- 181 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
UTANÇ
1972-73’lü yıllar, ülkede siyasetin de şiddetlendiği günlerdi. Sömürü düzenine en yoğun ve etkili gençlik hareketleri o yıllarda başlamıştı. Yıllar sonra ilk kez, sol bir parti seçim kazandı ve Bülent Ecevit CHP-MSP koalisyon hükümetinin başbakanı oldu. Benim sabıka kaydımın silinmesine, sicilimin temizlenmesine sebep olacak şekilde 15 Mayıs 1974’te genel af ilân edildi. 20 Temmuz 1974’te Rumların karıştırıp katliam girişimi sonrası, Kıbrıs Barış Harekâtı başlatıldı. Bu harekat sonrası ABD, ülkemize ambargo koydu. Petrol ve daha bir çok yaşamsal ürünlere, malzemelere erişim zorlanmaya başladı. Köylerde seyyar sinemacılık kalkmış, herkes bir köyün sinemacısı olmuştu. Biz de artık sadece Kurtköy’deki kahvemizde, her gün film gösteriyorduk.
Murat-124 otomobilleri o yıllarda gençlerin hayaliydi. Tam yeni yetişme bir genç olarak ben de bu hevese katıldım. Babama anlattığımda, bana anlayış gösterdi ve para biriktirmeye başladık. Hatırladığım kadarıyla doksan bin lira civarındaydı. Biz, bir miktar peşinat biriktirip, taksitle alabilmenin hayalini kuruyorduk. Bir süre sonra beş bin liramız olmuştu. Kahvede konuşulunca, çok kişinin haberi oluyordu bu hevesimden.
Yakacık’tan gelme olarak bilinen Bahattin ağabey diye bir adam ; babamdan yaşça biraz ufak, ilgilenmiş bu olayla. Bir gün kahvedeyken babam, beni çağırıp kapımızın önündeki bir arabanın yanına götürdü. Bahattin ağabey ve tanımadığımız bir adam da yanımızdaydı. O arabanın sahibi olacak. Babam, bana arabayı gösterip ;
- Sana ancak böyle bir araba almaya gücüm yetiyor. Bak, gör ; beğenirsen alalım, dedi. Oldukça eski, değişik model bir arabaydı.
- Olur, peki, deyiverdim. Hep birlikte, kahvemizin bitişiğinde, bir süre önce açılan emlâk ofisine gittik. Beş bin lira peşinatı emlâkçıya verip, yirmi tane de bin liralık senet imzaladım. Beş bin lira peşin, tamamı yirmi beş bin liraydı arabanın fiyatı. Adam, araba karşılığında parsel alıyordu ; biz o yüzden ödemeyi de senetleri de emlâkçıya veriyorduk.
51 Model Opel. Ortada ne ruhsat var, ne de satış sözleşmesi. Aldık mı aldık ! Üstelik, benim şoförlüğüm değil, direksiyon koltuğuna oturmuşluğum bile yok. Direksiyondan, üç ileri, bir geri, dört vitesli araba. Sadece tarif üzerine direksiyona geçip, öğrenmeye çalıştım. Kısa sürede, üç arkadaşımla birlikte, gezmeye çıktığımızda kaza yaptım. Yolun üzerinde, bir kaç defa yan takla attım. Alman malı Opel, kaportası çok sağlam olduğu için, canımızı kurtardık hepimiz. Epeyce masraf edip tamir ettirdik. Tamirciler, arabanın öncesinden ağır hasar almış olduğunu, şasesinin yamuk olduğunu söylediler. Aldığımız adamı bulup durumu anlattık. Araba onun üzerine değilmiş, sahibini de bulup üzerimize satış veremeyince, kavga- gürültü geri almaya zorladık. Sonuçta, arabayı geri verip arsayı ben aldım. Tapusunu da hemen verdiler.
Konyalı’ nın eski bir evinin olduğunu, o günlerde boşaldığını öğrenip talip olduk ve kiraladık. İki katlı, iki yanlıklı olan bu ahşap ev, eski evimizden oldukça iyiydi. Elektrik ve su vardı. Barajdan değil de Aydos dağından gelen su, evlere verilmişti bir süre önce. İlk berber dükkanı, Remzi ağabeyin bir süre önce yaptığı fırının bitişiğindeki dükkânlardan birinde açılmıştı. Berber Apo, önceleri ayrıldığı eşiyle o günlerde barışmış, şimdi eşi ve oğluyla , bu yeni evimizin diğer yanında oturuyordu. Yine aynı dükkânlardan birini, arkadaşım Süleyman Erdem, terzi dükkanı olarak açmış, birinde camcı, birinde de kundura tamircisi vardı. Fırın ve bu dükkânlar Kurtköy’ün ilkleriydi.
Kurtköy’de, Mustafa Kartal isimli, sakallı, kalpaklı, iri yapılı ama düşkün görünümlü biri belirdi. Köyün dışındaki bir ağılda, tek başına, zor koşullarda , galiba kaçak olarak yaşıyordu. Eğitimli bir görünümü, biraz da esrarengiz bir havası vardı. Bizim kahveye de gelmeye başlayınca, kısa sürede dost olduk. Koyu bir Milliyetçi- Ülkücüydü. Aynı zamanda, koyu bir de şarap içiciydi. Köyde, bulduğu her türlü amelelik işleri yapıyor, ayakkabı tamirinden de anlıyordu. İnşaat, boya, kazı, yıkım.. anlamadığı pek iş yok gibiydi. Şiirleri vardı hatta Tarih denemeleri bile vardı. Bunları bana göstermekten çekinmiyordu. Benim de millî duygularımın yoğun olduğunun farkındaydı.
Yine trafo patladı Kurtköy’de ; bir ay elektrikler gelmeyecek. Bu defa, hem ev kirası hem de emlâkçıya ayda bin lira taksit var. Bir şeyler yapmam gerekiyor. Bir yıl önce, yine uzun bir elektrik kesintisinde, köyün dışındaki bir tuz fabrikasında işe başlamış, elektrikler gelince bırakmıştım. Firma sahibi Erdinç bey, nasıl bir adammış ki ; beni ilk günden sigortalı yapmış ve primimi ödemiş. Şimdi, tekrar oraya gitmeye yüzüm yok. Kartal Mustafa’nın teklifi ile, götürü aldığı bir inşaat işinde beraber çalışmaya başladım. Köyün dışında, Doğu’ lu bir inşaat kalfasının inşaatıydı. Genellikle de geceleri çalışıyorduk. Yanımızda Mehmet ve Basri Köroğlu kardeşler de var. Gırgır, şamata çalışmaya başladık. Ben oldukça zorlanıyordum ama idare ediyorlardı. Kalfanın, gözüme oldukça küçük görünen bir de kızı vardı. Gündüzleri çalıştığımızda bize, yemek ve çay ikram ediyordu. Gözüme oldukça da gariban görünen bu kıza alıcı gözüyle bakmaya başladım. Çok masum bir duruşu vardı. Sakin, ağır başlı, az biraz da güzel sayılırdı. Bana yeterdi böylesi. Neden olmasın ? deyip açıldım ilk kez bir kıza. Günler sonra karşılık verdi.
Bir süre sonra elektrikler gelince, ben yine sinemacılığa başladım. Bitişiğimizdeki bakkal dükkânına geldiğinde, evine kadar eşlik ettim bir kaç kez. Çok fazla konuşabildiğimizi hatırlamıyorum ama ciddiydik işte. Babam da durumu fark etmişti. Bir süre sonra, ne dükkâna gelir oldu ne de gözüme göründü. Benden saklanmaya başlamıştı sanki. Uzaktan gördüğümde, yanına gitmeye çalıştığımda, kaçmaya başladı benden. Günlerce uğraştım ama yaklaşamadım ve konuşamadım. Kaçmasının sebebini anlayamadım. Herhalde, diğerleri gibi, sefaletimin farkına varıp, kendine yakıştıramadı deyip, umudumu kestim.
Televizyonlar çıktı. Önce kahvelere alındı. Biz bir süre alamadık. Remzi ağabeyin fırınını işleten bir Rizeli adam, babama bozuk atıyor bir gün :
- Ula İncirli ! Sen ne diye televizyon almıyorsun kahveye ?
- Ver iki bin lira da alayım ! diye cevap veriyor babam. Adam, o anda cebinden çıkarıp eline sayıyor babamın iki bin lirayı. Ertesi gün Kartal’daki bir mağazaya, Nuri ağabeyin tavsiye mektubu ile gidip, AEG siyah beyaz bir televizyon aldık. İki bin lira peşin, ayda beş yüz ; tamamı dokuz bin lira. Önceleri, kahvenin film yansıttığımız duvarının önündeki masanın üzerine sandalye koyarak oturttuğumuz televizyonu, haberler bitince kapatıp sinemaya başlıyoruz. Kısa süre sonra, duvara sabitlenen bir profil çerçeve içine yerleştirdik.
Televizyon, hem bizi hem de Yeşilçam’ı zorlamaya başladı. İnsanlar evlerine de televizyon aldılar. Bizim filmler, önceleri sadece siyah- beyazdı. İlk olarak Köyden İndim Şehre filmiyle başlayan renkli olayı devam edip, bütün filmler renkli olunca, biraz toparladık. Sonraları televizyon da renkli olunca, iş yine değişti. Yeşilçam’ın köklü firmaları daha az film yapmaya, hatta yapmamaya başladılar. Çoğu da batış yaşadı. Çin karate filmleri, basit firmaların yaptığı açık saçık filmler boy göstermeye başladı. Artık, mesleğimiz utanç vesilesi olmaya başlamıştı. Bende de oyunculuk hevesi son buldu. Bazı filmler de siyaset işlemeye başladı. Yılmaz Güney filmleri genellikle siyasi mesajlar veriyordu.
Film almaktan geldiğim bir gün, minibüsten indiğimde, kahvemizin karşısında, kalabalık bir kavga gördüm. Yaklaşınca, benden sürekli kaçan o kızın babası, inşaat kalfasının , köyde oldukça kalabalık bir hal alan Karadenizliler tarafından dövüldüğünü anlayınca, müdahale etmek, ayırmak istedim. Fakat, konuyu anladığımda şok oldum.
- Kazayla oldu diyor p...k ! Ulan insan öz kızına bunu yapar mı be ! diye bağırıyordu bir tanesi.
Olay akla zarar, insanlık adına utanç vericiydi. O adam, o kızı, kendi öz evlâdını kirletip hamile bırakmıştı !
Fikret TEZEL