- 169 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
SÜRPRİZ
Bir köy evinde büyümüşüm yedi yıl önce. Evimiz; boyasız, iki katlı köhne bir yer. Şehirden de epey uzak. Akraba ve komşu ilişkilerimiz oldukça kuvvetliydi. Evlerimiz de iç içeydi zaten. En eski ev, köy sakinlerinin en yaşlısı olan Hafize nineye aitti. O evin önünden geçerken her zaman korkardım. Duvarlarda kullanılan malzeme en ufak seste bile un ufak olup ayaklar altına ezilirdi. Üstelik ev eski olmasına karşın iki değil çok daha fazla kata sahipti. Üç belki dört katlıydı. Açıkçası kat sayısını hesaplamaya asla yeltenememiştim. Önüne her varışımda; görünmez bir güç beni inanılmaz korkuturdu. Evin çok katlı oluşu, sürekli ufalanan dış yapısı beni kendine çekmeye çalışan; sivri, uzun ve keskin dişleriyle zarar vermeye meyilli bir kaplan gibiydi. Bu evde yaşamak şöyle dursun, önünden geçmeye bile cesaret edemezdi insan. Hafize ninenin burada yaşıyor olması biz çocukları olduğu gibi yetişkinleri de hayrete düşürmüştü. Tüm köy halkı onu bu evden çıkarmak için uğraştı yıllarca. O ise asla bu kararından vazgeçmemişti. Evdeki anlar ve hatıralar onu bu kasvetli evde korkutmuyor, kalkan gibi sarıp sarmalıyordu belki de.
Biz dört kardeşiz. En küçükleri benim. Benden öncekiler sokaklarda çok oyun oynamış. Tabi ben o döneme denk gelemedim. Boyanın dökülmekten briketlerinin sayıldığı bir evdi bizimkisi. Eşyalarımız da bir o kadar eski püskü. Komşulardan alınanlarla, babamın çalışması sonucu eve gelen üç beş kuruşla ne yapılabilirse işte. Her evde olan eşyaların bir kısmı bizde hiç olmadı. Zaten çevremizde görüpte özeneceğimiz ve anne babamıza ‘illa alın’ diye tutturduğumuz bir gün bile olmadı. Görseydik alamadığımız için üzülür müydük onu da bilmiyorum. Ellerimizde; kaşı gözü silinmiş, bebeklerimiz bizi mutlu ediyordu. Ben en çok oyuncağı olan çocuk olmuştum. Zamanında ellerinden düşürmediği bebekler bir süre sonra benim bebeklerim olmuştu. Hepsinin yeri bende ayrıydı. Dilediğim zaman, elime ne gelirse onunla oynardım. Köyümüzde pek çocuk yoktu. Bebeklerimle kurduğum bağ en çok da bu yüzdendi.
Köydeki çocuklar ya benden küçük ya da büyük olurdu. Küçükler; kundakta ağızında emzik, büyükler ise tarlalarda çalışmaya başlayan işçilere dönüşmüştü. Burada çalışmanın yaşı yok. Yürüyen, konuşan ve belli başlı ihtiyaçlarını karşılayan herkes artık işçi sayılırdı. Kardeşlerimde bizim tarlamızda başladılar çalışmaya. Bende bu arada biraz daha büyüdüm tabi. Onların ne yaptığını anlayama samda ‘çalışıyor’ olduklarını fark ediyordum. Bazen yağmurda, bazense sıcak esintinin etkisi ile her yeri kavuran Ağustos ayında durmadan çalışırlardı. Bu kadar çok çalışmak için bir sebep bulamıyordum kendimce. Sadece kardeşlerim değil, annem ve babamda çalışırdı. Hepsi çok yorulurdu. Annemin sabahki şen şakrak konuşması yerini akşamları yorgun cümlelere bırakırdı. Babamda da yorgunluk; gözlere ve kelimelere dökülürdü. Kardeşlerimin enerjisiyse hiç bitmezdi. Eve vardığımda sanki çalışan biz değilmişiz gibi akşam karanlık çökene kadar birde tarlada koştururduk. Evimizin hemen karşısında; köyü tamamen görünür kılan bir tepelik vardı. Biz en çok oraya giderdik. Çünkü evlerin sıra sıra dizilişi bizde haklı bir zaferi kazancıyla gelen mutluluk gibi gelirdi. Tepelik, taşlı bir yerdi. Birkaç kez yeni yerler keşfetmek için geldiğimizde burada top koşturmayı denedik. Ne yazık ki top oynamak için uygun bir yer değildi. Yürürken bile adımını iyi atmanı gerektiren bu arazide top oynama fikri pek de akıllıca değildi zaten. En azından denemiştik. Kışın yavaş yavaş uzaklaştığı, yerini ilkbaharın açtığı çiçeklerle süslediği bu tepede en çok papatya toplardık. Hatta kardeşlerimi ikna edip yarış bile yapmıştık. Onların benim bu teklifimi geri çevireceklerini düşünürken bana gülüp tabi demişlerdi. Yarış yapacağımız gün, herkes kendisinden oldukça emindi. Bende kendime çok güveniyordum tabi ki. Ufacık boyum hepsini yenmemde bana yardımcı olmuştu. Sonuç: kazanan ben oldum. Benim bu yarışmadaki başarımı kutlayacaklarını söylediler. Sürprizi çok merak ediyordum.
İlk defa hediye alacaktım. Her gün yanlarına geldiğimde acaba aldılar mı? Diye hep kontrol ediyordum.
Bu şekilde günler günleri kovalarken ben hediye alacağımı bile unutmuştum. O güne kadar kimseden de ses çıkmadığı için unuttuklarını düşünüp kalbim kırılarak bu konuyu kapatmıştım. Bu konuyu kapattıktan yaklaşık üç gün sonra her zamanki rutinimiz olan tepeye gittik. O gün ben önce gitmiştim, kardeşlerim de benden sonra geldi. Fakat, bu sefer yanlarında bir kişi ile beraber gelmişlerdi. Ben kim olduğunu anlayamadan abim bir telefon çıkarmıştı işlemeli ceketinden. Telefon? Bu o gelen kişinin olmalıydı. Bizde böyle bir telefon olması imkânsızdı. Neden beni çekeceklerini de çözememiştim. Beraber çekilseydik belki bir anı kalırdı diye düşünürken tahminler belirmişti zihnimde. Belki de sürpriz, o sürprizdir.
Henüz tuşlu bir telefon dahi görmeyen bizler çok şaşırmıştık. Hiç fotoğraf çektirmemiş, yedi yaşında bir kız çocuğu olan ben; saçımın başımın nasıl olduğu aklıma bile gelmeden hemen ellerimi cebime atmıştım bu fotoğrafta. Üzerimde; uzun kollu mor-siyah çizgili badi, altımda ise beyaz eşofman altı. O gün, hayatımdaki en mutlu günlerden biriydi.
Kitaplığımda köşeye itilip, sıkıştırılmış kitap arasında bulduğum; ayraç olarak kullanılan bir fotoğraftı bu. Tek bir fotoğraf beni en küçüklüğüme götürmeye yetti. Onu alıp en güzel yere, başköşeme koydum. Ve ona her baktığımda beni yeniden o günlere götüreceğinden emin şekilde.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.