- 170 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI OLUYOR / D / UM
O gece heyecandan uyuyamadım. Borçlanarak da olsa, bir sinema makinesi sahibi olmak, hayalini kurmakta bile zorlandığım bir olaydı benim için. Sabah erkenden uyanıp hazırlandım. İstanbul’a film almaya gidecektim.
- Okul yok mu oğlum bu gün ? diye soran babama ;
- Bu günlük gitmeyeceğim. Film almam gerekiyor , diye cevap verdim. Babam , pek memnun olmasa da, tepki de göstermedi ve bana film almaya yetecek kadar da para verdi.
Beyoğlu Yeşilçam sokakta, Emek Sineması’ndan sonraki köşeyi dönünce, eski bir binanın ikinci katındaki NUŞ FİLM’e gittim. Daha önceleri İsmail ağabeyle birlikte gittiğimiz bu film kiralama şirketindeki çalışan Hüseyin ağabey, sinemacı olduğuma sevindi. Hiç sorgusuz bana film kiralamaya razı oldu.
Bizim kiraladığımız filmler 16 mm. likti. Asıl sinemalardakiler ise 35 mm. lik. Piyasada en önemli firma darfilm idi. Galatasaray Lisesi’nin yan sokağındaki mağazalarında makine ve ekipmanları satılıyor, az gerisinde de film kiralanıyordu. darfilm, adeta resmi bir kurum gibiydi. Film kiralamak isteyenlerden depozito alınır, aynı bölge - köylere tek kişiye film verirlerdi. Tabi diğerlerine göre fiyatları da biraz yüksekti. Şeyhli muhtarı, makineyi buradan satın almış, filmleri de oradan kiralıyordu. Şimdiki Sadri Alışık sokağı, o zamanlardaki adı Bursa sokak olan yerde Tuna Film, Savaş Film, Park Film gibi firmalar da vardı.
Hemen o akşam, büyük bir sevinç ve heyecanla başladım sinemacılığa. Mevsim kıştı ve biz kışları kahvelerde, yazları açık alanda, bahçelerde film gösteriyorduk. Kışın kahvelerde kadın müşterilerimiz olmuyordu elbet ama bazı yerlerde, tatil günleri gündüz kadınlar matinesi de yapıyorduk.
Tam da o günlerde, okula da daha bir heyecanla , sevinçle gidiyor, derslerimi de ihmal etmemeye çalışıyordum. Bir Coğrafya dersinde, bütün gece çalıştığım dersi anlatabilmek için, ısrarla parmak kaldırmaya başladım sınıfta. Kadın hocamız, neden sonra bana bu şansı verir gibi olup tahtaya gelmeme izin verince, hızlı bir şekilde başlayıp anlatmak üzereydim dersimi ki ; öğretmenlik mesleği adına, benim de hafızamdan asla kazınamayacak kadar kötü anlar yaşatmaya başladı bana. Sesimi kesti ve üstümü başımı incelemeye başladı. Cebimdeki şişkinliği işaret ederek ;
- Ne o cebindeki ; öğlen yemeğin mi yoksa ? diye alaycı bir şekilde sordu önce. Kış henüz bitmemişti, hava soğuktu. Başıma taktığım yün takkeyi, cebime koymuştum ; çıkarıp gösterdim.
- Takkem hocam, dedim mahcubiyetle, başım önde. Sonra devam etti :
- Ne o elbisendeki lekeler ? Annen temizlik bilmez mi senin... ? Buna benzer sözler söylerken, benim kulaklarım daha fazlasını duymuyordu artık. O anda oradan, hatta belki de hayattan çekip gitmek istiyordum ! O devam etti yine :
- Annene söyle, ütüyü kızdırıp o lekelerin üzerinde gezdirsin...Ve dersimi anlatmama fırsat vermeden oturttu o anda ölmüş olan yüreğimle beni. Hani ölmemişsin demeyin ; ölmekten beter oldum ben ! İçimdeki okuma ateşi bir anda sönmüş oldu adeta ! Oysa, nasıl da yakmışlardı o ateşi, İlhan ve Behice öğretmen annelerim !
O günden sonra okula zorla gelmeye başladım. Bu kadarla kalmadı üstelik ; bir önemli darbe daha beni bekliyordu aynı günlerde. Okuldan döndüğüm bir gün, kahvemizin önünde İsmail ağabey, Feka minibüsünü kahvemizin önüne çekmiş, beni bekliyordu.
- Gel bakalım ufaklık ! Kötü bir şey olacağı içime doğmuş gibi yaklaştım yanına. Arabasının içindeydi.
- Buyur İsmail ağabey, hoş geldin.
- Yahu ufaklık , ben düşündüm de ; sen ufak tefek bir şeysin. Yarın bu makineyi düşürüp kırsan, ben senin neyini alacağım ? Savunmaya geçmek istedim, umutsuzca.
- Niye kırayım ağabey ?
- Olacağına bak oğlum sen ! Savunmam bu kadardı. Hükmü beklemeye başladım bile.
- Ben iki bin lira peşinat isterim. Ya verirsin, ya da makineyi geri alırım ! Paniğe kapıldım ama yapabilecek bir şeyim yoktu. Israrla tekrarladı aynı sözleri. İlle de iki bin lira istiyordu. Oysa biz, iki yüz lirayı bile denkleştiremezdik ki !
Babam da merak etmiş, yanımıza geldi. Konuyu anlatınca ;
- Ver şu pezevengin makinesini s...tirsin gitsin, dedi öfkeyle. Sonra da kahveye döndü. Ben göz yaşlarımı tutmaya çalışarak, ağlamamak için kendimle mücadele ederek taşıdım makineyi arabasına.
- Filmi de ver istersen, ben götürürüm Hüseyin’e, dedi son olarak. Verdim filmi de.
En az bir hafta cenaze gibi dolaştım ortalıkta. Okula da istemeyerek gitmeye, derslerime zorla çalışmaya, hatta sinemalara gitmemeye bile başladım.
Kahvemizin sahibi İbrahim ağa seslendi bir gün :
- Müzeyyen yengen seni çağırıyor. Giderken şu öteberileri de götürüver. Çoğu zaman bu taşıma işini yapıyordum zaten. Neden çağırıldığımı hiç merak etmeden, adamın verdiklerini de alıp gittim. Köyün içindeydi evleri. Bahçeli iki katlı ev. Üst katta oğlu Hasan ağabey oturuyordu. Onun eşi Süheyla yenge de severdi beni. Elimdekileri verdikten sonra içeriye davet etti beni Müzeyyen yenge. Yer gösterdi, oturdum. Karşıma geçip konuşmaya başladı :
- Sinema makineni geri almışlar galiba , dediğinde, deşilen yaram tekrar kanamaya başladı. O an, ağlamak istedim tekrar. Ne kadar üzüldüğüm, mutsuz olduğum her halimden belliydi.
- Sen sinemacı olmayı çok mu istiyorsun ?
- İstemez miyim Müzeyyen yenge ? Sefaletimizi biliyorsun. Eğer sinemacı olursam, çok para kazanabilirim. Hem daha rahat okurum o zaman. Ben asıl okumak istiyorum !
- Kaç paraya alınıyor bu makineler ?
- İsmail ağabey, iki bin lira peşinat istedi, biz veremeyince geri aldı. Aslında, darfilm’de yenisini de iki bin lira peşinatla veriyorlarmış. Şeyhli muhtarı öyle almış.
- Peki, iyi öğrendin mi ; yapabiliyor musun o işi ?
- Yapamaz olur muyum Müzeyyen yenge ! Hem hepsinden daha iyi yapıyorum ! Onların bilmediklerini, yapamadıklarını bile ben yapıyorum ! Biraz gülümsedi bu sözlerime. Sonra da ayağa kalkıp içeriye, başka bir odaya doğru gitti. Döndüğünde, içinde bir şeyler olduğu belli olan, beyaz bir mendille döndü.
- Bak oğlum ; burada tam iki bin lira para var. Sanırım senin işini görür. O anda içim coşmaya başladı. Havaya sıçramak istiyordum neredeyse.
- Git makineni al. Onun borcunu bitirince de, bu iki bin lirayı bize ödersin ; tamam mı oğlum ?
Elinden kaparcasına aldım para dolu mendili. Tekrar tekrar dualar ederek ellerinden öptüm Müzeyyen yengenin.
Koşarak geldim kahvemize. Babam, hem heyecanlı halimi, hem de elimdeki mendili görünce merakla sordu :
- Ne oluyor oğlum ? Nereden geliyorsun, o mendilde ne var ?
- Para var baba, para ! Hem de tam iki bin lira !
- Ne parası oğlum ? Kim verdi o kadar parayı sana ?
- Müzeyyen yenge verdi baba ; sinema makinesi alacağız bu parayla ! Bu defa tereddüt etmedi babam. O da sevindi. Çünkü Müzeyyen yengenin iyi biri olduğunu o da biliyordu.
- O pezevengin makinesini almayalım ama ! dedi.
- Tamam baba ! Yenisini alalım. darfilm’de iki bin lira peşinatla yenisini veriyorlarmış zaten. Muhtar da öyle almış.
- Tamam o zaman ; yarın sabah gidip alalım, dedi o da benim kadar sevinerek. Parayı uzattım. İkimiz de açıp saymadık bile. Öylece alıp sakladı babam. Şimdi heyecanla yarın sabahın olmasını bekliyorduk baba - oğul..
Fikret TEZEL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.