- 170 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KAYBOLAN YILLARIM
Hastane çıkışı günlerim oldukça iyi gitmeye başladı. Özellikle yazın, hem iyi para kazanıp makinemin taksitlerimi ödedim, hem de kendime daha da iyi bakmaya başladım. Gittiğim köylerde, kahvelerde, sinema perdesine sarılıp yatmaya da son verdim. Bunda galiba, bana acıyıp, evlerine davet eden, bana yatak veren arkadaşlarımın payı oldu.
Yaz günlerinde, aynı köyde, özellikle Aydınlı’da, aynı akşamda birden fazla sinemacı olmaya da başladık. Böyle günlerde, herhalde, merhamet etkisiyle olacak, özellikle kadınlar, benim sinemamı tercih ediyorlardı. Gebze’nin köylerinde sünnet düğünlerinde, eğlence olarak sinemacı getirtip film göstermek geleneği oluştu. Ben de çoğu kez çağırıldım ve gittim.
Yaşım 15-16 olduğunda, gönül işleri de görünmeye başladı. Yaşadığım Kurtköy’de, özellikle yerlilerden, hiç bir kızın bana ilgi göstermesi söz konusu bile olamazdı. Halâ kahvede yatıp kalktığımız , bunun da sefalet belirtisi olduğu açıktı. Ne benim böyle bir cesaretim oldu, ne de gördüğüm böyle bir ilgi. Zaman zaman, köye misafirliğe gelen bazı kızlardan görür gibi olduğum ilgi, kısa sürede, sefaletim açığa çıktığında son buluyordu. Sinemacılık için gittiğim civar köylerde de, benzer olayları yaşıyordum. Her şey, sefaletim anlaşılıncaya kadardı. Bunlardan her biri, bende derin yaralar açılmasına sebep oluyordu. İster istemez, aşağılık kompleksi besleniyordu ruhumda.
Muhtar Remzi ağabeyin kiracısı Hidayet ağabey, sanırım sağlık nedeniyle, yıllardır işlettiği kahveyi bırakmak zorunda kalmış, Remzi ağabey de, komple bir tadilât yaparak, çok güzel bir duruma getirdiği kahveyi, yabancı birine kiraya vermişti. Kahve, gerçekten de kıskanılacak kadar güzel olmuştu. Ne var ki, yeni kiracı kahveyi kumarhane haline getirmiş. Kendisi yabancı olan yeni kiracı, tüm hemşerilerini kahveye çekmiş ve onlara kumar oynatmaya başlamış. Bu durumu fark eden Remzi ağabey, tepki gösterip kiracıyı kovmuş.
Kahvenin bitişiğinde bakkal dükkânı, kahvenin köşesinde berberlik, Muhtarlık, Köyler Elektrik Birliği Başkanlığı derken, kahvenin ocağına geçip kahveciliği de yapmak zorunda kalınca, ocaklıkta öfkeden küfürler savurduğunu uzaktan da olsa fark eden babam, Remzi ağabeyin yanına kadar gidip ;
- Ne bağırıp duruyorsun yahu ; beş lira vereyim de bırak kahveyi ! deyince, o anda Remzi ağabey, kahveyi babama bırakmış. O beş lira da kahvenin günlük kirası , aylık 150 lira olarak belirlenmiş. Aslında, önceki kiracı 200 lira veriyormuş.
Remzi ağabey, mütevazi, anlayışlı, iyi kalpli ve çalışkan bir insandı. Babamla fazla bir samimiyeti bile olmamasına rağmen, babamın o sözüne hiç bir kötü tepki göstermeyip, o anda kahvesini teslim etti. Şimdiden söylemek isterim; babam ölünceye o kadar o kahvede onun kiracısı oldu ve hiç bir zaman sorun yaşamadı. Aylarca kirayı veremediğimiz günlerde bile, çıt demedi. Artışlarda da daima insaflı oldu. Beni de her zaman çok sevmiştir. Nur içinde yatsın.
Bir süre sonra eski kahvemizi sadece sinema , ve yatmak için kullandık. Bu durumu hazmedemeyen İbrahim ağa, o kahveyi başkasına kiraya verdi. Biz de o kahvenin dükkânın bitişiğindeki ardiye denilen alanı, yatmak için kullanmaya başladık. Kahveyi henüz bırakmadığımız günlerin birinde, babamla tartışmaya giren İbrahim ağa babama ; ’’ Daha siz o paranın faizini de ödemediniz ! ’’ deyince babam ; ’’ Hangi paranın ? ’’ diye sordu. ’’ Sinema makinesi için aldığınız iki bin liranın ! ’’ dedi. Bu söz üzerine babam, bu faizin üç yüz lira olduğunu da öğrenip suratına fırlattı üç yüz lirayı. İbrahim ağa, bakkal dükkânını ise çoktan kapatmıştı. Remzi ağabey, kahvesinde film göstermemize de izin verdi. Bir süre sonra da, Kurtköy’deki ilk evimize geçmek kısmet oldu. Kahvede yaşadığımız günler sona erdi. Dışarıdan yıkılmak üzere olduğu gibi görünse de, alt tarafı ahır olan, iki katlı ahşap bir evi kiraladık. Çatısı akıyordu, pencereleri rüzgâr, yağmur ve hatta kar bile alıyordu ama evdi işte, bizim ilk evimiz.
Yeni kahvemizin müşterileri, özellikle cami cemaatindendi. Kâğıt oyunu olmaması, tam da babamın istediği şeydi. Diğer kahvede, oyun oynayanların şamatasından, gürültüsünden zaten bıkmıştı. Galiba sadece tavla ve ihtiyar oyunu olan domino vardı. Hemen hemen tamamı yaşlıydı müşteriler. Akşamları sinema oynattığımızda, yatsı namazı çıkışı gidecek yerleri kalmıyordu. Buna tepki olarak, kahvemizin tam karşısındaki, eski, küçük bir bina Aşık Mehmet amca tarafından ihtiyarlar kahvesi yapıldı.
On yedi yaşlarımda, köylerden birinde, evlerinde misafir olduğum bir arkadaşın ablası, ille de bana bir kız ayarlamak istiyordu. Ben, yaşadığım acı tecrübeler yüzünden, isteksiz davranıyordum. Yaşım küçük olmasına rağmen, kimsenin kızıyla dalga geçmek, zaman geçirmek gibi bir olayı asla düşünmüyordum. Seyrettiğim Türk filmlerindeki aşklara özeniyordum sadece, O aşkları da çevremde göremiyordum. Bir kıza gönül verirsem, onu gelecekteki çocuklarımın anneleri olmak kabul edecektim. Filmlerde böyle görüyor, ben de böyle arzuluyordum. Aynı anda, birden fazla insana ümit vermek, gönül eğlemek, akılımın ucundan bile geçmiyor, böyle şeyleri ağır ahlâksızlık olarak görüyordum. Üstelik, sanırım tekrar hatırlamamda yarar var ; ben abdestinde namazında bir çocuktum. Sinemacılık için gittiğim köylerde bile , yatsı namazını camide kılıp geldikten sonra filmi göstermeye başlardım. Aslında bu yönümle de çok sevilirdim.
Arkadaşın ablasının ısrarına dayanamayarak, uzaktan çeşme başında da gördüğüm bir kızı seçtim, sevgili adayı olarak. Haftada bir gittiğim bu köyde, bir hafta sonra kızdan, yazacağım bir mektubu kabul edeceğine dair haber aldım. Sonraki hafta da bir mektup yazıp , arkadaşın ablasından gönderdim. Tahmin edeceksiniz ki ; buram buram Yeşilçam aşklarının izleri, duyguları vardı o mektupta. Çok beğenmiş o kız. Daha önce iade edeceğini söylediği halde, saklamaya karar vermiş. O bana, ben ona mektuplar yazıp durduk uzunca bir süre. Ben âşık olmuştum, onun da bana âşık olduğuna inandım. Gelecekle ilgili ciddî hayâller kurdum, ona da anlattım.
On sekiz yaşıma bastığım yılın Şubat ayıydı. Aynı köyde, her hafta ödünç plâk verdiğim bir arkadaş vardı. O günlerde benden üç yeni plâk birden, ısrarla ödünç alıp bir daha getirmeyen biri yüzünden, kimseye plâk vermeyeceğime yemin ettiğimi söyleyip geri çevirdiğim bir gün, o arkadaşla, yanlış anlama yüzünden kavga ettik. Daha doğrusu o benimle kavga etmek istedi. Çocuğun biriyle haber yollayıp ağır küfürler etti ardımdan. Sonrasında, gece arkadaşla birlikte, onların evine yatmaya giderken yolumu kesti. Daha kısa süre önce, bir başka köyde, bir arkadaşta görüp hoşuma giden, istediğimde hediye olduğunu söyleyip vermeyen bir bıçağın aynısını gördüğüm Bankalar’ daki bir işportacıdan satın aldığım bıçağı, yoluma çıkan çocuğa gösterip korkutmak istedim. Aynı anda bana saldırınca, halâ inanamadığım bir şekilde, hiç hatırlamadığım şekilde beş defa vurmuşum çocuğa. Şişmandı, sıcağı sıcağına anlamamış olacak ; yıkılmadı. Çabuk yetişip ayırdılar. Uzaklaşınca, açık renkli kazağında kan lekesi gördüm. O anda korktum ; bıçağımın sürttüğünü sanıp, başımın belâya gireceği endişesine kapıldım.
Benden sonra yıkılmış çocuk. Hastaneye götürmüşler. O gece kaçtıktan sonra, ertesi gün ağabeyim benim için doğru olacağına inanıp, beni, karakola teslim etti. Tutuklanıp hapse atıldım. Üsküdar Paşa kapısı sübyan koğuşundayım .
Fikret TEZEL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.