- 241 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
HAYAT GÜZEL GÖRENİNDİR
HAYAT GÜZEL GÖRENİNDİR
Bana göre bahar zamanı, mevsimlerin en güzel günleridir. İnsanların damarlarındaki kanın bir ahenk içinde dolaşabilmesi için; dışarıda çiçek açmış olan ağaçlardan, yol kenarlarında, bağ aralarında, tarlalarda, kırlarda gelişigüzel kendiliğinden biten otların kokusu; insana haz veriyor, hayata daha sevecen bağlıyordu.
Ne olursa olsun insan, dışarıya çıkıp, masmavi gökyüzü altında, yemyeşil çimen, çayır ve otların eşliğinde, armut, elma, badem, vişne, hele hele kiraz ağaçlarının çiçeklerini izleye izleye, havanın tazeliğini, doğanın güzelliğini seyrederek hayatına mutluluk içeren renkler katabilmelidir.
Sabah kalkınca pencereden gördüğüm bu davetkâr manzaranın etkisiyle kahvaltımı bile dışarıda yapmayı arzuladım. Sulanan yufkaların yanına kaynamış yumurta ve soğanla bir küçük şişeye tuz katarak çıkınımı çantaya koydum. Evlerin dar gelen mekânından geniş kırlara, uçsuz bucaksız gökyüzü altında yerle göğün birleştiği ufuklara bakmak istiyordum. Yanıma arkadaş aradım. Kimse gelmek istemedi. Herkesin kendisine göre bir sebebi, bir işi vardı. Daha çok yan yattığı için sağı solu ağrıyanlarla, lüzumsuz işler yüzünden hayata olumsuz bakanlardan kurtulmak için tek başıma yola çıktım.
Avlualtı’na doğru giderken bizim Hatceavlusu dediğimiz yerde, yol hem dikleşiyor, hem de oldukça daralıyordu. Daha önce burası oldukça geniş ve çayırlık bir yerdi. Mirasçılar yol kenarına çalılardan çit yapınca, bu yokuş yol iyice daralmıştı... Yolun daralmasının yanında bir de sabahın erken vaktinde çiğ yağdığı için çimenler kayganlaşmıştı. Kırmızı toprakta iyice çamur olmasa da ıslaktı. Yol kenarındaki böğürtlenlere dikenlerinden dolayı tutunmam mümkün değildi ama onları da bir arkadaş gibi tanıyordum.
Geçen mayıs ayında buralarda kuzu ve oğlak otlatmıştık. Kaygan yerde bastonlarıma daha dikkatli basarak adeta her böğürtlene, ağaca selam vererek Avlualtı’ na geldim. Ne tarafa gideyim diye şöyle ufuklara baktım. Güneş Beşparmak Dağları’ndan doğduğu için sırtıma vuruyordu. Henüz kuşluk vakti olmadığı için hava biraz serindi. O anda Çalca uzak geldi. Sarı Armut’ta görülecek yerler pek o kadar yoktu. Çift süren bir köylünün yanından geçerek Çarıklı Bağı’na geldim. Burası Süleyman dedemin, ceviz, vişne, kiraz, erik, armut ve alyanak denen kokulu elma ağaçlarını çok olduğu ve özellikle kadın parmağı denen üzümlerinin yetiştiği bağıydı.
Bağın girişine yakın bir yerdeki ceviz ağacının altına oturdum. Güneşin doğduğu yöne bakınca gördüğüm manzara beni çok etkiledi. Sırapoyamlar denen yerde genç ve yaşlı badem ağaçları çiçek açmıştı.
Aman Allah’ım gökyüzü nefis bir boncuk maviliğiyle süslenmişti. Bir kaç parça beyaz pamuk gibi bulutlar bu maviliğe bir hoşluk katmıştı. Yeşil çimenler üzerine beyaz gelinliği veya elbisesiyle yan yatmış bir gelinin veya genç kızın bel kısmını görüyordum. Onu bütün ihtişamı ile görmem; bu ceviz ağacının altından mümkün değildi: Çünkü, olduğum yer çukurca bir mevkiydi. Acaba daha iyi nereden görebilirim diye bir düşünce aldı beni... Durum değerlendirmesi yaparak şu üç düşüncede karar kıldım. Şayet Çalca’ya gitseydim canlı yeşil renkli çimenlere uzanmış olan beyaz giysili güzeli ayaklarından izleyebilecektim. Tarlabaşı’na gidersem; o da Çalca’daki görüntünün tam tersi, yani baş kısmını görebilecektim. En iyisi Kuyuderesi’nden gelen Çayyolu’na çıkıp, yol ayrımının olduğu yere oturursam; ince uzun olan eşsiz köyümüzü, başından ayağına kadar seyredebilecektim.
Çarıklı Bağı’ndan Kuşçu Bağı’na geçtim. Kırmızı toprak sevecen bir tavırla ayakkapılarıma bırakma beni der gibi yapışıyordu. Tepelere doğru çıktıkça güneşin beni selamlamak için yükseldiği Beşparmak Dağları’da göründü. İsteyen ressam bu gördüğü manzarayı şu üç şekilde tuvaline aktarabilirdi: Eğer, gökyüzündeki maviliğin etkisiyle coşarsa; çok geniş bir gökyüzünü tuvaline aksettirir, geniş mavi alanın sukunetine sığınabilirdi. İkinci olarak da bir çok çeşitliliğin içindeki ve hayata yaşama sevinci veren yeşillikleri ele alabilirdi. Bu renk arasındaki badem, armut, erik, elma, vişne, kiraz ağaçlarının açılmış olan beyaz, pembe çiçeklerinde meydana gelen bu genç kızı resmedebilirdi. Üçüncü olarak da o anda belli ölçülerle bu renk düzlemlerini orantılayarak; bu renk çümbüşü içinde yan yatmış vaziyette yatmış olan güzeli bütünden görüp resmetmek daha akıllıca olacaktır.
İşte bunun için tepedeki Çay Yolu ile birleşen Sarı Armut Yolu’nun bitiş noktasında durmalıydım. Tam istediğim manzaraydı. Yorulmuştum fakat, buna rağmen bir süre kendi eksenim etrafında tam daire dönerek çevremdeki bu güzellikleri ruhuma, gönlüme sindirdim. Artık başını sol kolu üzerine koymuş ve benden tarafa dönmüş olan güzel bana bakıyordu, ben de onu rahatsız etmemek için konuşmadan tabiatın sunduğu ve kuşların öterek, börtü böceğin ses çıkarak eşlik ettiği şahane senfoni eşliğinde harika güzelliği, muhteşem sanatı izliyordum.
Sevinçten gönlüm coşuyordu; ya renk olarak, ya da mısra olarak bu sevinç ve coşku dalgaları not defterime damlıyordu. Hayat ve dünya bir başka şekilde güzelleşmişti. İçimdeki sıkıntılar ateşte kalmış mum gibi eriyip gitmişti. Kahvaltı çıkınım yan tarafta duruyordu. Bu sabah hiç bir şey yememiş olmama rağmen açlık hissetmiyordum.
Karşımda yeşil halının üzerine uzanmış ve üstüne mavi ipekliden yorganını hafifçe örtmüş ama beyaz, pembe giysisini cömertçe gösteren şahane güzelle kahvaltımı paylaşa paylaşa, yumurtanın, soğanın, yufkanın tadını sindire sindire beraberce kahvaltımızı yaptık. Sanki bana yok mu, ben de buradayım diye diye güneş, soframıza uzanarak tepemize doğru yaklaşıp havayı biraz daha ısıttı. Bir kaç köylü tarlalarına, bağlarına doğru gitmek için Çay Yolu’ndan geçerken, selam verdiler. Ne yaptığımı sordular; hatta bazısı gelip şöyle bir baktılar... Onlar gider gitmez yine tabiatın senfonisinin ezgilerine takıldım. Yanımda sadace bir gökyüzü, bir yeşil çimen ve çayırların halısı ve bir de yan yatmış bütün güzelliğiyle, ihtişamı ile bana bakan güzel kaldı...
Saat onikiye yaklaşıyordu. Uzaklardan köy tarafından köpek havlamaları, dana böğürtüsü ve geç uyanmış horozların ötüşü geliyordu. Köyümüzden gelen bu seslerden ziyade, oradaki muazzam güzelliği izlerken tam aksi yönde bir çıtırtı oldu. Titleyerek döndüm. Bir de ne göreyim. Elinde bir teneke bardakla, üstünde ağır paltosuyla yavaş yavaş yürüyerek çalıların arasından köylünün Çiftçi Kaptan dedikleri yaşlı amca geldi. Mutlaka yanımda oturur ve düşüncelerimi, gördüğüm güzellikleri onunla da paylaşabilirim diye düşündüm.
Çiftçi Mustafa amca ile tarih üzerine, Atçalı Kel Mehmet menkibeleriyle süslü; hatta memleket meselelerine yoğunlaşarak günde beş altı hükümet kurma üzerindeki planlarımız hakkında çok muhabbet etmiştik. Yaşayan bir kültür hazinesi olan Çiftçi Mustafa amca gibilerden çok şey öğrendim ve o ve onun gibi insanlardan öğrendiklerim de eserlerime kaynaklık etmiştir. Yılların yorgunluğunu ve yaşlılığın verdiği bedbinlikle ırlana ırlana yanıma geldi ve selam vererek sol yanımda bir yer bularak oturdu. Önce yaptıklarıma baktı baktı ve;
“Arkadaşların kahvede kağıt oynayıp, şaka yaparken; sen burada neden bu işlerle uğraşıyorsun? Bunun sana ne gibi faydaları var?” diye sordu.
Gördüğüm manzara ve tabiat ana tarafından icra edilen senfoninin verdiği coşkunluğu; anlayan birisiyle paylaşmak, bu güzellikleri onlarında görmesini sağlamak arzusundaydım. İşte tam zamanıydı. Beni can kulağı ile dinleyecek birisini bulmuştum. Bir kere hafiften öksürdükten sonra sesime ayar verip, sağ elimin işaret parmağıyla göstererek;
“Şu gökyüzünü görüyor musunuz?” der demez, kasketinden tutarak başını gösterdiğim tarafa çevirdi. Sanki ilk defa görüyormuş gibi uzun uzun baktı. Sonra da “Ne olmuş gökyüzüne?” der gibi bana baktı. Ben de işaret parmağımı Beşparmak Dağları’nın tam gökyüzü ile bitiştiği yere koyarak tam başımızın üstüne kadar gezdirdim. O da kafasını benim işaret parmağımla dolaştırarak gökyüzünde dolandı.
“Herkes aynı yere bakabilir; ama herkes aynı şeyleri göremez” dedikten sonra “oradaki mavi rengin açıktan koyuya doğru her saniye nasıl değiştiğini izah ettim.” Atmışlı yaşlarını çoktan geçmiş olan Mustafa amca, bu olayı adeta ilk defa duyuyormuşçasına; “Yaa! Öyle mi?” diyerek hayretini belirtti. Bundan cesaret alarak bu sefer işaret parmağımı, köyün Göliçi’nden başlayarak; Avlu Altı’ndan geçirip, Sırapoyamlar’ın patikasını takip ederek Çayırlık’a uzattım. Ağaç altlarında, kızıl topraklı tarla ve bağların anlarında, sarılı mavili bin türlü yeşili gösterdim. Sanki bir Türk halısı gibi uzatılmıştı. Yeşil çimenler arasında bir kalp gibi nazlı nazlı dalgalanan kazankarası dediğimiz gelincikler, onlarla boy ölçüşmeye kalkan sarımtırak ve beyaz papatyalar, küçük lekeler halinde efek ve renk armonisi katan mavi, beyaz, pembe, sarı çiçekleri gösterdim. Onların yakından izlenmesi ayrı bir zevk veriyordu ama uzaktan görüntüleri ise artık halıdaki soyut nakışlar şeklinde” der demez;
“Yahu! Bizim analarımız, hanımlarımız, halılardaki, kilimlerdeki renkleri, o güzel nakışları buradan mı aldılar acaba?” diye hayret etti. Bir ara sessizlik oldu. Sağ yanağını kaşıdıktan sonra bana dönerek;
“Yahu Halil, yetmişine merdiven dayamış birisi olarak çok memleketler gördüm. Bizim köy kadar güzel, hatta ondan daha güzelini de gördüm ama hiç bir zaman senin dediğin gibi havaya, toprağa, otlara, çayırlara bakmamışım” diye hayıflandı.
Bir müddet sessiz kalarak, Vivaldi’nin Mevsimler Senfonisi’nden İlkbahar melodilerini biraz daha içime sindirerek, tabiat orkestrası eşliğinde dinledikten sonra;
“Şimdi Mustafa amca, Yukarı Camii’nin yukarısından, Göliçi’nin ağaçların gökyüzüne uzanan dallarına bakınca şakaklardan pembe yanaklara doğru sarkan zülüfler gibi değil mi?” der demez, gözlerini oğuşturdu. Belki mazinin bilinmez derinliklerinde kalan bir güzeli aklına getirdi. Kim bilir kavuşamadığı ve kalbinin bir köşesinde kalan bir güzel, ona ne gibi onmaz acılar yaşatmıştı. İşte onları hatırlayarak;
“Evet!” diyebildi. Ama kısık gözlerini oradan ayıramadı.
“Bak Mustafa Amca, Yukarı Camii’nin minaresi bu yan yatmış güzelin; boynundaki beyaz giysisine eklenmiş elmas bir broş veya gerdanlık gibi. Ak gerdanına kırmızı kiremitler ipek bir şerit bağlanmış, yakaları kiraz çiçeklerinin pembeliği, armut çiçeklerinin beyaz yeşilimsi görüntüleriyle süslenmişti. Ya o zarif badem çiçekleri, baştan aşağıya bembeyaz ve mini mini kırmızı, sarı renklerle motiflenmişti. Mustafa amca, rengarenk çiçek nakışlarıyla süslenmiş içten gülümseyen bir yeşil halı üzerine, beyaz gelinliğiyle uzanmış bir Türkmen güzelini görüyor musun?” der demez sanki “Hani nerede?” diyecek zannediyordum ama demedi. Bir süre sessizlik oldu. Bense;
“Şu budanmış bağ omcalarını görüyor musun?” der demez omcalara baktı. “Şu yakındaki heybetli omca, sanki Kerimoğlu zeybeğini bu güzel kızın önünde oynuyor gibi. Sanki kartal gibi kollarını açmış, başı bulutlara değecek şekilde mağrur bir tarzda hiç istifini bozmadan toprağa ne güzelde vuruyor” deyince Mustafa amca şöyle bir toplandı. Adeta zeybeği oynuyormuş gibi başını köyden yana çevirerek baktı.
Bu tasvir kim bilir ona neler hatırlattı. Ben de daldığım hayal deryasında göz gezdirirken; Göliçi tarafından kara eşeğin üzerinde Topalhakkıların Ali Bey, yanımıza geldi. Selam verdi. Büyülü dünyamızdan çıkarak onun selamını aldık. Başka hiç bir şey konuşmadan semerin kaşından tutarak, eşeğe “Deh!” deyip yanımızdan ayrıldı. Mustafa amca ile biz yine Sırapoyamlardan Yukarı Mahalle’ye kadar uzanmış güzeli izlemek için başımızı güneşin olduğu tarafa çevirdik. Aradan bir kaç dakika bile geçmeden bir gürültü duyduk. Başımızı gürültünün geldiği tarafa çevirince Ali Bey’in eşekten düştüğünü ve eşeğin altında kaldığını gördük. Ali Bey, zaten yürüme engelliydi...
Arkasından baktık kaldık. Ayağa kalkmak için elim bastonlarıma gitti. Ayağa kalkmak ayrı bir zahmetti ama ayağa kalksam bile gidip, eşeğin altından Ali Beyi kurtarmak için gücüm yoktu... Mustafa Amca benden sağlamdı ama yaşlıydı, hem de Ali Beyi’n ev komşusuydu. Aralarında bir hır gürde olmadığı için küskünlükte yoktu. Bu işi yapsa yapsa ancak sen yapabilirsin der gibi Çiftçi Mustafa amcaya baktım. Şöyle oturduğu yerde doğruldu. Ali Bey, eşeğin tam altındaydı. Eşeğin ön ayaklarıyla arka ayakları arasında sıkışıp kalmıştı. Eşek hiç hareket etmeden öylece duruyordu. Ali Bey’de de bir kıpırdanma yoktu. Adam kelimenin tam manasıyla eşekten düşmüştü. Çiftçi Mustafa Amca, sesini ayarladı ve yükseltti.
“Eee! Ali Bey! Komşu,biliyorsun ben yeni prostattan ameliyat oldum. Yaralarım henüz taze. Bu delikanlı da çocukluktan beri topal. Yerinden kalkamıyor. Bizden gelip sana yardım edebilecek yok. Gayret et. Kendin eşeğin altından kalk!” diye bağırdı.
Bir şey diyecek halim kalmadı. Hayretle açılan gözlerimle Ali Bey’i izliyordum. Gerçekten Mustafa Amca doğru söylüyordu. Yardıma gitsem, eşek bir dokunsa; ben de Ali Bey’in üzerine yığılıp kalacaktım. Ali Bey, mücadele ediyordu. Alışkın eşeği de ona zorluk çıkarmadı. On onbeş dakika içinde Ali Bey, kırmızı toprakta tebelenerek, eli, ayağı, yüzü gözü kırmızılaşarak eşeğin altından kalktı. Ayakta bir iki sallandı. Sonra yularından tutarak ve bizden yana hiç bakmadan Kuşçu Bağı’na doğru çekilip gitti. Bir ara boylu boyunca sağ yanımda yatan ve badem çiçekleriyle süslü beyaz gelinliğindeki güzel; “Hayat böyledir. Üzülme. Ölüm hariç her şeyin çaresi var!” diyerek gülümsedi. Biz de Mustafa Amca ile yine kaldığımız yerden sohbete devam ederken; Ali Bey, kısa kesilmiş bir ağaç köküne çıkarak eşeğine bindi ve Sarı Armut’a doğru uzaklaşarak gözden kayboldu.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 04.03.2012
Kaynakça : Bademler çiçek açmış. Fotograf, Hüseyin GÜLEL, 2006 - Yukarıseyit
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.