- 172 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÖLÜYORDUM
Bir çok bilim insanı, uykuda geçen zamanı bile kayıp zaman olarak görür. Askerlikte geçen zaman, işsiz geçen zaman, hapishane hayatı v.b. Yine bazı bilim insanları da aynı zamanları kazanç olarak iddia eder ve de kanıtlar. Uykuda geçen zamanın kayıp değil de beynin daha verimli çalışabilmesi için şart olduğu söylenir. İşsiz geçen günler, yoklukla, sıkıntıyla , hastalıkla geçirilen günler,, askerlik ve hatta hapishane günlerinin bile, tecrübe olarak kazanç olduğu da kanıtlanmıştır.
Benim de okulu bıraktıktan sonraki yıllarım bazı yönleriyle kayıp, bazı yönleriyle de kazanç olarak görülebilir. Ben o yıllarda yaşadıklarımı burada yazıp, kararı sizlere bırakmayı düşünüyorum. O yıllarda ben hastane, hapishane, aşk, hayâl kırıklığı, ihanet ve buna benzer olaylar yaşadım.
Tam da burada şunu belirtmek zorundayım : Ben bir iyilik meleği falan değilim. Dünyanın en dürüst , en doğru, en iyi insanı falan değilim. Yaşadığım ya da hissedip de anlatamadığım bir çok kötü şey var benim de. Vasat bir bir iyilik, vasat da bir kötülük görmenizi isterim beni. Anlatamadıklarım için de şimdiden özür diliyorum.
Sinemacılığa başladığımın ilk yılbaşı kira zammını daha fazla abarttı bu defa, kahvemizin sahibi. Eşi bize borç para vermişti, şimdi kahvesinde sinema oynatmaya da başlayıp daha fazla para kazanıyorduk ya ; o da bundan pay alabilmek için, kirayı katlayıverdi yine. Doğrusu ben de , özellikle kendim için biraz fazla para harcamaya başlamıştım. Babam da senetleri ödemekten başka bir şey beklemiyor benden, kendime bakmamdan da gurur duyuyordu. Üstelik film kiralama ücretleri de artmıştı. Biz de sinema ücretlerine zam yapıyorduk ama ,özellikle kışın kahvelerde kazandığımız, yaz gibi olmuyordu. Yazın , bahçelere kadınlı erkekli gelen müşteriler, kışın kahveye gelenlerin neredeyse iki katı oluyordu.
Köylere giderken araba tutmamaya, dolmuşlarla gidip, geceleri kahvelerde yatmaya başladım. Ertesi gün yine dolmuşlarla dönüyordum. Yakın köylerde ise, makineleri kahvede bırakıp Kurtköy’e yürüyerek dönüyordum. Özellikle Aydınlı, Tepeören, Orhanlı ve hatta yayalar köyde bile öyle. İncecik sinema perdesine sarılarak, kahvede yatmak tabi ki sağlıklı değildi. Sonunda hasta oldum. Boğazımdan çay, su bile geçmeyecek kadar nefes darlığım oluştu. Gündüz bile kahvemizde yatmaya başladım hasta olarak. Babamın aklına, her gün köydeki dispansere gelen , hem de ücretsiz muayene eden doktora götürmek bile gelmiyordu. Sonunda o halimi görüp ilgilenen Metin Kıv ağabey oldu. Pendik’te taksi şoförlüğü yapan Metin ağabey, biraz farklıydı köylülerden.
Metin ağabey, beni alıp Pendik’e, doktora götürdü. Üstümü soyup ayna denilen aletle ciğerlerimi muayene etti doktor. Doktorun adı, yanlış hatırlamıyorsam ; Dr. Erdal Tuncer idi. Giyinmemi söyledikten sonra sordu :
- Bu çocuğun annesi, babası kim ? Kime anlatayım durumunu ? Metin ağabey, düşünmeden cevap verdi :
- Annesi de, babası da kendisi ! Nesi varsa, kendisine söyle doktor ! Fazla düşünmeden yüzüme karşı konuştu doktor da :
- Bu çocuk, üç gün daha hastaneye yatmazsa, ölür. ’’ Ölür ’’ diyordu basbayağı ! Başkası değil, doktor ! Bir bildiği, gördüğü olmasa, böyle söylemezdi herhalde ! Ölüm, basit bir şey değildi ki ! 13-14 yaşlarında bir çocuktum henüz. Ölebilirmişim ben o yaşta. Hastalığım o kadar ağırmış. Ciğerlerimi duman sarmış, zatürre olmuşum. Daha doktorun ağzından ölüm sözü çıkarken ağlamaya başladım. Uzun süre de susmadım. Metin ağabey, sakinliğini koruyarak, doktordan akıl ve yardım istedi. Doktor da ne yapmamız gerektiğini anlatıp gönderdi bizi.
Doktorun gönderdiği ilk yer okulumdu : Pendik Lisesi. Devam etmiyordum ama beklemeli öğrenci sayılırmışım herhalde. Müdürümüz Ahmet Erişen hoca, hiç tereddüt etmeden öğrenci belgemi hazırlatıp gönderdi. Doktorun gitmemizi istediği ikinci yer Kartal Kızılay Dispanseri. Orada akciğer filmimi çekip, kısa sürede verdiler. Akciğerimdeki duman filmde belli oluyordu. Ben hep ağlamaklıydım ve korkudan titriyordum. İyileşeceğim aklıma bile gelmiyordu ve öleceğimden korkuyordum. Filmi aldıktan sonra doktorun tarif ettiği yer Koşuyolu Valide bağ Sanatoryumu idi. Metin ağabey, her yeri kolaylıkla bulabiliyor, kısa sürede gidiyorduk.
Sanatoryumun kapısındaki görevliye filmimi verip beklemeye başladık. Burası, zamanında Valide Sultan’a ait kırk dönümlük bir çiftlikmiş. Valide Sultan, öğretmen ve öğrencilerin ücretsiz tedavi olabilmeleri için hastane yaptırıp Maarife bağışlamış. Filmim yarım saat içinde heyette incelenip onaylanmış ve acilen yatırılmama karar verilmiş. Metin ağabey, beni biraz teselli edip, iyileşeceğimi söyleyip yetkiliye teslim etti. İki ay burada kalıp tedavi olmam gerekiyormuş.
Hemen doktor karşısına çıkarıldım ve kalçamdan ilk iğnemi olduğumda, galiba korkudan, bayılacak gibi oldum. Sabah akşam bu iğneden olacakmışım. Bir sürü haplar verdiler. Ek gıda olarak, pirzola, köfte bile yazdı oradaki doktor. Bir takım da pijama verip odama gönderdiler. İyileşinceye kadar da yıkanmayı yasakladılar.
Dört kişilik oda tertemizdi. Herkes ya öğretmen ya da öğrenciydi. Tüberküloz, o yıllarda halâ, öğretmen meslek hastalığı olarak anılıyordu. Benim de ciğerimin biri tamamen duman kaplamış, ikincisine de geçmeye başlamıştı. Sonrası ciğerde yara, yani Tüberküloz- Verem .
Burada her şey çok güzeldi. Temizlik, bakım, doktor ve hemşirelerin davranışı ; her şey çok güzel. Yemekler, şahane. Bana da her akşam yemeğinde ek gıda olarak pirzola, köfte. Yemekte verilen tüm yiyecekler neredeyse, oradaki bahçede yetişenler. Elma, üzüm ve diğer meyveler, sebzeler, et ve süt ve hatta arı balı bile orada yetişiyor. Fakat, iştahım kesik, maalesef çok az yiyebiliyorum. Her sabah, havada kar bile yağsa, zorunlu olarak, iki saat, balkonda, çam ağaçlarına karşı sabah kürü. Çam havası, Tüberküloz tedavisinde çok önemli.
Babam, ziyarete geldi. Bana üzüldüğü kadar, sinema makinesinin taksitini ödeyememek de onu üzüyor. Bunu bana orada bile söylemekten kaçınamıyor. ’’ Esnafın sermayesi itibardır ’’ derdi ya ; onu bu itibar kaybı da, neredeyse benim sağlığım kadar ilgilendiriyor. Babamla birlikte mi, babamdan sonra tek başına mı ; hatırlamıyorum ama bir defasında da İbrahim ağa ziyaretime geldi hastanede. Başka, ne annem, ne ablalarım ya da ağabeyimden haber olmadı. Ağabeyimin, ben okulu bırakmadan önce okulu bıraktığını, hatta siyasete bulaşıp bıçaklandığını bile arkadaşlarından duymuştum.
On üç gün sonraki ilk muayenemde, sevindirici haberi aldım ; ciğerimdeki duman silinmiş, iyileşmiştim artık. Yıkanmak da serbest oldu. İyileşsem de , iki ayı tamamlamam gerekiyormuş burada. Bir kaç gün sonra Ramazan başladı. Annemin adını taşıyan Fevziye hemşire, günlük kontrollerini yaparken, oruç tutmak istediğimi söyledim birden. O da aynı reflekse karşılık verdi :
- Oğlum sen manyak mısın ? Bu söze çok kızdım. Aslında haklıydı kadın.
İyileşmiştim, sinema makinemizin taksiti ödenmemişti. Ben gidip sinemacılığa başlamasam, bu parayı babam ödeyemezdi. Bu da bizim için çok kötü olurdu. Hem köye rezil olurduk, hem bize kefil olan insanlara ayıp olurdu. Belki makinemi geri bile alabilirlerdi. Öyleyse, benim artık hastaneden çıkmam gerekiyordu. Bunu yetkililere söylediğimde, aynen hemşire hanımın gösterdiği tepkiyi gösterdiler. Bu beni daha çok hırslandırdı ve kapıdan geri çevrildiğim halde, bahçe duvarından atlayıp kaçtım hastaneden.
Üzerimde pijama vardı ve yanımda sadece yol parası olacak kadar az bir para. Beyoğlu’na, darfilm’e kadar vardım. Tüm prensiplerini benim için bozup, veresiye film verdiler bana. Doğruca köyün yolunu tutup sinemacılığa yeniden başladım. Babama iyileştiğimi söyleyince fazla soru sormadı bile. Sadece, senedimizi ertelediklerini, sorun olmadığını söyledi. Kefil olanlar, durumu iletip erteleme istemişler, kabul edilmiş.
Bu defa köylüler, özellikle Metin ağabey tepki gösterdi, hastaneden kaçtığım için. Bu tepkiler üzerine yeniden hastaneye götürdü beni. Prensiplere aykırıymış, yeniden kabul edemezlermiş ama onlar da bana ayrıcalık tanıyıp, tekrar kabul ettiler ve iki ayımı tamamlayıp öyle çıktım hastaneden.
Fikret TEZEL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.