- 174 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
"His Kumbarası"
“Her şeyin bizim içindi, biz ise hiç kimsenin…”
Gözlerimi açtığımda hâlâ rüyamın etkisindeyim. Rüyada lavabo önündeyim. Ağır hareketlerle kamera yukarı doğru ilerliyormuş gibi ve boynumdan başlamak üzere yüzümün kıvrımlarını kayıt altına alıyor. Gözlerimle denk gelince sakalımı, bıyığımı, burnumun içindeki kıllarımı, kaşlarımı ve saçımı görüyorum. Kaşlarım ve dökülmeye yüz tutan saçlarım yerli yerinde ancak burnumun içindeki kıllar sakallarımın aşağısına doğru uzanmış. Çekiyorum, çektikçe kıl geliyor. Bir yumuk oluşuncaya kadar çekiyorum ancak sonsuz bir döngü gibi bu sahne ilerliyor. Bıyığım tüm çenemi kaplamış gibi ve tüm olanlar sakallarımın da gölgesinde; bir son diliyorum ve apansız bu dileğim gerçekleşiyor. Gözlerimi açtığımda odanın içerisindeki ağır mentol, kafur, okaliptüs ve terebentin yağlarının kokusunu alıyorum. Uyumadan önce vicks parmaklarımın arasındaydı. Parmaklarıma, kollarıma, burnuma, boynuma, gözkapaklarımın altına, alnıma; tüm bu sayabildiğim yerlere vicks sürmüştüm. Bazı geceler kollarımın ağrısından duramıyorum. Sebeplerini bilmeme rağmen, en geçerli sebebi çıkığın, dikişlerin olduğuna kanaat getiriyorum. Bir budala, bir Oblomov daha ne kadar atıl şekilde yatağında durabilirdi ki?
Dün bu odayı tahminen yüzde seksen haliyle temizlemiş olabilirim. Uzun süredir evi temizlediğim söylenemez ancak son bir haftadır bir şeyler deniyorum. Önceliğimi perdelere verdim. Perdelerle beraber köşe bucak tozları aldım. Bir zamanlar çok sevdiğim balkonu yıkamaya karar verdim. Odanın penceresi balkona baktığı için dış tarafını silmek yerine yıkıyorum. Kahverengi-gri arası renkte su balkona doluşurken, bir süre sonra balkonda ufak çaplı gölet oluşturduğumu fark ettim. Tozdan, pislikten dolayı balkonun gideri kapanmıştı. Kalın, bombeli ve defalarca incinmiş parmaklardan birini giderin deliğine sokup çıkarsam da, tıkanıklığa sebep yere ulaşamıyordum. Evde çekmecelerden birinde işe yarar bir şey olmalıydı ancak istediğim şeyi kitaplıkta duran boş turşu şişesinde buldum. Şişenin içerisinde bükülmeye namzet anten parçasını görmemle mutlu olurken, ellerimin arasında anten parçasını büküyordum. İstediğim şekle ulaşınca giderle buluşacağı an çok yakındı. Gidere üçüncü sokup çıkarışım sonucunda, bahçedeki sesi duydum. Köpüklü su toprağın üzerine dökülürken canım sıkılıyordu. “Şu balkon giderlerine ait boruyu neden kanalizasyona bağlamadılar” diye söyleniyordum. Arzum sonuç verse de köpüklü suyun toprağın üzerinde ilerleyişini görmem arasında tereddüt yaşıyordum. Sırf bu yüzden balkonu uzun zamandır yıkamıyor olamazdım ancak yine de canımın sıkıntısı karşısında huysuz bir kedi gibi bakınıyordum. Balkonu sabunsuz, deterjansız yıkayabilirdim. Böyle olabilmesi için güvercinlerin, kargaların, kumruların ve martıların olmaması gerekiyor. Hayır, kuşların varlığına inanıyorum; tıpkı Tanrı’nın varoluşunu iliklerimde hissediyor gibi inanıyorum. Eğer beş dakikada olsa kendileriyle görüşme imkanım olsaydı, göçmen kuşlar içinde balkonda yuva yapabilirdim. Pencereden baktığımda küçük sumrular, bülbüller, poyrazkuşları, uzunbacaklar, cılıbıtlar, düdükçünüleri, gümüş martıları veyahut yırtıcı bir baykuş görünce nasıl da mutlu olurdum! Lagüne yakın bir yerde yaşıyorum. Sahi, bir ara lagüne çok yakın bir sahilde Ayşe ile beraber oturup biçimsizce şarkılar okumuştuk. Yakınımızda kimsecikler yoktu. Bir yandan köprüye bakıyor, bir yandan da kirli denizin dibinde şarkıyı daha iyi nasıl söyleyebiliriz diye tempo tutuyorduk.
Her şey ölmeye namzet ve ölünce sinekleri başımızdan savamıyoruz. Seviyorum ölümün muhteşem adaletini. Yaşarken burnundan kıl aldırmayan, kibir dolu bakışlarla tatsız hayatını sürdürenlerin bile kurtulamayacağı bir dengeden bahsediyorum. Babam kanserle mücadele verirken her defasında ölümü anımsatıyordu. Geceleri hastanede yanında uzanırken inleyişini dinliyordum. Bir yandan hayat dolu hissediyordum. Kanserle verdiği mücadeleyi atlatacak, vücudu fazlasıyla deforme olsa da, babam yaşayacaktı. İlk defa birini bu kadar güzel sevmiştim. Ona inanıyordum. Birkaç gün geçecek, onun yanına gidecek, ellerinden tutup öpecek ve kokusunu içime çekerek sarılacaktım. Babam ölmeyecekti. O da öyle söylüyordu; “iyi olacak, buna inan, inşallah çok iyi olacak!” Yaşamı benim gibi anlayıp, yaşayanlar adına küçük şeylerin önemi daha tutarlı ve hayatında asla bırakamayacağı dayanaklar olarak yerleşirken, insanın terk edilmesi karşısında duyabileceği acıyı hiç bilmiyordum. Bunu aslında bir zamanlar benimle güzel arkadaşlıklar kuran “ince” insanlar kısmı olarak yaşatmış olsalar da, bu bir başkaydı! Elbette “her şey bizim için” klişe değil, hayatın gerçeği olarak yutkunarak da olsa içiyor, tecrübe etmeye devam ediyorduk. Kırk tas su ile arınmak adına yıkanmaktan farksızdı geçen günler. Ne yağmur yağıyordu ne de gözlerimi artık siliyordum! Fakat yas süreci açık yaradan, izleri belli bir yaraya dönüştürürken acıyı, anlamın bile peşinde olmadığım dakikaları yaşamaya başlamıştım. Neden, niçin, niye, nasıl gibi soruların önemsizliğini fark etmemle beraber, tıpkı kolumdaki derin iz gibi bir ömür hissedeceğim yaraya dönüşen aşk geçidine perdeleri kornişten çekiyordum. Ev benim gibi eskiyor. Kornişlere matkap bulup yeni vidalar takacağım günden beri bir şey değişmedi. Kendi çabamla yaptığım yamadan beri korniş hâlâ eskisi gibi duruyor. Güneşliğin kumaşı iyice yıpranmış halde ama tül perde yıkandıktan sonra kendine gelmiş, bir kız çocuğu heyecanıyla pileli eteğiyle pencere karşısında duruyor. Bir perdeden dahi dram çıkarmaz insan ya; dayanamıyorum bazen ve huyum kurusun ki yeni acılar hissedebiliyorum/ eskiden hâlâ koparamadığım!
Gözyaşlarıyla geçen günler sonrası Ankara’da bulunduğum üç günde mutsuzdum. Üçüncü günün akşamında onun ikiziyle beraberdik. Yüzüne baktığımda aynı oydu! Onu görüyordum. Yüzüyle kalsaydı yeriydi; üzerindeki kıyafet seçimi, sürdüğü koku, saçları, mimikleri, konuşması, konulara verdiği tepkiler vesaire her biri aynıydı. Ayşe başta “ne işin var onun yanında, ikiziyle konuşup neyi amaçlıyorsun” demişti. Ancak en son yanından ayrılmadan önce “görüş bakalım, istediğin cevapları alabilecek misin” diye de eklemişti. Ayşe ne kadar değiştim dese de, değişmeyen en büyük özelliği doğuştan onunla gelen, benim hâlâ anlamlar peşinde koşarken fark edip sevdiğim yanı olan derinliğiydi. Bu derinliği kimi zaman karanlık olarak betimlerim, kimi zamanda ölüm sevgisi olarak. Yaşamı haddinden fazla arzulayanlarda gözüken bir tür zıtlık aurası… Kızılay’ın arka sokaklarında gece yarısına yakın bir saatte yürüyorduk. “Hiç buralara gelmedim” diyordu. Kolundan tutuyordum. Gereksiz bir şenlik üzerimdeydi. Kalbime dorsesini bırakıp gitmiş kardeşinin ağırlığı üzerimde, onunla da son kez böyle bir muhabbetin içerisinde olduğumu biliyordum. Neden böyle bir şey yapmıştım, buluşma teklifine neden “tamam” dediğimi bilmiyordum. Aklımı kurcalayan, ayrılığa ait hiçbir soruma cevap verilmeyecekti. İstenmeyen biriydim artık! Eğer kabul etseydim, iyi bir arkadaş olarak yanlarında tutabilecek kadar da tutarsız olacaklarını biliyordum. Böyle bir karaktersizliğe dönüşmek yerine, en büyük korkumla baş başa kalıp, nefes alamadan ölmeyi tercih ederdim. Sevdiği insana zarar vermeyen, el üstünde tutmaya çabalayan, her konuda araştırıp, yeni bir şeyler öğrenme peşinde olan kimliği delik deşik eden bir yas süreci gerekiyordu. Yas vaktinin başında ikiziyle beraber son bir tango gereksiz görülebilirdi ancak soğuk bir Ankara gecesi biz bu tangoyu yapıp, arabaya doğru dönerken üç saatlik vakit geçirmemizin ardından sevdiğime ait son canlı tanıdığı da kaybetmek üzereydim. Evinin önünde yarım saat daha konuşmuş, kafede otururken cümlelerim sonucu ağlayarak bana bakan gözlerden geriye son yarım saatte sığ ancak net bir bakış görülüyordu. Bir başkası için üzülmeye bile değmeyecek şeyleri yaşarken, ruhumun ıstırabını anlatmaya mecalim kalmamış gibi hissediyordum. Benim gibi biriyle hayatlarında bir daha tanışma fırsatları dahi olmayacaktı! İki sene boyunca hayatlarının bir köşesinde bulunmuş bir misafir olarak beni görmeleri karşısında değersizlik hissiyle yanıp tutuşmanın bile bir manası olabilirdi. Bu anlamın peşinde yalnızca gölgemi görüyordum. Sonuçta hâlâ inandığım meseleler vardı.
Terk etmeyi beceremedim hiç ancak her defasında güzel terk edildim. Kimi zaman küfürler, beddualar göğe yükseldi. Ancak her terk ediliş sonrası aldığım yaraları biriktirip, anlamı bir his kumbarasına dönüştürdüm. Kadere türlü perspektifler çizenler oldu. Her düş, düştüğü yerde bir fikir muamması oluşturmayı becerirken, hiçliğin örtüsüyle ısındığım yalnız gecelerimde “her şey bir hiç uğruna” diye mırıldanırken, annemin soğuk tenindeki sıcaklığı arıyordum. Anne olamazdım ancak hiçbir nesneye baba hayali kurduramamıştım. Ölümün çiğ kokusu sarıyordu bazı geceler odamı. Yeni yıkanmış, tertemiz perdelerle dolu büyük odadan, daha küçük yatağımın olduğu odaya geçerken bu koku karşısında pencereyi uyumadan birkaç saat önce açıyor, kalorifer peteği sıcak olmasına rağmen odanın soğukluğu bir nebzede olsa içimi rahatlatıyordu. Geçen sene Hatay’da bulunduğum günler boyunca ölümün çiğ kokusuyla caddelerde, sokaklarda dolanmış, kötü yıkımın gerçekleşmiş kâbusuyla beraberdim. Onlarca arkadaşını, akrabasını çamurdan toprağa elleriyle gömmüş Ali’yle geçen günkü telefon konuşmamızı hatırladım. “Abi, neredesin?” Sesim titriyordu. Yalan olsaydı ya keşke! Hüzünlü bir ses tonu “bilet aldım kardeşim, Maraş’a gideceğim sekiz otobüsüyle.” Nereden başlayabilirdim ki ya da nasıl ifade edilir böyle şeyler? “Abi… Nasıl olmuş, nasıl ölmüş?” Ağlıyordu. Ağlamak bulaşıcı mıydı acaba? Oysa ben arabada sevdiğim insana “gitme” diye ağlarken hiç ağlamıyordu! İçinde birkaç gün içerisinde her şeyi nasıl da bitirmişti. Karşısındaki insanın onu köpek gibi sevdiğini bilmesine, gururunu hiçe sayıp gözleri çeşme gibi ağlarken “gitme” deyişi karşısında hissiz bir put gibi duruşunu anımsıyorum da, tiksiniyorum. “Bugün beni Fatma abla aradı. Telefonu meşgule atmıştım. Yine arayınca niye arıyor diye merak edip açtım. Bu Fatma abla her gün annemin kaldığı konteynere gidip, ziyaret ederdi. Annemin kapısını çalmış ses yok. Sonra polisi arıyor. Doktor filan geliyor. Bakıyorlar ki, gece ölmüş yüksek ihtimalle. Beni de onun için ısrarla aramış.” Ağlıyordum. Kelimelerin canı cehenneme, yaş aldıkça, bir çocuğum dahi olmasa ağlamaya çok alışır oldum. “Ah abim” diyordum, sesim titriyordu. Yakın bir yer olsaydı onu ben götürürdüm kendi ellerimle. 73-74 yaşında, geçen sene depremden sağ kurtulmuş bir kadın hastalıktan ölüyordu. Oysa iki hafta önce Ali’nin evindeydi. Yanında kalsın annen diyordum. “Canı sıkılıyor burada kardeşim, orada en azından bildiği insanlar var” diyordu. Eskilerin sevmediğim deyimini anımsıyordum. Toprak çekiyor insanı; var olduğu, yaşamının çoğunu yaşadığı memleketinden uzaklara gitmek insanlara zulüm gibi geliyordu. Beni de bir gün İzmir çeker mi peki yakınına?
Macar yönetmen Béla Tarr’ın Torino Atı filmini anımsatan bir gün geçirdim. Tarr’ın neden yeni filmler çekmediği üzerine saatlerce oturup tartışabilirim ancak basit bağlantılar kurmanın yeterli olacağı günler yaşıyoruz. İddia etmeksizin, en duru haliyle saf bir yitiş var ettiğimiz modern dünya kurmacasında, neden yok oluşu tekrar edelim ki? Zaten bu oluşun içerisinde heder olmuyor muyuz? Keder iliklerimize kadar işlemiş ve bizim için en geçerli yaşama sebebinin alışkanlık olduğu konusunda yeniden, hiç utanmadan atıf yapabiliyorken, bir başkasına ait defterin hesabını tutalım ki? Tarr’ın saflığa inancı Tarkovsky gibi değildir. Tarkovsky, Sovyet dinamiğinde metinlerin tüm temel taşları ardınca yağan bir yağmurda arınmaya inanır. Dirliğin dağıldığı, insanların birey vasfıyla çürüdüğü ve hatta yandığı bir coğrafyada Tanrı’ya sesini duyurmaya çalışan insan arayışında bir sanattan bahsediyorum. Kimi zaman -ellerimi açabildiğim zamanlardan bahsetmiyorum- Onunla konuşuyorum. Bir inanç prototipi ortaya koymadan, en düzeyli ve kelimeleri sınırlamadan Tanrı ile konuştuğum oluyor. Tarr için inançsızlığına ait paradigması üzerinde bir çamurlaşma metaforu mevcut olurken, Tarkovsky bizim gözümüze bunu defalarca filmlerinde arınış haliyle sunuveriyordu. Sanatı hâlâ değerli kılan yanın bu olduğunu düşünüyorum. Kanaatler var eden görsellik, fikir yolculuğuna insanları davet ediyor. Tefekkür meselesini inançlı insanların üst bir değer görmesi bu yönden etkili dayanaktır. Ancak bizim coğrafyamızda varlık, evrensel bir alışverişe geçişte sınırlı bir canlıya dönüşebiliyor. Bunun pek çok ilkel sebebi olabilir. Kimi basit zevke ait alışkanlarını modern bir kılıfa dönüştürürken, kimileri için de ilkelerini güncelleştirirken paranın gücü, makam sevdası, gösteriş budalalığı yeni bir elbise olarak üzerlerinde hazır bulunuyor. Yaşamı algılama biçimi ve uygulama noktasında artık sözel mücadelenin önemi olmadığını düşünüyorum. Hâlbuki bir zamanlar buna en saf halimle inanıyordum. Maddi bir mücadelenin zaten bitmiş olduğunu görebiliyordum. Şimdi akışın içerisinde var olmanın dayanılmaz zorluğunu kastederek yalnızca özel konuşmalara kulak kesiliyorum. O kadar sessiz ki; cevap vermiyor. Anlatıyorum, konuşmalarım gün geçtikçe anlamıyla beraber biçim olarak da güzelleşiyor! Bazen alışkanlıktan ötürü Arapça cümleler eklediğim oluyor ama genel olarak en saf haliyle, güzelliğine âşık olduğum Türkçe ile yapabilmekten keyif alıyorum. Yanılıyorsunuz; bir zamanlar dua olduğunu düşündüğüm ne varsa, monolog olarak kaldığı ve bu zaviyeden kurtulamayacak kadar düşkün olduğunu sanılan kelimelerin hepsi diyalekt bir çaba içerisinde görünmez bir senfoniye kavuşuyor.
Fatih ile beraber geçirdiğim günleri anımsadığım oluyor. Şimdi Avusturalya’da yeni bir hayat kurma çabasındayken, derinlerde yaşamına ait hafızası ilginç bir şekilde keyif aldığım anakronizme beni ulaştırıyor. Bilinçle yapmadığım, zihnin hayal dünyasına ait bu küçük oyunlar sonrasında bir başka türden yaşamın sayfalarını açabildiğimiz o sayfaların hiç olmadığını kabul etmek zorundayım. Yalnızca derin bir “hiç arzusuna” tekabül eden yaşamın temel taşları, her an sessiz bu dengeyi değiştirmek ve “yeni” sayılacak, formu değişmiş olana razı göstermek için hareket ettiğine inanabiliriz. Önem arz eden en büyük fark ediliş, yaşama nasıl olursa olsun devam edenlerin bir tür haysiyet saygısını canlı tutabilmesidir. Yavaş bir hareketle baskıladığım yuvarlak saplı çubuk, kahveyi en alt tabanda sıkıştırırken, filtreden yukarıda kalan su içerisindeki kahvenin rengine bakıyorum. Su, katı formu bozduğu an devinim var ediliyor. Altını görünür kılmak içinde su gerekiyor ancak hiçbir altın insanın ölü vücuduna yakışacak cinsten değer taşımıyor. Varoluşa ait hangi derin duyguya, tonlarca altın değer katabilir? İşte sorunun cevabını porselen bir bardağa dökülen suyun içerisindeki kahve parçacıkları veriyor: Haysiyet! Var olmanın akışını sürdürüyorum ancak önemsiyorum. Bu tutkuya ait olmaktan dolayı duygusuz görünebilirim ancak akış içerisinde saygı duyuyorum. Cansız kalışıma bile değer verilmesi karşısında, canlı bir kanıt olabiliyorum.
Her şeyin bizim eylemlerimiz sonucu var olduğunu gördüğümüz ancak hiçbir şeye tam anlamıyla sahip olamadan, yalnızca edilgen bir buyruk gibi izleyici kaldığımız dünyada bizi en çok etkileyen sahneler nerede bulunur? Yıkılmadan önce televizyonda mutlaka bir filmde denk geldiğimiz Dünya Ticaret Merkezi mi ruhumuzu kuşatacak cinsten etkiler bırakıyordu? Chicago’daki Sears Kulesi veyahut Burç Halife mi bizim içimizi en derinlerimize kadar etkileyecek izlenimleri var ediyor? Terkos Gölü civarından doğup, Haliç’e dökülen Kağıthane deresinin hülyalı eski fotoğrafları mı insanı daha derinden etkileyebilir yoksa İstanbul Sapphire’in elli dördüncü katından ilçeye bakmak mı daha etkili bir his bırakır? Ren Nehrine yakın, Baden-Württemberg eyaletinde bulunan “kara orman” içerisinde dolaşmak veyahut daha bakımsız kalmış olsa da, Antik Roma yolu üzerinde Gaius Julius tarafından iki bin yıl önce dağa yontularak yaptırılmış kartal ve kadın figürlerinin olduğu anıtı da ziyaret edip, sisli bir gün ağaçlar arasında Kemerdere Köprüsü’ne ulaşmak daha mistik bir gezinti değil midir? En modern hayat öğelerimizin kolaylaştırıcı fonksiyonlarının yanı sıra, bizi doğadan uzaklaştırıp, yalnızca körü körüne evlerimize hapsettirip, hiçliği daha modern yaşamımıza sebep oluşları karşısında ne yapıyoruz? Hiçbir şey değil mi? Hiçbir şey de yapacak halde değiliz. Belki de bu türden hiçliği kabullenmek, bir Béla Tarr filminde yaşamadan anlatımı kolaylaştırma adına daha rahatlatıcı geliyor. Bu illüzyon karşısında etkileniyoruz. Belki de siz bile, terk edilmeleri bu hislerin ardı sıra var edilmiş kanaatler içerisinde varsayım hanenize ekleyebilirsiniz. Ne değişebilir ki? Neyi değiştirebiliriz ki? Yalnızca bir makas, bir bıçak ile yüzümüzdeki fazlalıklardan kurtulabiliriz. Şeklimiz düzelebilir peki zihinlerimiz?
Kumbaramı kırdığım gün, hiçbir fazlalık beni rahatsız etmiyor. Fotoğraflara bakmıyorum. Var olması gerektiği gibi sükût orucuna çoktan girdiğimi biliyorum. Hata yok, kabulleniş de yok! Yalnızca usun bile dudaklar gibi, parmaklar gibi susmayı tercih edebileceği noktaya gelişini takip ediyorum. Yorgun bir izleyiciyim. Seçimlerin hiçbiri artık ne güzel olabilir ne de kötü! Kır çiçekleri yerinde, koparmadan en özel haliyle tasvir edilebilir. Hiçbir başın, hiçbir saçın süsü olamayacak kadar özel olduklarını görüyorum. Güveninin zedelendiğini düşünenlerin kaç kere güven yıktıklarını bilmedikleri dünyada izlerim mevcut. Ancak bir hakemin faul çizgisini belirtmek adına kutusundan sıktığı sprey gibi; biraz butan, izobutan ve propan taşıyorum. Çok geçmeden genişleyerek yayılıyor ve geride sadece su olarak kalıyorum. Metrelerce yakın olduğum yerden kilometrelerce uzakta bilinmek talihimizin ve tarihimizin “ahlar ve vahlar” taşıdığı vaktin çocuğu gibi. “Yotta” ve “yokto” arasında yalnızca sırtımız bulunuyor. Her birimiz için bu değer farklılığının ayrımı net. Formu değişse de, etkisini aynı kabulüyle yaşayacağımız hayatın yeni adımlarında, şimdiye ait ancak geçmişteymiş gibi algılanan “counterfactual” bağlamını düşünmeden de his kumbarasını yeniden tamir edemem. Bariz her yitimin doğası gereği, sarmal ve tutkulu bir repertuvarı olduğunu da biliyorum. Kibir sonrası sinek dansının olduğunu bilsem de, bu gerçekten kurtulmam, kurtulmamız mümkün değil.
Hisler adına yeniden bir kumbara hayal ediyorum. Belki de bu da bir kumpanyaya açık davettir. Kim bilir; nefesi kuvvetli olan cam hayal edebilir, dayanabilen ise kumdan bir ev! Su ve Güneş’in davetli olacağı ve yanılgılanamaz bir güzelliği anlam derinliğinde yaşatan!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.