Üşüme
ÜŞÜME!
Akşamın camlarını kırar bazen gece, kardan kanatlarıyla erkenden çöküverir bir mart akşamına ve bembeyaz bir gece olur vakitsizce.
Yaşlı yüzündeki keskin ah izleri kadar derin çizgileri, ne kadar zaman ve ne kadar az insan olan ne kadar çok insandan kalmıştı acaba? İnsanların hikayeleri ağırlığında olmalı yorgunluğu, dizleri üzerinde devrildi devrilecek ayakları kaç defa kırılmış ve kimler sarmıştı kim bilir… Sol ayağında bağlı duran kırmızı fular kimindi ki? Onu, bu görmemden önceki son görüşüm Sedat’ın öldüğü geceydi. Sedat öldüğü için mi bu banktan düşmüştü, düştüğü için mi ölmüştü? Sezai’ye sormuştum elbette ki sessiz harflerle, o da bilmiyordu, Sezai zaten ne bilebilirdi ki mahallenin delisi işte! Kar, kefen gibi sarıyordu bankın yaşlı yüzünü; ölüm beyazının kapatamayacağı bir yüz mü vardı sanki. Nedense bu bankı gömsünler istiyordum, alıp o parktan toprakla bir etsinler istiyordum. Onu görmek için değil de gittiğimde onu orada görmemek için arada bir gidip bakıyordum. Yok, gitmiyordu oradaydı işte, bu akşam da buradaydı bütün meymenetsizliği ile…Geceleri evdekilere çaktırmadan duvardan atlayıp mahallenin sokaklarını ve o hiç sevmediğim parkı adımlıyordum. Sokakların birbirine, mahalle bakkalına, çeşmenin mezarlığa uzaklığını adımları sayarak güya mesafeyi ölçüyor, bu hiçbir işime yaramayacak matematiksel verilerle galiba can sıkıntısından uğraşıyor ve sanırım kendimle arkadaşlık ediyordum. 80 adım yok canım 93 adım gibi tartışmalarla kendimle kavgam büyüdüğünde ise hadi yeniden baştan sayıyordum ki saatin gecenin üçüne yakın olduğunu içimdeki alarm haber verdi, cız sesi ile! Gecenin tüm vakitlerini saate bakmadan tanıyacak kadar yakındım kendisi ile yaklaşık dört yıldır. Geceyi bir gece olsun yalnız bırakmamıştım…
Üşümek çok ilginç bir duyumsama gelmiştir hep bana, üşüdükçe insan sanki kendi içine sarılır ki hele bir de üzerine çekebildiğin bir battaniye varsa iki kat sarılırsın kendine. Battaniyenin altına şu köşeyi dönüp düşe- kalka ulaşmaya çalışırken, ahımsı bir hırıltı duydum, karlı geceden soğuk bir hırıltı. Sezai’nin evi desem ev de değil ki! Sezai’nin ailesi iki katlı evlerinin sokağa zemin bodrumsu ve kapısız, daha çok köpek kulübesini andıran, ancak barınak denilebilecek ve onu tuttukları mı attıkları belirsiz o izbeden geliyordu ses. Üşüyordu, o kulağıma gelen ses üşüyordu. Küçüktüm ama üşüyen bir insan sesini anlamayacak kadar çocuk değildim… Yaşadığım eve vardım hızlı adımlarla, okul çantamı boşalttım. Karanlıkta ışıkta olduğundan daha iyi görüyordum ve nedenini hâlâ bilmiyorum. Evde yılan gibi kimseye sezdirmeden hareket etme yetimi gündüzleri bile varlığıma tahammülleri olmayanlar sayesinde oldukça geliştirmiştim. Çaktırmadan var olmak bunun adı... Çıra, kibrit ve odunla doldurduğum çantayı karanlıkta, Sezai’nin inleyen nefesinin geldiği yöne doğru barınağına fırlattım ve koşarak uzaklaştım. Battaniyeme sarıldım ve her gece olduğu gibi birkaç saat sonra okula gidecek olduğum için uyumak istedikçe uyuyamıyordum ki siren sesleri, çığlıklar, koşuşmaların yüksek sesi kadar olmasa da babaannem bağırıyordu ‘‘mahalle yanıyor!..’’ Sezai! Yalınayak, yuvarlanırcasına koştum evden Sezai’nin barınağı ile 671 adım olan mesafeyi. Ambulanslar, itfaiyecilerle doluydu sokak ve bütün mahalle panik içindeydi. Evleri uzak olanlar evin yanışını film izler gibi sakince izliyor, yakın olanların kimileri de evlerinden bazı eşyalarını kurtarmaya çalışıyorlardı. İnsan kalabalığını yarıp ambulansa kimin konulduğunu görmeye çalışıyordum, kaç kişiyi ısırarak geçtim bilmiyorum, gözüm dönmüştü! Ambulansa ulaştım ve zıpladım, hopladım camdan içeriyi göremediğim o saniyeler de sanki üzerime yüzyıllar devriliyordu. Çabamı gören bir görevli ambulansın kapısını açtı, Sezai sedyede yatıyordu. Ağlamayı bilmeyen ben yutkunamadım, nefesim göğüs kafesime sıkıştı, dilim boğazıma kaçtı sanki ve ölmüş mü diye soramadım. Konuşamıyordum ama Sezai benim sessiz harflerimi yine duydu, başını kaldırıp bana baktı. Kolları ve yüzü yanmıştı, isli gözlerinde donmuş yaşlarla gülümsedi… Sezai’yi ilk defa gülerken gördüm, o da beni. Kimse görmedi gülümsememizi ve kimse sormadı “insan neden o kadar üşür?’’ Tıpkı; Sedat’ın banktan düştüğü için mi öldüğünü, öldüğü için mi düştüğünü sormadıkları gibi…
Zaten Sedat’a hiç kimse o bankta neden yattığını da sormamış olmalı…
Yanarken gördüm bankı bir gece, Sezai’yi de…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.