- 166 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DOĞRU VE GÜZEL TÜRKÇEMİ
HAYDİ TÜRKÇE DERSİNE
DOĞRU VE GÜZEL TÜRKÇEMİ NEREDE ÖĞRENEBİLİRİM?
Bilinçli ve bilgili olan bir anne varsa, önce ondan öğrenilir. Onun öğrettiği dile ana dili denir. Bu anne, hiçbir okula gitmese de, kendi büyüklerinden işittiği ve gönlünde yaşattığı “ses” kimliğini, daha çocuk bebekken ninniler ile yüreğinden diline geçirip bebeğin kulağına fısıldar. Bu sesler çocuğun biyolojik ve ruhsal gelişmesi sırasında onun ruhunda ve beynindeki gereken yerlere nakşedip, oradaki dil beceri noktalarını uyarır. Bu uyarlamalarla önce ses olarak algılar ve bu ses algılamalarının yanında beden sıcaklığı ve anne kokusu ile bebek sevildiğine, değer verildiğine inanıp güvende yani emin ellerde olduğuna kanaat getirerek tehlikesiz bir şekilde hayatının gelişmesini rahatça sürdürebilir.
Bir bebeğin ilk öğretmeni olarak sesleri, sevgiyi, sıcaklığı ve kokuyu tanıyarak dil ve iletişim konusundaki ilk dersi, birçok bedensel ve ruhsal sıkıntıya rağmen, her türlü ızdırap ve sancıları çekerek onu dünyaya getiren annesidir. Her çocuk, onu dünyaya getiren kadın, elbette bu yavrusu ile ayrı ve özel bir sevinci yaşayabilir. Bazı özel ve istenmeyen haller dışında bu olay yani annelik, bütün dinlerde, bütün kültür ve uygarlık dairelerinde saygı duyulan bir mefhumdur.
Ana yani anne konusunda gerek İslam inancında, gerek tarihi Türk kültüründe ve aynı zamanda diğer dinler ile kültürlerde de “ana” anlayışı çok önemlidir. İslam Dininde, Sevgili Peygamberimizin bir hadisinde “cennet analarının ayağı altında” olduğu açıklanmıştır ve böylece “analara” yüksek bir manevi mevki verilerek; tek şart ise Allah’ın varlığına birliğine inanmaktır ve adeta analara farklı bir şekilde değer verilmiştir.
Bizim Türk kültüründe üretici olanlara genellikle “ana” tabiri kullanılır. Ana kucağı, sıcaktır ve sevginin kaynağıdır. Türkler de ana yani kadın erkekle aynı değerdedir adeta eşitidir: Ondan dolayı, “eşitim” anlamında “eş” denir; bir de beni idare eden “han”, yani “benim han” anlamına gelen “hanım” deniyor. Han nasıl bir devleti, bölgeyi idare ediyorsa, hanım da o ailenin erkeğini idare edendir. İslamiyetin kabulüyle ataerkil (pederşahi - patriotische Familien Gesellschaft) erkek merkezli bir kültür içine girince; Ortadoğu kültürlerinin etkisiyle Türk kadını bugünkü duruma gelmiştir. Bu konu derin bir konudur ve burada üzerinde fazla durulup ana konumuz olan dil, anadil ve kimlik konusundan uzaklaşmak istemiyorum.
Onun için toprağa dayalı adeta ekilip biçilen ayak bastığımız, üstünde kurduğumuz devletimiz ve hür olduğumuzu gösteren bayrağımızın dalgalandığı yere “vatan”, bu vatanın da bize has olanına “anavatan” diyoruz. Anavatan üzerinde kurduğumuz devlete de “Devlet baba” diyoruz. Başka kültürler de özellikle Germen - Alman kültüründe ise memlekete „Vaterland“ yani “babavatan” olarak söyleniyor ama bizde “anavatan” söyleniyor ve devlete de “devlet baba” olarak ifade ediliyor. Devlet her yönüyle hür olarak ve adalet ile yöneten ve milletini gözeten - mutlu eden denir ki, vatan yani toprak üreten - doyuran demektir; yani bir annenin süt vermesi, mama yedirmesi gibi karnımızıda vatan topraklarını doğru dürüst çalışarak işlediğimiz zaman verdiği ürünlerle hem karnımız doyar, ihtiyaç fazlasını da satarak gereksinimimiz olanları temin edebiliriz.
Dilimizin ilk öğretmeni annemiz (ana) olur ve ondan sonra baba, kardeşler, dede ve nineler gelir. Dede ve nineler sözlü dili masallarla, manilerle, atasözleri, hatıraları dinleyerek konuşmayı öğrenirler, geliştirirler. Aile içinde dil öğreniminin ses algılarından sonra sözlü yani konuşma bölümü gelir. Her dilin bir başkenti vardır: Bu, o dilin en uygun ve doğru konuşulduğu yer anlamına gelir. Batı Türkçesinin başkenti İstanbul olarak kabul edilir. Türkistan Türkçesinde de Fergana kabul edilmiştir.
Türkler çok geniş bir coğrafyada yaşadıkları için lehçe ve ağızlar vardır. Bu konudaki dil üzerine yazılmış olan ilk Türkçenin ansiklopedik eseri Kaşgarlı Mahmut’un (1074) “Divanü Lügat-it Türk” Türkçemizin anıt ve baş eseridir. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı eserini (1069) tamamlamıştır. Türkçe adına çok önemlidir. Bugün dünyaya hükmeden bir çok millet yokken Göktürk (Köktürk) kağanlığı M.S. 732 yılında Orhun Abidelerinde, Türkçemizin ve Türk Devlet anlayışı ile töresini çok güzel açıklayan o müthiş eserleri taşlara nakşetmiştir. Bunun yanında runik yazıyla Pazırık Kurganından (M.Ö. V yüzyıl) ve Elegeş bölgesindeki yazılı balbal ve kurganlardaki eserlerde Türkçemizin ilk eserlerini görebiliriz.
Türkçenin dil ve kültür tarihini elbette bilim adamları, üç kıta üzerindeki geniş coğrafyada yayıldığı alanlarda çok kıymetli eserler bırakmıştır. Soyut kültürel noktaları geliştirmiş bir millet 1040 yılındaki Dandanakan Savaşından sonra Selçuklular olarak İran’a girdiler ve bu coğrafya merkezli büyük bir devlet kurdular. Fars maliye tecrübesinden yararlanırken, Fars dilini devletin resmi dili yaptılar. Askeri olarak hüküm altına aldıkları İran’ın dili olan Farsçayı resmi dil olarak; Farsçanın, Fars Kültürünün ve Edebiyatının tesir alanına girince, fethettikleri bir ülkenin kültürü ve dili tarafından fethedildiler. Bu durum Anadolu(Rum) Selçuklular’ın da Karamanoğlu Mehmet bey’e kadar sürdü.
Biz Türkler, İslamiyeti, doğrudan Araplardan almadığımız için; birçok İslami terim ve kavramlar Farsça olarak dilimize geçmiştir. Namaz, oruç (ruze), abdest, peygamber, Hüda, namazgâh, niyaz, pir, çile, baba, abdal, derviş, dergah, putperest gibi nice kelime ve kavramlar doğrudan Arapçadan değil Farsçadan alınmıştır. Ya bu kavram ve terimler doğrudan alınabilirdi, ya da tıpkı Farsça gibi Türkçeleri üretilebilirdi. Bu sayede de dilimiz gelişmiş ve zenginleşmiş olurdu. Biz Türklerde anadilimizin can damarı olan, kimliğimizi belirleyen, binlerce yılda oluşturduğumuz kültürümüzü kuşaktan kuşağa taşıyan Türkçenin önemi özellikle; siyasilerin ve ağdalı dili seven ulemanın çoğu tarafından kavranmamış, başka kimliklere hayranlık duydukları için görmezlikten gelinmiştir.
Ana Dilini yitiren bir çok millet ve topluluk içinde bulundukları milletin hakimi olsalar bile asimile - onların içinde eriyip gitmişlerdir. Şöyle tarihimize bir göz atarsak; bu konuda Orhun Abideleri büyük bilgi vermektedir. “Türk beyler Türk adını bıraktı. Çinli beyler Çin adını tutup, Çin Kağanına itaat etmiş.” (Prof. Dr. Muharrem ERGİN, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yay., 1989, 13. Baskı, sayfa : 24.)
Hunlar’ın bir kolu olan Tabgaçlar, Çin’e göç ediyorlar ve birkaç asır sonra Türkçeyi unutup, Çinlileşiyorlar.
Yine Hunlar’ın bir başka kolu Avrupa Hunlar’ı M.S. IV asırdan itibaren Demir Kapı yani Ural Dağları ile Hazar Denizi arasındaki Kavimler Kapısı da denilen yeri geçerek önce Doğu Avrupa, daha sonra da Orta ve Batı Avrupa’ya gelip devletler kuruyorlar. Birçok topluluğu hareketlendirip Batı Roma İmparatorluğunun tarih sahnesinden çekilmesini gerçekleştirdiler. Fakat, geniş bir coğrafyaya yayıldıkları ve aynı zamanda Hıristiyan misyonerlerin sistemli çalışması sonucunda önce Hıristiyan oldular ve sonra da Germen, Slav ve Latin dillerinden birine geçerek; başka milletlere asimile olup güç kattılar. Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Kumanlar. Peçenekler, Gök Oğuzlar bunlara örnektir. Bugün sadece Moldova’da Gagauzlar, din olarak Hristiyan ama dil olarak Türkçe konuşup yazarken maalesef diğerleri değil.
Biz Türkler, Bilge Kağan’ın “Ey Türk, karnınız doyunca devleti pek düşünmezsin” dediği gibi çok çabuk karışıklığa düşebiliyoruz. Bugün Orta Avrupa ve Balkanlarda “Alma, kelebek, Kumanova, Bazaralp, Dilmaç, Ataman, Balkan…” gibi bazı Türkçe kelimeler yaşıyor. Türkler, ya devletlerini yitirip güçten düştükleri zaman, ya da bir dine aşırı sevgi ile bağlanıp kimliklerini kaybedip asimile olmuşlardır. Afganistan, Keşmir, Hindistan, Pakistan, İran, Ön Asya’da ve Mısır’da bir çok Türk halkı yerli veya başka dil içinde eriyip gitmiştir.
Osmanlı imparatorluğu başlı başına bir örnektir. Devletin resmi dili, edebiyat ve bilim dilleri ayrıdır. Sarayda ve kırsal kesimde çiftçi, köylü, çoban ve yörükler Türkçe konuşulurken, aydınlar ve din adamları farklı bir şekilde konuşup yazıyordu. Harem ve Enderun okullarında hanım sultanlara ve devlet erkanına Türkçe öğretiliyordu. İmparatorluk içindeki halklar, inanç ve din bakımından, örf ve geleneklerinde serbestiler. Türkçe en azından bütün halklara “resmi ve iletişim dili” olarak herkes öğrenseydi; durum bugün farklı olabilirdi. Aynı zamanda kendi ana ve malli dillerini de öğrenmeleri gerekirdi.
Artık buradan itibaren biz yine konumuza dönelim: ilk öğretmen, sevgisiyle, kanıyla, sütüyle annedir. Ondan sonra baba, kardeşler, dede ve nineler gelir. Bunları komşular, yakın çevre ve mahalle, köy, şehir takip eder. İşyeri, cemiyet, cemaat, okul ve iş arkadaşları ile sürdürürken basın yayın organları, görsel ve yazılı kaynaklar; yani medya takip eder.
Türkçe evde sohbetlerle ilerler, kitap okumakla doğru ve güzel söyleyiş olarak gelişir. Türkçeyi konuşuyorum diyen çoktur ama söylediği sözlerin yerli yerine uymasını düşünmeden; ağzına geldiği gibi yanlış ve çok basit söyleyen çoktur. “Konuştuğunuzu şu kağıda yazar mısınız?” diye rica etseniz, ne yazı düzeni ve güzelliği vardır, ne de dilbilgisi kurallarını görürsünüz.
Dil becerisi bir insanda gelişirse; bilinci gelişir, kendisini daha rahat ve doğru, doyurucu ifade ederek toplumdaki yerini haklı olarak sağlamlaştırır, kimliğini, kimlerden olduğunu tam ve doğru şekilde ortaya koyunca “ötekileşme” ve “istenmeyen” bir duruma düşüp “aşağılık duygusuna - kompleksine” kapılarak toplumdan uzaklaşmaz - uzaklaştırılamaz.
Almanya, Avusturya, Hollanda, Fransa, İsveç, Norveç, Danimarka, İsviçre gibi ülkelerde yaşayan Türk kökenliler, kimliklerini yansıtan bu noktaya yani Türkçenin doğru bir şekilde öğrenilip, yazılmasını, okunmasını, konuşulup ifade edilmesini gayet ciddi ele almaları lazımdır. Bu işi önce aile içinde Türkçe konuşarak, sohbet ederek ve yazılı başını, kitapları okuyarak geliştirmelidirler. Dünya geliştikçe küçülüyor, bir nevi sınırlar kalkıp, diller, uzak mesafelere iletişim ve haberleşme araçlarıyla etki edebiliyor. İş imkanları küresel bir açıdan baktığımız zaman, sadece yaşadığımız bölge veya ülke ile sınırlı kalmıyor.
Yaşadığımız ülkelerin ekonomisine milyarlarca Dolar veya Euro katkıda bulunuyoruz. Bütün buna karşılık bu devletlerde bize ihtiyacımız olan hizmetleri sunuyorlar. Eğitim de bunlardan birisi… Eğitim konusunda bizim için ayrılan bütçeyi kullanmazsak, bu başka yere gidebilir. Çocuklarımızın okullarda Türkçeyi doğru ve güzel şekilde öğrenebilmesi için bu bütçeleri doğru zamanda, doğru yerde kullanmamız gerekiyor. Kanunların bize verdiği hakları öğrenip, ona göre projeler geliştirip taleplerde ama topluca bulunmalıyız. Türkçe dersine katılma kararını çocuğa bırakan bir veli, aynı yetkiyi matematik ve Almanca, İngilizce derslerinde niye çocuğa bırakmıyor? Zaten, Türkçe ile çocuğun bağı kopsun ve daha çabuk İntegration - uyum sağlasın diye gerekli yıkıcı propagandayı basın yayın, yerli öğretmenler ve görevliler her türlü şekilde yapıyorlar. (Bu konuda bizzat yaşadığım, yaşayanlardan duyduğum pek çok Türkçenin öğrenilmesi, öğretilmesi aleyhinde misaller var ama onları başka bir yazıya bırakıyorum.)
Sevgili Batı Avrupalı Türkler, Türkçe, sizin can damarınız, binlerce yıllık tarihi ve kültürel hazinenizi kuşaktan kuşağa taşıyan manevi zenginliğimizdir. Ana Dilini iyi öğrenen bir insan, başka dilleri de çok güzel öğrenebilir. Sevgiyle anamızdan, ailemizden, komşu ve arkadaşlardan öğrendiğimiz dilin kurallarını, güzelliğini kitaplarla geliştirebiliriz. Bu ana dil, derneklerde, mescitlerde, tekkelerde, camilerde, spor kulüplerinde değil; ancak ve ancak bu dersin öğretmeninden ve okullarda öğrenilir.
Eğitim bakanlığının verdiği hakları kullanmak için bir listede değil, ayrı ayrı imza taşıyan dilekçeler vererek kamuoyu oluşturmaya çalışıp, bizim vergilerimizden oluşan bütçeyi yerinde ve geleceğimiz için kullanmalıyız. Her insan, ana dilini ve inancını anayasalara göre doğru öğrenme hakkıdır, geliniz bu hakkımıza; birlik olarak ve Batı Avrupa Türklerinin geleceği için sahip çıkalım.
Halil GÜLEL
Ressam, emekli öğretmen, yazar ve şair
Düsseldorf / 21.02.2024
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.