- 175 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
GURUR, CESARET VE ESARET
Bizi biz eden en halis duygulara bir göz gezdirdiğimizde içlerinde nelerin olduğunu hiç merak ettiniz mi? Elbette burada negatif yanlarıyla öne çıkanları değil pozitif olanları dillendireceğiz. Psikolog Barbara Fredrickson, Positivity adlı kitabında, en çok rastlanan pozitif duyguları açıklamaktadır. Uzun bir liste konulmuş önümüze bu anlamda ve bakın içlerinde neler var: Neşe, minnettarlık, neşe, aşk, huşu,eğlence,gurur,umut ve lham.Herbir duygunun ana ve mekana bağlı olarak listemizdeki sırası zaman zaman değişebilmektedir. Bir hırçın dalganın kıyıya vurduktan sonrası dinişinde huşuyu, bir işin üstesinden gelebilmek azmimizin verdiği güvenle sonuca ulaşmada gururu ve bir şeye çok ileri seviyede ilgi ve heyecan duyduğumuzda da muhtemelen aşkı tatmış oluruz.
Yukarıda değinilmeye çalışılan pozitif duygulardan birisi var ki, değinmeden geçilemez. Bunlardan ele almaya çalışacağımız “gurur” duygusu. Diğer adıyla şeref veya haysitet, onur gibi çağrışımları da beraberinde düşündüren bu duygu, yaşadığımız hayata asil bir duruş kazanabilmemizde öylesine önemlidir ki, bunun kıymetini bilmek ve doğru anlamak adına konuyu derinleştirmek de gerekiyor sanırım.
Gurur ile eşleyeceğimiz diğer kavram “esaret” yani teslimiyet, yenilgiyi ve onun dikte ettiği tüm şartları kabul etme, onlara boyun eğme ve daha önce var olan değerlerimizden, hatta kendimize olan güvenimizden, geleceğe yönelik umudumuzdan da vazgeçmemiz anlamında ele alınınca ne derce önemli bir konuyu tartıştığımız da belirmeye başlıyor sanki. Kişisel anlamda bize yüklenen bazı sorumlulukların yanı sıra, kendi irademizle de üzerimize aldığımız bazı görevler olabilir. Burada bir sorun yok. Zira, bu konudaki kararı veren özgür irademizdi. Ne var ki hayat denilen mücadelede yenilgilerin de her zeminde potansiyel olarak varolduğunu bir kenara koyduğumuzda, o yenilgilerin karşılığında diğer tarafın bizi tahakküm altına alan ve bizi değerce aşağı seviyelere çeken ve hatta yok hükmüne de koyan dikte edişleri, onurumuzla çelişir. Yenilgiler mücadeleler sonucunda ortaya çıkabilen doğal bir sonuç iken, zaferi elinde tutanın amacına göre çok tehlikeli bir silaha da dönüşebilir ne yazık.
Gerek kendimize dair günbegün yazmakta olduğumuz tarihimizde ve gerekse de aidiyet duygularımızla sımsıkı bağlı olduğumuz millet kavramının özünde bu tarih, sayısız galibiyet ve bir ölçüde de mağlubiyetleri de barındırıyor olacaktır. Her mağlubiyet onurlu bir duruşun gereği, karşı tarafa yeniden bir şans vermelidir. Bu söylem etik bir özden gelse de gerçekler pek öyle hayat bulmuyor maalesef. Galibiyetin verdiği gücü, karşı tarafın en hayati dayanaklarını sarmak amaçlı kullanış, bu dünyanın kara zihniyetinde var galiba. Diğer türlü davranışta hasmının mağlubiyetini bir mücadelenin sadece neticesi olarak görüp, onun nurunu zedelemeyecek bir zaferi yaşayanlar da var kuşkusuz. Ne yazık ki bu realitenin örnekleri son derece azalmıştır. Kurtuluş Savaşı yılların o son demlerinde, “Büyük Taarruz”a komuta etmekte olan Gazi Mustafa Kemal, Yunan ordusunun o çok güvendiği ve aylarca da aşılamayacak denilen İngiliz destekli istihkâmlarının bir anda yerle bir oluşu karşısındaki hezeyanları ve talan oluşları karşısında, “Bunu biz istemedik.” Derken, nasıl da asil bir cümle kurduğunu hatırlamak gerekir. Ve yine yere düşmüş bir Yunan bayrağına öfke ile yaklaşan gruba, “o, bir bir milletin onurudur, dokumayınız.” anlamındaki hayranlık uyarır cümleleri de ibretliktir doğrusu. Hasım olmak başka, hasmı yok etmek pahasına insanlık sınırını aşmak başka şeylerdir değil mi?
Hiç istenme de bazen “esaret” dene şeyi hisseder ve belki de onun bir öznesi olarak yaşarız. Esaretin ne olup olmadığını doğru anlayabilirsek, onun çağrıştırdığı hezeyanlarla baş edebilir ve yeniden özgürlüğün tadını çıkabiliriz. Hayatımızı kendi duygu, düşünüş ve elverilen egemenlik haklarını kullanmadaki serbestliğe özgürlük diyebiliyorsak, bunların az veya çokça sınırlandığı ve bazen tümüyle ortadan kaldırılmaya çalışıldığı duruma da esaret dememiz gerekir. Görüldüğü üzere, kademe kademe bir esaret var ortada. Bu anlamda “ekonomik” bakımdan belki de çoğumuzun esaretin zincirilerini taktığımızı söylemek abartı da olmaz. Bizim kastettiğimiz esaret, onurumuzu zedeleyen, kişiliğimizi hedef alan ve bizim hürriyetlerimizi ve hatta varlığımızı görmezden gelen esarettir. Bize rağmen bizim var olmadığımızı dikte eden anlayış ne de çirkin ve öfke uyandırıcıdır.
Hiçbirimiz ve bizim gibi aidiyetle bağlı olduğumuz hiçbir millet köle olmamalıdır. Bu ideal anlayışa karşın, egemen güçlerin gölgesinde kalmış onlarca milletin varlığı da diğer bir gerçekliktir. Bir büyük bedel ödemek yoluyla esaretin zicirlerini kıran ve kendi dokunulmazlıklarını elde eden asil milletler de var elbette. Şükür ki, farklı coğrafylarda çokça devlet kurabilme ve güne var olmayı başaran milletimiz, o zincirlerle defaatle tanışmış ve fakat, fıtratının getirdiği güç ile onurunu ortaya koyarak özgürlüğünü her defasında yeniden elde etmeyi başarmıştır. Bu konuda o denli bir iz bırakmıştır ki tarihe, “ Esaret ile Türk sözcüğü yan yana gelemez” ifadesi bu gezegenin bir vazgeçilmez kaidesidir artık. Görüldüğü üzere, insanın insana koyduğu şerh, bedeli ödemeyi göze alabilenlerce ortadan kaldırılabiliyordur. Bütün milletlerin bu gurur tablosunu hak edebilme poansiyelleri vardır. Yapılaması gereken şey, geçmişte verilen ödünleri bedelini bugün ödeyebilmek cesaretidir sadece.
Özgürlüğün ne derce görkemli ve bir o kadar da büyük bedeller istediğini bir kere daha düşünelim bence. Zira, her kenti serhatlıkla bahtiyar bu yurdun şehitlikleri ve kızıla çalan rengiyle toprağı ve nihayetinde de özgürlüğü uğruna ödedikleri destanlık öyküleri kim yadsıyabilir ki. Bunlardan biri de “Kara Fatma” nın iretlik ve son derce gurur verici öyküsüdür. Çoğu halde gururu yanlış anlamlarda kulandığımız da olur. Buradaki kullanımı özgece sınırlarını müdahale ve onu yükseltme, yüzeltme, uğruna feda edebilme erdemidir. Milletimizin gurur kavramından çıkarımı tarihimize adeta yaldızlı sayfalar açtırmış, nice büyük kahramanlıkların da doğuşuna vesile olmuştur bu durum. Eşinin hemen ardında kurtuluş mücâdelesine kaldığı yerden devam eden ve onu şerefli bir neticeye taşımanın iradesi ise cepheden cepheye koşan merhum Kara Fatma (Fatma Seher-Teğmen Seher), onca kentin kurtuluşunda da ön safhalarda kuvvacı ruhun da abidelerinden biri olmuştur. Buradaki gurur, istiklalin ve dahasında da istikbâlin de yolunu açmıştır nihayet. Kibir ne denli arzu edilmeyen ve bizi değerce aşağılara çeken bir duygu ise, gurur da alabildiğine dik duruşun motivasyonu olagelmiştir. Bizlerin gururunun sınırı Hak katında biter olup, bu durum gururdaki edebin de göstergesidir bu anlamda. Ne olup olmadığını ve varlığının farkındalığını kavrayan, onu taşımayı cesaretle yüklenebilenler ancak esaretle mesafelerini koruyabilmişlerdir. Hakkın dışında ne var ise asla boyun eğilmez, anlayışı milletimizin erdem kokan hasletlerinden de biridir. Hasım ne denli büyük ve kudretli olursa olsun, gururdan alınan ivme, bizleri daima ve dimdik şekilde hayat arenasında ayakta tutmuştur.
Öfke dediğimiz doğal ve gereken yerde, ayarda ve şiddette ortaya çıkan güç, hayatımıza ne denli değerler katabiliyor aslında. Moral değerlerimizi zedelemekle beraber, gereken yer ve durumda dışa vurulan öfke öylesine yankı bulur ki, yazmakla, anlatmakla biter gibi değil. Milletimizin sadece bu yönündeki ivmesi bile güne var olmasında çok değerlidir dersek abartı olmaz sanırım. Öfkemiz, gururumuzu besleyen asli bir duygudur. Gurur dediğimiz şeyi böbürlenmek manasında değil fakat, şeref ve haysiyet anlamında anlar ve yola çıkarsak, medeni dünyanın özneleri arasındaki yerimizin belirlenmesinde de doğru duruşu göstermiş oluruz. İşte tam da burada esaret dediğimiz ve duygu, akıl ve beden varlığımızın kullanım haklarının ve kısacası egemenliğimizin dizginlerinin kim ve veya kimlerin ellerinde olacağını da belirlemiş oluruz. İfade edilmeye çalışılan şey, kendimizden kaynaklanan bu üçlü varlığın tüm haklarının yine kendimize ait olması gerçeğidir. Başkalarının sözüyle, duygu sömürüsüyle veya kota olarak dayattıkları hayatla sınırlı olmayı niçin kabul edelim? Başkalarını daha üstün ve önde görmemiz gereken yerler ancak bilimde, sporda, kültürel hayatta ve hakkaniyetle yürümekli olan bir yarışta, rekabette geçerli olabilir ancak. Ne bireysel anlamda ne de millet toplamında başka kişi ve veya milletlerin dayatmalarını kabullenmek, onlara tavizkâr duruş göstermek asla onurla bağdaşmaz.
Cesaret dediğimiz motivasyon için güçlü kaslara, deha gibi bir akıla, büyük projelerin öznesi olmaya ve veya alabildiğine zengin olanaklara haiz olmak gerekmez. Tersine, yukarıda dillendirilen bunların dışında kalan tüm olanaklardan yoksunlukta aranan, aranması gerekn ve kararlı bir şekilde, her türlü akla ziyan duruma rağmen büyük ve sarsılmaz bir irade ile imanla hayata sarılmaktan doğandır ancak. Belki de cesaretti cesaret yapan şey hayatımızın zorlu şartlarındaki dik duruşun gereği olan o cüret gösterebilme iradesidir. Biz de hayata anlam ve derinlik katacak bir irade olduğu sürece, onurumuzu olması gereken yere tevci edebilecek cesareti işe koşarak daha özgür bir yolun kapılarını aralayabiliriz. Bize dayatılan şeyler o denli çok olabilir. Burada önemli olan şey, müşküller karşısındaki tutumumuz ve onları yorumlayış biçimimizin bir sonraki hayat sahnesindeki yerimizin neresi olacağını da belirleyeceğidir.
Anne ve baba olarak çocuklarımızın çoğu zaman olmasa da sert çıkışlarına şahit olmuşuzdur. Hangi gelişim döneminde olurlarsa olsunlar, bu çıkışların yaşanmasını engellemek yerine, bu durumu kendilerini ifadenin bir görünümü olarak görmemiz gerekir. Bilhassa da daha erken yaşlardaki bu öfke çıkışlarının arka planında yer alan şeyin, çocuklarımızın kendi egemenlik sahalarının ihlaline karşı doğan ve son derece de doğal bir tepki olduğu gerçeğinin iyi anlaşılması noktasının, onların geleceğine de yön veriyor olması gerçeğidir. Öyle ki, sürekli biçimde kendini ifade etmesi, öfke ile de olsa duygularını yansıtışı engellenen çocukların sağlıklı bir kişilik sahibi olamayacaklarının farkındalığında olmamız, bize veli olarak düşen en kıymetli görevdir, misyondur. Mademki onur önemlidir, esaret ise kötü, onurlu ve egemen bireyler oluşun dinamiklerinin geçtiği yerin asla ıskalanmaması da gerekecektir. Olgunlukla karşılanan bu tepkiler sayesinde kendini anlatabilme şansını bulan çocuklar, kolay kolay egemenliklerinden taviz vermeyecek, bu uğurda mücâdele edecek, zorluklara göğüs gerecek ve sarsılmaz iradesinin öznesi olarak da cesaretini işe koşabilecektir. Kısacası, duygularımızın hayat bulduğu ve yankılandığı bir hayat, hem kendi kişisel gelişimimize hem de içinde öznesi olarak var olduğumuz topluma büyük katkılar sağlayabilecektir.
Duygu dünyamız, akıl ve beden dünyamızın da mimarıdır. Duygularını yeterince farkındalıkla yaşayamayan ve bunları yansıtamayanların esareti kaçınılmazdır. Tahakkümü asla kabul etmeyen milletin asli unsurları bizlerin bu gerçekliği asla gözden kaçırmaması ve duyguların hayata yön veren ivme katan olduğu gerçekliğine de katkı sağlayan duruşu göstermesi gerekir. Duygu insanı olup olmamanın konumuzla doğrudan bir olmasa da duygularımızın her birimizin hayata tutunuşunda büyük bir rolü üstlendikleri de tartışmasız bir gerçekliktir. Duygularını rahatlıkla ifade eden olmayı tercih ediyorum. Eleştileri göğüslemeyi, hoşgörülü olmayı ve kendini idaenin orijininde duyguların öncelikle dışa vurumunu dikkate almayı doğru buluyorum.
Milletin kaderini belirleyen de toplum oluşturan insanların duygu birliği ve onu harekete geçiren düşünceleri, onlara ivme katan davranışları değil midir? Egemenlikleri elinden alınmış olan toplumların zafiyeti de tam da buradadır sanırım. Zira, duygularımız düşüncelerimizi, düşüncelerimizin de davranışlarımızı tetiklediği gerçekliği, bize bu hakikatin ne de hayatî bir konu olduğunu dikte etmektedir. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz?
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Ömrü güzel olası Anadolu'm canı üstat, yüreğine, eline, kalemine sağlık.