayrı bir yıldız olan bu zatlar bütün Müslümanları tek tek Kur’an ve sünnetin yoluna ulaştırmaya kadirdir.
Fakat sorun, biri adına diğerine küfrederek mezhepçiliği din hâline getirip ümmeti bir daha bir araya gelemeyecek şekilde bölüp parçalamaktır.
“Allah ve Rasulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 8/46.)
İslam âlemine hâlâ hâkim olan bir diğer Cahiliye anlayışı, beşeri ideolojilerdir. Oculuk, buculuk, şuculuk şeklinde tezahür eden bu asabiyet türleri, binlerce, milyonlarca Müslümanı zaman içinde kendi öz dinine, tarihine ve milletine tamamen yabancı hâle getirmiştir.
Kurtuluşu kendi öz değerlerinde değil de, başka yerlerde arayan bu zavallı zümreler, ülkelerini zihniyet ve yaşam tarzı olarak yabancılara peşkeş çekmenin adeta yarışı içine girmiş, Batı’ya mı, yoksa Doğu’ya mı yaranalım kavgası içinde kardeşi kardeşe düşman etmiş, Müslümanı Müslümana kırdırmışlardır.
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (Hucurat, 49/10.)
Müslüman ülkeler bağlamında günümüzde karşımıza çıkan bir diğer Cahiliye türü, particilik, sendikacılık, dernekçilik vb. sosyal yapılardır. Esasen bunlar, gelişmiş ülkelerde farklı alanlara yönelik hizmet faaliyetlerini yürüten ve kendi alanlarında birbirleriyle yarışan önemli ve gerekli çağdaş kurumlardır.
Bununla birlikte bu tür kurumlar, ehil olmayan ellerde kısa sürede tamamen ideolojik bir yapıya dönüşerek ülkeye hizmet aracı olmaktan çıkabilmekte ve âdeta milleti bölüp parçalama ve birbirine düşürme aracına dönüşebilmektedir.
Bu durumda vatandaşlar, ürettikleri ve hak ettikleri hizmete göre değil de, ya ideolojisine veya arkasındaki maddi güce göre muamele görmektedir.
“Ne var ki insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her gurup kendilerinde bulunan (fikir ve davranış) ile sevinip böbürlenmektedir. Şimdi sen onları bir zamana kadar gaflet ve sapıklıkları ile başbaşa bırak!” (Müminun, 23/53, 54.)
Müslüman toplumlar bünyesinde son dönemlerde ön plana çıkan bir diğer asabiyet türü, cemaatçilik ve tarikatçılıktır.
Başlangıçta belli bir âlim; onun görüş ve eserleri aracılığıyla tamamen İslam’a hizmet gayesiyle ortaya çıkan bu hareketlerden bazıları, maalesef tarihî süreç içinde ehil olmayan ellere geçmesi sebebiyle yozlaşmış ve âdeta din içinde ayrı bir dine dönüşmüşlerdir.
Şöyle ki belli bir aşamadan sonra bunlara müntesip olan kraldan çok kralcı kimseler, kendi liderlerini âdeta bir peygamber, onun eserlerini kutsal kitap, taraftarlarını da sahabe gibi görmüşler, bunun neticesi olarak da cemaat ve tarikatları adına yaptıkları her şeyi mübah saymışlardır.
Buna karşın bu kesimler, bilhassa kendileriyle ihtilafa düştükleri diğer Müslümanları bütünüyle batıla düşen fasıklar olarak nitelemişler, dolayısıyla onlara verdikleri her türlü eziyet ve zararı caiz, hatta vacip görür hâle gelmişlerdir.
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın…” (Âl-i İmran, 3/103.)
Bütün bu anlayış ve oluşumları Cahiliye’deki kabile asabiyetine benzer, hatta aynı kılan husus, onların helal-haram, hak-hukuk, adalet-liyakat, kul hakkı vb. İslami değerleri bütünüyle bir tarafa bırakarak kendi görüş ve taraftarlarını tamamen hatasız görüp kutsamaları, buna dayalı olarak da her türlü menfaati kuralsız bir şekilde kendilerine mal ederken diğer kimselere her türlü haksızlık ve eziyeti reva görmeleridir.
Bizce bu tür anlayışların İslam’la uzaktan yakından hiçbir ilgisi ve alakası yoktur, velev ki İslam adına yapılsalar bile. Bilakis İslam için en büyük tehdit işte bu modern görünümlü ilkel asabiyet anlayışlarıdır.
Müslümanların bir an önce onları içten içe kemirip birbirine düşman eden bu tür hastalıklardan kurtularak İslami değerlere yeniden kavuşması zorunludur. Gelin bunun için hep birlikte cesur bir şekilde el ele ve yürek yüreğe çalışıp gayret edelim.
“Allah katında din, şüphesiz İslam’dır.” (Âl-i İmran, 3/19.)
"Yoksa Cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği kesin olarak bilip kabul eden kimseler için Allah’tan daha güzel hüküm sahibi kim olabilir?" (Maide, 5/50.)
Yaşamın amacı ve herkesin yaşam boyunca peşinden koştuğu en yüksek iyi mutluluktur. Mutluluğa erişmenin yolu ise bilgidir; insana ve yaşama ilişkin bilgi, çünkü doğru bilgi insanı doğru eylemlerde bulunmaya götürür.
Cehalet üç farklı tipte ortaya çıkabilir: olgusal cehalet ;bazı olguların bilgisinin olmaması.Nesne cehaleti ;bazı nesnelere aşina olmama.Teknik cehalet ;bir şeyin nasıl yapılacağına dair bilgi eksikliği.
Kur’an’ın ilk inen âyetlerinde kalem kullanmanın ve Allah’ın insana bilmediği şeyleri öğretmesinin öneminin vurgulanması (el-Alak 96/4-5), dolaylı olarak cehâletin insan için en başta gelen kusur ve tehlikelerden biri olduğunu göstermektedir.
Hayatını bilgisizlik içinde geçiren bir kimsenin hayvanlık mertebesini aşamayacağını, hatta varlık alanına çıkmış dahi sayılamayacağını belirtilmiştir. Çünkü hayvan kendi varlık imkânlarından yani duyumlarından tam olarak faydalanırken cehâlete razı olan insan bilgi edinme imkânını kullanmamıştır.
Hayatla bilgi arasındaki sıkı ilişkiden dolayı Kur’an’da ilim “ruh” kelimesiyle de ifade edilmiştir (eş-Şûrâ 42/52).
Kur’ân-ı Kerîm’de dört âyette cehâlet şeklinde, yirmi âyette de aynı kökten gelen muhtelif isim ve fiiller şeklinde geçmektedir .Bu âyetlerde genellikle cehâletin fenalığı, cahillerin yanılgıları, kötülük ve zararları üzerinde durulmuştur.
Yine Kur’an’da ilim ve hikmetin Allah’ın sıfatları arasında yer alması, ayrıca Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberlere verilen en önemli meziyetler içinde ilim ve hikmetin zikredilmesi (el-Bakara 2/31-33, 151, 251; en-Nisâ 4/113; Yûsuf 12/22), cehâlete karşı bir tavır olarak yorumlanmıştır.
Hadislerde de gerek cehâlet ve cehl, gerekse bunlardan türemiş olan diğer kelimeler sıkça kullanılmış, Hz. Peygamber hem sözleriyle hem de icraatıyla müslümanları din ve dünya işlerinde cehâletten kurtarmak için büyük çaba sarfetmiştir.
Nitekim hicretten hemen sonra, ilki Mescid-i Nebevî bitişiğindeki Suffe olmak üzere Medine’nin çeşitli mahallelerinde mektepler açılmış, Hz. Peygamber’in sağlığında bu şehirde sayıları dokuza ulaşan mescidler aynı zamanda birer mektep olarak kullanılmıştır.
Suffe’de bizzat Hz. Peygamber ders verdiği gibi sahâbîlerden de öğretmenlik yapanlar vardı. Meselâ Ubâde b. Sâmit okuma yazma, Abdullah b. Saîd de hikmet mahiyetindeki özdeyişleri öğretiyordu.
Hz. Peygamber’in, Bedir Savaşı’nda esir düşenler arasından okuma yazma bilen müşrik askerlerinden her birinin 4000 dirhemlik kurtuluş fidyesi yerine on müslümana okuma yazma öğretmesini şart koşması, onun cehâleti yenme çabalarının önemli bir örneğidir.
Esasen İslâm dünyasında, özellikle ilk yüzyıllarda dinî ve din dışı ilimlerde gözlenen hızlı gelişmeler, Kur’an ve Sünnet’te cehâletin yerilmesine ve bilgi donanımına verilen büyük önemin sonucudur.
İslâm bilginleri cehâletin kötülüğü ve ilmin değeri üzerinde ısrarla durmuşlar, başta hadis mecmuaları olmak üzere ahlâk, edeb, eğitim ve öğretime dair kitaplarla bibliyografik eserler vb. kaynaklarda cehâletin kötülük ve zararları, sebepleri ve çareleri, cahillerin yanılgıları, ilimler ve âlimler karşısındaki olumsuz tavırları, ilmin önemi, eğitim ve öğretimin şartları ve kuralları gibi konular işlenmiştir.
Birçok çağdaş araştırmacı, özellikle Câhiliye dönemindeki kullanımına dayanarak cehlin esas olarak “azgınlık, serkeşlik, arzuların etkisinde kalma, hayvanî içgüdülere boyun eğme”, kısaca “barbarlık” anlamına geldiğini ortaya koymuşlardır.
Buna göre câhilin karşıtı, âlimden ziyade ihtiyatlı, ağırbaşlı, ahlâkı bütün, bugün “medenî” denilen insanı ifade eden halîmdir.
Câhiliye edebiyatında cehl ve türevlerinin bu anlamda kullanıldığını gösteren pek çok örnek vardır.
“Hele biri kalkıp bize karşı cahillik etmeyegörsün, biz cehâlette herkesten üste çıkar, cahillerden daha cahil oluruz” (Zevzenî, s. 178) anlamındaki beyitte cehâlet “şiddet ve saldırganlık” mânasında kullanılmış ve bir erdem sayılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerle diğer bazı İslâmî kaynaklarda da cehl ve cehâlet, ilmin zıddı olan bilgisizlik yanında öfke, şiddet, saldırganlık, serkeşlik gibi ahlâkî kötülükleri ifade eden bir terim olarak geçmektedir.
Nitekim Furkān sûresinde (25/63) Allah’ın iyi kullarının faziletli davranışları anlatılırken,
“Onlar yeryüzünde ağırbaşlı bir şekilde yürürler, cahiller kendilerine sözle sataşınca ‘selâm’ derler” buyurulmuştur.
Bütün müfessirlere göre bu âyette, cahillerin sataşmaları Câhiliye Arapları’nın bozguncu, geçimsiz ve şiddetten yana olan ahlâkî temayüllerini, bu sataşmalara ağırbaşlı müslümanların selâmla karşılık vermeleri de uzlaşma, barış, güvenilirlik gibi erdemleri kapsayan ve genellikle hilim terimiyle ifade edilen İslâm ahlâkının aslî karakterini göstermektedir.
Cehâlet teriminin bu anlamdaki kullanımına hadislerde de rastlanmaktadır. Hz. Peygamber, oruçlu müslümanlara tavsiyelerini ihtiva eden bir hadisinde,
“Biri ona karşı bir cahillik ederse oruçlu olduğunu söylesin” (İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 21) derken kelimenin bu mânasını kastetmiştir.
“O iyi bir insandı, fakat öfke onu cahilleştirdi” (Müslim, “Tevbe”, 56, 57; Müsned, VI, 196) meâlindeki hadiste de aynı anlam vurgulanmıştır.
Gerek bu hadislerde gerekse konuyla ilgili diğer âyet ve hadislerde müslümanların, bilginin zıddı olan cehâletle birlikte Câhiliye dönemi ahlâk anlayışını yansıtan öfke, şiddet, kibir ve saldırganlık anlamındaki cehâletten arınmaları emredilmiştir .
Hilim (hilm), “sabırlı ve temkinli, akıllı ve ağır başlı olmak” şeklinde açıklanmıştır .
Kelime, İslâm öncesi Arap edebiyatında da “akıl” anlamında kullanılmakta ve çok nâdir kimselerin ulaşabildiği veya önemini takdir ettiği bir meziyet sayılmaktaydı.
Bazı kaynaklarda hilmin tanımı yapılırken sefeh ve cehl kavramlarının karşıtı olarak gösterildiği dikkate alınırsa bu kelimelerin anlamlarından hareketle hilmi daha iyi kavramak mümkün olur.
İslâm’dan önceki dönemin temel ahlâkî karakteri olan insanın gücüyle böbürlenmesi, kendine güvenmesi, otorite tanımaması, keskin bir şeref duygusu vb. hususlar cehl kavramı içinde mütalaa edilen huylardır .
Aslında Kur’an’ın müşriklere yönelttiği eleştirilerin temelinde de onlardaki bu cehl ahlâkı vardır. Zira müşrikler sadece akılları yatmadığı için inkâr etmiyorlardı; aynı zamanda onlar gurur, kibir, inat ve saldırganlık gibi hoyrat duyguları ve kötü alışkanlıkları yüzünden İslâm’ın getirdiği eşitlik, kardeşlik, merhamet, sabır, tahammül, uzlaşma, barış gibi ilkeleri içlerine sindiremedikleri için inkârcılıkta direniyorlardı.
Kur’an’da yer alan “hamiyyetü’l-câhiliyye” Câhiliye küstahlığı tabiri onların bu uzlaşmaz karakterini ifade eder .
Buna göre hilme “ağır başlılık, sebat, akıllı ve uygarca davranış” anlamları verilebilir. “Öfkesine hâkim olmak suretiyle düşünce dengesini koruma” şeklinde tarif edilmektedir.
Öfke duygusunun coşkusundan nefsi koruma biçiminde benzer bir tarif yapıldıktan sonra kelimenin kökünde akıl anlamının bulunmadığını, ancak aklın sonuçlarından olduğu ve akıldan bağımsız düşünülemeyeceği için hilme de akıl dendiği belirtilmiştir.
Hilimden kasıt aklın eylem haline dönüşmesidir. Zira bu erdem ancak bütün organların kötülüklerden korunmasıyla mükemmelleşir.
Öfkenin kabarması halinde itidal ve sükûneti koruma” şeklindeki kısa tanımıyla hilmin özellikle ahlâkî anlamına işaret edilmiştir
Hilmin en uygun karşıtının “öfke ve nefretle saldırmak” anlamına gelen tezemmür kelimesidir.Ancak birçok kaynakta hilmin karşıtı olarak kaydedilen sefeh ve cehlin aksine tezemmürün terim olarak yaygınlık kazandığı söylenemez. Hilim ayrıca gazab, gayz, suhf (zayıflık, âcizlik) gibi kelimelerin zıddı olarak da gösterilmekte veya böyle bir konumda kullanılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de hilim “akıl” mânasında olmak üzere bir âyette çoğul şekliyle (ahlâm) geçmektedir (et-Tûr 52/32). Bunun dışında “hilim sahibi” anlamında halîm kelimesi esmâ-i hüsnâdan biri olarak on bir âyette yer almaktadır.
Bunlardan altısı “gafûr” (bütün günahları bağışlayan), üçü “alîm” (çok iyi bilen), biri “ganî” (her şeyden müstağnî), biri de “şekûr” (az iyiliğe çok mükâfat veren) isimleriyle birlikte bulunur .
Tefsir ve kelâm kitaplarında esmâ-i hüsnâdan olan halîmin “çok sabırlı, günahkârları cezalandırmakta acele etmeyen” veya “kullarının isyanından etkilenmeyen, günahkârlara gazap etmesi kendisini telâşa düşürmeyen, her işi olması gerektiği ölçüde yapan” anlamlarına geldiği belirtilir.
Hilim akıldan daha üstün bir erdemdir.Çünkü yüce Allah’ın Kur’an’da kendisini akılla değil hilimle nitelendirir. Bu görüşü Gazzâlî de tekrar etmiştir
Halîm ayrıca iki âyette Hz. İbrâhim’in (et-Tevbe 9/114; Hûd 11/75), bir âyette Hz. İshak’ın (es-Sâffât 37/101) sıfatı olarak yer almakta, bir âyette de (Hûd 11/87) düşmanlarının Hz. Şuayb ile alay etmek için onu halîm diye niteledikleri bildirilmektedir.
Hadislerde hilim kelimesi hem “akıl” hem de “ağır başlılık, yumuşaklık” anlamında geçmektedir .Hz. Peygamber, Eşec el-Abdî adlı sahâbîyi överken şöyle demiştir.
“Sende Allah’ın sevdiği iki haslet vardır; bunlardan biri hilim, diğeri de teennîdir” (Müslim, “Îmân”, 25, 26; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 148, 149).
İbnü’l-Esîr’e göre bu hadisteki hilim “akıl”, teennî de “kararlılık, acelecilikten sakınma” anlamına gelir.Hadîs-i kudsî olduğu anlaşılan bir sözde “halîmi bile hayrette bırakan bir fitne”den söz edilmekte olup buradaki hilimden de akıl kastedilmiştir.
Ebû Dâvûd’un es-Sünen’inde “Kitâbü’l-Edeb”in ilk babı “el-Hilm ve ahlâku’n-nebî” başlığını taşır. Bu başlık, Resûlullah’ın ahlâkının temelini hilmin oluşturduğunu ima eder. Burada onun hoşgörüsünü, affediciliğini ve sabrını anlatan hadisler yer alır.
Ayrıca hadis mecmualarında, İslâm âlimlerince hilmin kapsamında gösterilen akıl, basiret, kararlılık, öfkesine hâkim olma, affetme, hoşgörü, sabır, vakar, rıfk gibi ahlâkî erdemlere dair pek çok hadis bulunmaktadır.
Buhârî’nin el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’indeki bir rivayette geçen ve Hz. Ömer’in hilâfete kendisinden daha lâyık olduğunu düşündüğü Hz. Ebû Bekir hakkında söylediği, “O benden daha halîmdir” şeklindeki sözde halîm “akıllı, deneyimli, olgun” anlamına gelir.
Müslim’in el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’indeki bir rivayete göre Amr b. Âs, Bizans toplumunun sosyal çalkantılar karşısındaki akıllı, basiretli ve soğukkanlı tutumunu, “Onlar fitne durumunda insanların en halîmidir” cümlesiyle ifade etmiştir.
Hilim kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de ahlâkî anlamda çok az geçtiği, hadislerde de sıkça kullanılmadığı halde belli başlı İslâmî kaynaklarda Müslümanlığın en temel erdemi veya bu erdemlerden biri olarak zikredilmiştir.
Kur’an’da az kullanılması ise çok zor kazanılabilecek ölçüde değerli, yüksek ve ideal bir fazilet olduğu şeklindeki bir sebebe bağlanmıştır. Nitekim belki de ilk defa olmak üzere Hasan-ı Basrî ;
“Allah Teâlâ peygamberleri bile en az hilim sıfatıyla nitelemiştir” derken bu kavramın Kur’an’da neden az yer almış olduğuna da işaret etmiş bulunmaktadır .
Meydânî’ye göre Hasan-ı Basrî bu sözüyle, hilmin peygamberlerde bile az rastlanabilen çok yüksek bir erdem olduğunu anlatmak istemiştir. Bu görüşe katılan Câhiz de şöyle demektedir;
“Yüce Allah sâlih kullarını uzun uzun övdüğü halde onları nâdiren hilimle vasıflandırmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bunun sadece iki yerde geçtiğini görüyoruz”
Hilmin Kur’an’da az kullanılmasını bu erdemin nefasetine ve kadrinin yüksekliğine delil olarak gösterir .Bununla birlikte Kur’an’da baştan sona kadar hilim ruhu mevcuttur .Zira insanlarla olan ilişkilerde ihsanla, adaletle hareket etme, zulümden kaçınma, şehvet ve ihtiraslarına gem vurma, kibir ve gururdan sakınma hilim ruhunun belirtileridir.
Şarkiyatçılar İslâm ahlâkının, dolayısıyla müslümanın karakterini belirleyen temel erdemin tespitine çalışmışlar ve nihayet bunun hilim olduğu kanaatine varmışlardır.
Zira bu araştırmacılara göre Câhiliye döneminde çok az insan bu faziletin kıymetini takdir ederken İslâm dini bunu ahlâkî ve içtimaî alanda bütün müslümanlara yaymayı ve bu suretle onları belli başlı niteliği saldırganlık, barbarlık ve çatışma olan Câhiliye toplumundan farklı kılmayı amaçlamıştır
Kur’an ve hadisler yanında ,çeşitli eserlerde ve diğer birçok kaynakta verilen bilgiler, hilmin pek çok erdemi kapsayan bir İslâm ahlâkı kavramı olduğunu göstermektedir.
Kaynaklarda hilim biri zihnî, diğeri ahlâkî olmak üzere iki anlamda geçmektedir. Zihnî hilim akıl demektir.
Câhiz, “Hilim kelimesi ilmi ve hazmi (ihtiyat, tedbirli olma) içine alan kapsamlı bir isimdir” diyerek ilmi de hilmin içinde .Bu anlamdaki hilim ahmaklık, sefahat (beyinsizlik) ve cahilliğin karşıtı olarak gösterilir.
Buna göre hilim sahibi insanın bir özelliği akıllı ve bilgili olmak, ahmaklıktan, sefahatten ve cahillikten uzak bulunmaktır.
“Onlara bunu akılları mı emrediyor?” meâlindeki âyet (et-Tûr 52/32) dolaylı olarak müslümanlara aklın irşadına uymayı, akıllı davranmayı, ahmak, beyinsiz ve cahil olmaktan uzak durmayı gerekli kılmaktadır.
Bu âyetin devamındaki, “Yoksa onlar sınır tanımayan (tâğî) bir kavim midir?” ifadesinden anlaşıldığına göre hilimde tuğyanın karşıtı olan bir anlam da vardır.
Buna göre akıllı insan azgınlık yapmaz, haddi aşmaz, öfkeye kapılıp kendinden geçmez. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’de çok sık tekrar edilen “akıl etme, bilme, tefekkür, tedebbür, itibar, nazar (düşünme)” gibi zihnî faaliyetlerle hilim erdemi arasındaki bağlantı da ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca İslâm’ın bir hilim dini, yani -kelimenin İslâm’a özgü anlamıyla- akıl ve bilgi dini olduğu anlaşılmaktadır.
Hilmin altında şu faziletleri sıralanır: Öfkeyi yenme, kerem (cömertlik, onurlu davranış), hoşgörü, af, gönül zenginliği, tahammül, kararlılık, kin gütmeme. Çeşitli kaynaklarda bunlara sabır, sekînet, vakar, ihtiraslara ve diğer bencil duygulara hâkimiyet gibi daha birçok fazilet eklenmektedir.
Hilim “huyların en yücelerinden” diye nitelemesi Câhiz’in de, “Asıl övgüye değer olan hilimdir ve asıl yerilmesi gereken de cehalettir; hilim aklın otoritesidir, tutkulara hâkimiyettir” şeklindeki ifadesi hilmin hem kapsamını hem de önemini belirtir.
Zihnî mânadaki hilimle ahlâkî mânadaki hilim birbiriyle ilgisiz değildir. Zira akıllı, bilgili ve basiretli insan sabırlı, ağır başlı, bağışlayıcı, vakarlı, kararlı, nefsine hâkim, kötülüğü iyilikle karşılayabilen, kışkırtmalara kapılmayan bir ahlâkî karaktere sahip olabilir.
İbnü’l-Mukaffa‘ın tam ve hakiki hilmi gerçek bir üstünlük ve kuvvet olarak görmesinin de (aş.bk.) bu erdemin akıl-eylem bütünlüğü ile kazanılmış olmasından ileri geldiği düşünülebilir.
“Onlar yeryüzünde hevn ile yürürler” (el-Furkān 25/63) âyetindeki “hevn” kelimesi “hulemâ’” şeklinde açıklanmıştır .Buna göre âyetin meâli şöyledir;
“Rahman olan Allah’ın -mümin- kulları yeryüzünde halîm olarak -vakar ve teennî ile- yürürler.”
Hasan-ı Basrî de bu âyetin devamındaki, “Cahiller onlara sözlü sataşmada bulunduğunda, ‘Selâm!’ derler” ifadesini, “Onlar halîm insanlardır; kendilerine karşı cahilce ve küstahça davrananlara cahillik ve küstahlıkla karşılık vermezler” sözleriyle açıklamıştır.
İçlerinde hilim kelimesi geçmemekle birlikte anlamları bakımından hilim erdeminin İslâm ahlâkındaki yerini ve önemini ifade eden yüzlerce âyete örnek olarak şu âyetler zikredilebilir:
“Onlar öfkelendikleri zaman bile affederler” (eş-Şûrâ 42/37);
“Her kim sabreder ve bağışlarsa bilsin ki bu tutum davranışların en soylusu, en olumlusudur” (eş-Şûrâ 42/43);
“Güzel bir söz ve bağışlama, arkasından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır” (el-Bakara 2/263);
“Müslümanlar affetsinler, hoşgörülü olsunlar. Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?” (en-Nûr 24/22)
“Af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden uzak dur” (el-A‘râf 7/199); “Rabbinizin bağışına, takvâ sahipleri için hazırlamış olduğu, genişliği göklerle yer kadar olan cennete koşun. O takvâ sahipleri ki bollukta da darlıkta da Allah rızâsı için mallarını harcarlar; öfkelerini yenerler ve insanları affederler. Allah da böyle güzel davranışta bulunanları sever” (Âl-i İmrân 3/133-134);
“İyilikle kötülük bir değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tutumla karşıla. O zaman göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost olmuştur” (Fussılet 41/34).
Son âyet, sevginin oluşmasında ve dolayısıyla sosyal barışın sağlanmasında hilim erdeminin rolünü göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Zira burada, hilim ruhunu yansıtan en saygın davranışlardan biri olan kötülüğe karşı iyilikle mukabelede bulunma düşmanı bile dost yapan bir güç olarak değerlendirilmiştir.
İbnü’l-Mukaffa‘ hilmin bu gücünü şöyle anlatır: “Sakın sana iftira edene öfke ve intikam duygusuyla karşılık verme. Hilim ve vakar içinde güzel cevap ver. Hiç şüphen olmasın ki üstünlük ve kuvvet daima halîm olanındır” (el-Edebü’l-kebîr, s. 45-46).
Müslüman dininde güçlü, kararlı ve yumuşak olan kişidir; imanı sağlam, bilgili ve halîm, zeki ve merhametlidir; hem haklı hem bağışlayıcı, hem zengin hem tutumludur; hasta olduğunda tahammüllü, güçlü ve iyilik severdir; arkadaşlığın ve dostluğun sıkıntılarına katlanır, zorluklara sabreder; öfkesine mağlûp olmaz, gurur ve kibre kapılmaz.
Müslüman ihtiraslarına yenilmez; midesi yüzünden şerefsizlik yapmaz; hırsı yüzünden küçülmez; basit hedeflerle yetinmez; mazluma yardım eder, zayıfa acır; cimrilik yapmaz, israf etmez; kendisine kötülük edeni bağışlar, cahili hoş görür; nefsi sıkıntıda olsa da herkes kendisinden faydalanır.”
----
*Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât,
*İbnü’l-Esîr, en-Nihâye
*Tehânevî, Keşşâf
*M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem
*Buhârî
*Müslim,
*Ebû Dâvûd
*Taberî, Câmiʿu’l-beyân
*İbnü’l-Mukaffa‘, el-Edebü’l-kebîr
*Eş‘arî, Maḳālât (Ritter)
*İbn Sînâ, Tisʿu resâʾil
*Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn
*İbn Hazm, el-Aḫlâḳ ve’s-siyer
*Gazzâlî, İḥyâ
*Prof. Dr. Muammer ERBAŞ
*I. Goldziher, Muslim Studies
*T. Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan (trc. Süleyman Ateş)
*Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (trc. Selâhattin Ayaz)
YORUMLAR
Güzel bir makale olmuş. Cehl toplumunun iç yüzünü gün gibi ortaya koymuş. Hz. Muhammed'in de önce cehaletle mücadele ettiği bilinir. Ancak şunu da akıllardan uzak tutmayalım: İslam dünyasının bugünkü pespaye durumu, Hz. Muhammed'in bizzat yasakladığı kendi hadislerinin Emevi devrinin başlamasıyla Ebu Hureyre (Kedi babası) ve benzerleriyle yeniden hayat bulmasıdır. Hz. Ömer hilafetinde Ebu Hureyre ve türevleri hadis yazıp, yaydığı için Hz. Ömer tarafından deynekle dövülüp, sürgün edilmişti. (Ebu Hureyre'nin itirafları) Ne var ki, Hz. Osman döneminde bu hadisçiler afedilmiştir. Yani demem odur ki; İslam Dini, hadisler sebebiyle bu hale gelmiştir. Kaleminize sağlık...
Bu makale, İslam dünyasının içinde bulunduğu zorlu durumu derinlemesine analiz ediyor. Günümüzdeki krizin temelinde, İslam toplumlarının asıl değerlerinden uzaklaşması ve geleneksel, cahiliye dönemine ait kabilecilik anlayışının yeniden canlanması yatıyor. Yorum, sorunun köklerine inerek, Kur'an ve sünnetin yerine geçen bu yeni olguyu vurguluyor. İslam dünyasının karşı karşıya olduğu bu çatışma ve kimlik bunalımını ele alarak, çözüm için ilahî prensiplere geri dönüşün önemini vurguluyor. Kaleminize ve yüreğinize sağlık üstadım.
Cahillik bu gün hemen hemen bütün İslam Ülkelerine sirayet etmiş durumda. Aslında böyle olmamalıydı ... Yüce kitabımız Kur'an'ın bir kelime anlamı da ''Okunan Kitaptır.'' kıraatten gelir... Oku diye başlayan bir ilk emir olduğu halde, hani nerede okuyan. Bizim dedelerimiz, ninelerimiz muhafaza içinde duvara astılar, okudular belki ama anlamlını da bilmeden okudular. Kur'an sana bana bize oku derken bunu aslında biz Müslümanlar emir telakki edip sadece Kur'an'ı değil her türlü basılı matbu dokümanı okumalıydık bunun hikmetini bir türlü anlayamadık. Kur'an ''bölük bölük bölünmeyin gücünüz zayıflar düşmana yenilirsiniz.'' deyip bir gerçeği işaret ederken biz mezhepleri tarikatları din sandık. Aslında büyük yanlışları burada yaptık. Bat batı dediğimiz Batı Dünyası okudu okudu yine okudu. Durum ortada onlar bizleri Müslüman Ülkeleri fersah fersah geçtiler. Matbaa bile şeytan icadı denilerek kaç yüz yıl sonra geldi memlekete, sebep ne, elleri ile kitap yazanların aman ha gelirleri azalmasın ellerinden gitmesin zanaatları... Eğer gerçekten imanlı Müslümanlar olmak istiyorsak bu mezhep ve tarikat farklılıklarını bir kenara bırakıp İslam bizlerden ne istiyorsa onun gereklerini yerine getirmemiz lazım. İslam Ülkeleri bırak kafir ile savaşmayı birbirlerine kin duyuyor birbirleri ile savaşıyor yok sen Sünni'sin yok öbürü Şafiymiş... Biz savaşıyoruz onlarda kahkahalar ile bizlere gülüyor sadece. Ağıtlar Türkçe Kürtçe, Arapça, kahkahalar zafer naraları İngilizce Almanca Fransızca... Allah akıl fikir versin önce Müslümanlara ve Müslüman Ülkelerin başında ki yöneticilerine... Kutlarım güzel bir yazıydı...