- 200 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
CEHENNEM DEĞİRMENİ YAHUT OSMANLI’NIN SON GÜNLERİ (1)
Başlarken...
Bir ülkenin yönetim şekli ve yönetim kadrosu hayatî önem taşır ama bunlar, ülkenin kaderinde tek başına belirleyici değildir. Başta siyasî, askerî, iktisadî ve maarif kurumları ile onların kadrolarının, birbirleriyle uyumlu çalışıp çalışmadıkları da en az rejim ve bürokrasi kadar önemlidir. Devlet örgütlenmesi bir ‘orkestra’ gibi hareket etmek zorundadır. Ne tek başına ‘maestro’ bilgisi, becerisi ve öngörüsü; ne de orkestra elemanlarının tek tek yetkinliği kâfi gelir. Bütün olarak uyum ve düzen birliği kurulmadıkça ortaya çıkacak eser, bir ‘kakofoni’ olmaktan ileri gidemez.
Ülke düzeni bir anda bozulmaz; türlü uyarılarla ‘arıza’ bildirmesi yıllar sürer. Yani bozulma ve sonunda dağılma âdeta ‘bağıra bağıra’ gelir. İlk işaret fişeği 1699 Karlofça Anlaşması ile çakmış olsa da ‘yaraya pansuman’ önlemlerle 1911-1912 Balkanların elimizden çıkması ve ardından I. Dünya Savaşı başlangıcına kadar köklü ve ciddi bir yapılanmaya gidilememiştir. Sorun görülmüş ama çözüm diye ya eksik, ya yanlış düzenlemelerle zaman geçirilmiştir. Koca İmparatorluk göz göre göre dağılırken borçlanma ekonomisiyle son yıllar geçiştirilmeye çalışılmıştır.
Enver ve Talat Paşalar ile padişah Vahdettin, kötü zamanların şahsiyetleri olarak sadece ‘hain’ sıfatıyla etiketlenirlerse, hem onlara hem tarihimize haksızlık edilmiş; ayrıca buradan çıkarılması gereken asıl ders çıkarılmamış olur. Oysaki milletçe tarihimizi doğru bilmek ve anlamak görevimiz vardır. Bütün kırılma noktaları ve dönemeçleriyle İmparatorluk tarihinin ve özellikle son dönemdeki yaşanan felaketlerin sağlıklı bir analizi şarttır. Bunun için de belge, bilgi, hatırat ne bulunursa gün ışığına çıkarılmalı, kimin kaleminden çıktığına bakılmaksızın mevcut eserler okunup değerlendirilmelidir. Nitekim Rauf Orbay’ın siyasî hatıraları da bu yönüyle mutlaka dikkate alınmalıdır, kanaatindeyim.
Doğrusu bu okumayı ben, başlangıçta kendim için istedimse de, öğrendiklerimi sizinle paylaşma fikri sonradan ortaya çıktı. Kendi merakıma sizi de ortak etme arzusuna kapıldım da diyebiliriz. Bu kitabın içerik notlarını Cumhuriyet kuşağı okuyucusu için, iletilmesi ve hatırlatılması gereken kıymette gördüm. Eserin sadece İmparatorluğun yıkım süreciyle sınırlı tutulduğu, asıl ‘eserin bütününü’ okumanın yararlı olacağı unutulmamalıdır. Rauf Bey’in kitabına “Cehennem Değirmeni” adını uygun gördüğü siyasî anılarını okuyacak olanlara; güzel ülkemizin bugünlerine nasıl, hangi badirelerden geçilerek ulaşıldığı bilgisinden hareketle, bir şeyi daha hatırlatmış olmayı önemsedim: Çok değil, sadece yüzyıl önceki durumumuz ile yaşadığımız günleri kıyaslayarak “Yandık, bittik!” eyyamcılarına “Hayır, efendim! Bu ülkenin, bu milletin mutlu, umutlu bir yarını var!” demenin bir yoluydu bu çalışma! Sanırım bu metnin en büyük faydası da, esasında budur.
İsmet Bozdağ Gözüyle Rauf Orbay’ın Tarihteki Rolü ve Katkıları
“Mustafa Kemal Paşa olmasaydı, milli mücadele yapılabilir miydi? Bana kalsa, hayır!” (a.g.e. s.11) diyen İsmet Bozdağ, aynı soruyu Kâzım Karabekir Paşa ve Rauf Orbay için de sorar. Yanıtı aynıdır. Böylece adı geçen üç tarihi şahsiyet, İsmet Bozdağ’a göre milli mücadele yıllarının ‘olmazsa olmaz’ kişileridir. Ayrıca bu karşılaştırma içinde yine İsmet Bozdağ’a göre; “Rafet Paşa, İsmet Paşa (2) ve hatta Ali Fuat Paşa olmasa da milli mücadele olur, başarılabilir, bu değerli askerlerin yerini başka değerli askerler doldurabilirlerdi!” der. (a.g.e s.11)
İsmet Bozdağ, Rauf Orbay’ı şöyle tanıtmaktadır bize: “Rauf Orbay, bir İstanbul efendisi! Bir Hamidiye süvarisi...(3) Yaptıklarıyla övünmez, yapamadıkları ile yerinir!” (a.g.e, s.11) Yine Bozdağ’ın iddiasına göre, Çerkes Ethem’i Milli Mücadele’ye sokan da odur. Ayrıca Kuşçubaşı Eşref’in çiftliğinde gömülü altın ve silahlar Milli Mücadele başlayınca bizzat onun tarafından Mustafa Kemal Paşa’ya teslim edilmiştir. (4) Buna rağmen Rauf Orbay, olumlu yönleriyle ve mücadeleye katkısıyla anılmaz. Cumhuriyet’in ilk yıllarında daha çok muhalifliği öne çıkarılır. Onun Lozan müzakereleri sırasında İsmet Paşa’ya ters düşmesinin nedeni aslında, İsmet Paşa’nın hükümetle (Rauf Orbay ile) arasındaki uyumsuzluk veya Rauf Bey’in kırılgan mizacı kadar İsmet Paşa’nın da hırslı ve sivri dilli oluşudur. Başbakan olan Rauf Bey, bu tartışma ve eleştirilerin de etkisiyle görevinden ayrılmayı gerekli görecektir.(5) Oysa İsmet Bozdağ’ın nazarında Hüseyin Rauf Bey, aslında “polis gözetiminde yaşarken bile devletinin aleyhinde konuşmayan” değerli bir şahsiyettir. Nitekim vatan söz konusu olunca, bu fikir kime yarar kime yaramaz diye asla düşünmez. Bozdağ onun için; “Görüşünü devleti adına çekinmeden ortaya koyacak kadar yiğitti!” der. (a.g.e, s.20)
Yıl 1944... Rauf Orbay, Türkiye’nin Londra Büyükelçisidir. II. Dünya Savaşı bütün şiddetiyle sürerken Türk Dışişleri Bakanlığı tam bir kargaşa içindedir. Bakanlık görevindeki Numan Menemencioğlu’nun zekâ ve tecrübesi ile Rauf Orbay’ın özel çabaları olmasa devlet kolayca zaafa düşecektir. Bakanlık kuryeleri deneyimsiz ve yetkin olmayan tanınmış kimselerin yakınlarından seçildiği için önemli devlet bilgileri kolayca yabancıların eline geçmektedir. (6) Rauf Orbay, bu hususun önemini yüz yüze görüşmek, bir sonuç alamazsa görevinden ayrılmak düşüncesiyle Türkiye’ye döner. Aynı günlerde İngiltere ‘Kahire Konferansı’ düzenlemiş ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de bu konferansa davet edilmiştir. İnönü, bu konferansta kendisinden İngiltere’nin yanında savaşa girilmesi istenir. İnönü, nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini tartışmak, bir karara varmak üzere 14 Ocak 1944 günü Çankaya Köşkünde bir ‘mini’ konferans tertip eder. Rauf Orbay da konuk olarak çağrılanlar arasındadır. Cumhurbaşkanı, ona da fikrini sorar. Rauf Bey, İnönü’ye İngiltere’nin silah yardımı ve desteği sözünü yerine getirilmediğinden bahisle İngiliz hükümetine “Sözünüzü tutun, sözümüzü tutalım.” yanıtının verilmesini önerir. İsmet Bozdağ, şöyle der: “İnönü, Kahire Konferansına bu müzakere anahtarıyla gitti!”
I. Dünya Savaşı’nın Koşulları Oluşuyor
‘Avrupa kıtasının baştanbaşa bir savaş alanı hâline geleceği, dünyanın birbirine gireceği günler’ yakındır. Bundan sadece üç ay kadar önce Rauf Bey; İngiltere’nin Armstrog tersanesinde yapımı tamamlanan ve kendisinin de süvari tayin edildiği “Sultan Osman” adlı yeni nesil savaş gemisini (dretnot) teslim almak üzere, maiyetinde bin kadar mürettebat ve asker olduğu hâlde, ‘Reşid Paşa’ vapuruyla Londra’ya gelir. Aslında Brezilya adına yapımına başlanan bir gemidir, ‘Sultan Osman’. Ama Brezilya hükümeti, komşuları Şili ve Arjantin ile ‘donanmalarına yeni gemi katmamak’ hususunda anlaşınca elde kalan bu gemiye Osmanlı hükümeti talip olur. Nitekim son taksit olarak 700.000 Osmanlı lirası da ödenmiş, geminin teslim tarihi olarak 2 Ağustos 1914 günü kararlaştırılmıştır. Ne yazık ki parası ödenen ve tamamlanmış bulunan Sultan Osman dretnotu, Avrupa’daki genel savaş ortamı bahane edilerek teslim edilmeyecek, İngiliz hükümetince gemiye el konulacaktır. (7) Rauf Bey çaresiz, maiyetiyle birlikte yurda dönüş kararı verir. Dünya savaşı kapıda olduğundan, ayrıca denizler mayınlandığı için, seyir ve sefer de gemilere artık güvenli değildir. Reşit Paşa vapurunu sırf bu yüzden, yolunu uzatarak, İrlanda üzerinden adayı kuzeyden dolanıp Lizbon’a kadar getirmeyi başarmıştır ki, Amiral Şoson komutasında hareket eden Almanya’nın meşhur ‘Goben’ ve ‘Breslav’ kruvazörlerinin, Akdeniz’i kontrol eden üstün İngiliz ve Fransız donanmalarının baskısından sıyrılarak kapağı Çanakkale Boğaz’ından geçip İstanbul’a attığını haber alırlar. Osmanlı hükümeti savaşın tarafı görünmemek adına bu iki gemiyi (seksen milyon marka) satın aldığını ilan ile gemilere alelacele ‘Yavuz’ ve ‘Midilli’ adını verir. Amiral Şoson ilerleyen zamanda, aynı gemileri ve dahi Osmanlı donanmasından bazı gemileri de sevk ve idare ederek Karadeniz’e açılacak; Rus kıyılarını topa tuttuğu gibi Sivastopol açıklarında karşılaştığı bir Rus nakliye gemisini de batıracaktır. Enver Paşa tarafından Bahriye Erkân-ı Harbiye Reisliğine getirilen Rauf Bey, bu Alman Amirali ile uğraşmak zorunda kalacak ama itirazları yeterince karşılık bulmayacaktır. Nitekim Rauf Orbay anılarında; “Bahriye Erkân-ı Harbiye Reisi (Deniz kuvvetleri Komutanı) olduğum zaman, Nazır Cemal Paşa, Dördüncü Ordu Kumandanı olarak Suriye’de bulunduğundan, Bahriye Nezaretine Enver Paşa vekâlet ediyordu. Bu durumdan istifade eden Donanma Kumandanı Alman Amiral Şoson, donanmayı tam bir istiklâl ile sevk ve idare etmekle kalmayarak, başlıca şube müdürlerine Alman subaylar tayin ettirme suretiyle bütün işlerine el koyduğu Bahriye Nezaretini de kayıtsız şartsız idare altına alıp Alman maksat ve menfaatlerine hizmetkâr kılmış ve böylece bizim menfaat ve ihtiyaçlarımızı göz önünde tutmakla ödevli olan yetkili makamlarımızdan mütalaa beyan etmek fırsat ve imkânlarını dahi selbeylemiş (ele geçirmiş) bulunuyordu.” diyecektir. (a.g.e, s. 30)
Rauf Bey’in İstanbul’a geldiği tarihlerde ülke yeni bir savaşa hazırlanmaktadır. Kısmî seferberlik ilân edildiği gibi, Meclis-i Mebusan da üç aylığına kapatılmıştır. Harbiye Nazırı ( savunma bakanı) Enver Paşa ile makamında görüşen Rauf Bey, kendisine teklif edilen yeni görevi, gönülsüz de olsa yüklenecektir. Enver Paşa, bu görevin esasını şöyle belirtir: “Bahis mevzuu olan iş, Afganistan’ı İngilizler aleyhine harbe girmeye hazırlamak...” (a.g.e, s.23) Aslında bu plan ve görevi Enver Paşa’ya dayatan da Almanya’dır. Madem dünya savaşa giriyor, Hindistan’ı elinde tutan İngiltere’ye zorluk çıkarmak gerektir. Bunun için Afgan Emiri Habibullah Han para, nişan ve değerli hediyelerle ikna edilecek; Afganistan savaşa sokularak, İngiltere’ye yeni bir baş ağrısı verilecekti.
Dünya, Kaynayan Kazan...
Rauf Orbay’ın yol hazırlıkları; yanına verilecek kişiler ile Afganistan’a gidiş güzergâhı belirlenerek tamamlanır. Almanya’nın bir zaman İran’da konsolosluk yapmış iyi derecede Farsça bilen ‘Fon Van Muss’ adlı görevli kişisi (8) bir sandık dolusu altınla Almanya tarafından Orbay’ın maiyetine katılmak üzere İstanbul’a gönderilmiştir. Bu seyahat savaş ve çetin coğrafya koşullarında zorlukla ilerler ama beklenen sonucu vermez. İlk etapta Halep şehrinde bile ‘Baron’ otelinde bir aydan fazla beklemek zorunda kalırlar. Alman Amiral Şoson marifetiyle bilerek savaşın tarafı hâline getirilen Osmanlı, harbe girmiş olur. Bu durum, Rauf Bey’in yolculuğunu daha da zorlaştırır. Halep, Bağdat ve Tahran üzerinden planlanan Afganistan seyahati bir türlü gerçekleşmez. Zaten İran’ın kuzeyi Rusların, güney bölgesi ise İngilizlerin kontrolündedir ve her iki ülkeyle de Osmanlı savaş hâlinde bulunmaktadır. Herkesin eli kolu bağlanmış gibidir. Ne Irak’ın Kura şehrindeki Cavit Paşa, ne de Tahran Sefiri Asım Bey yardımcı olabilirler. Halep’ten Bağdat’a ve oradan da Dicle vapuru ile Kura şehrine giderken emirlerine verilen İstanbul’daki Alman Askerimiliteri’nin ‘Benz’ marka aracı bile ayrı bir sorun olmuştur. Rauf Bey şöyle der: “Bu yolda ilk defa otomobil gördükleri anlaşılan Araplar, “Şeytan! Şeytan!” diye ürküyorlar ve hancılar bize kapılarını açmıyorlardı. Biz bu yolda iken İngilizler de Basra’yı almışlardı.” (a.g.e, s. 25)
Alman İmparatoru’nun, İngilizleri Hindistan coğrafyasında Afganistan üzerinden meşgul etme planı uygulanamayacaktır. Irak ve İran büsbütün karışmış; bu arada Enver Paşa’nın aynı zamanda amcası olan Halil Paşa ‘Kuvve-i Seferiye’ kumandanı olarak Tebriz üzerinden Azerbaycan’a ulaştığından, bu bölgede bulunmanın bir anlamı kalmamıştır. Nitekim Enver Paşa’nın onayını da alan Rauf Bey, beraberindeki askerleriyle birlikte çok güç koşullarda önce Kerkük’e ulaşılır. Oradan da at sırtında Mardin yakınlarına kadar gelen heyet, Halep üzerinden İstanbul’a tren yolculuğuyla ulaşmış olurlar. Bu süreçte Rauf Bey, yarbay rütbesi alarak yine Enver Paşa’nın uygun görmesiyle Bahriye Erkân-ı Harbiye Reisliğine atanmıştır. Rauf Bey’in, Enver Paşa’nın kişiliği (9) ve 1. Dünya Savaşı’na girmemizdeki rolü hakkındaki görüşü, yakın tarihimiz için gerçekten önemlidir: “Enver fevkalâde dürüst, efendi, namuslu bir adamdı. Hele her şeyin üstündeki vatanseverliğine toz kondurmak imkânı yoktur. Onun hakkındaki tek itham(suçlama ) da, memleketi umumî harbe sokmasıdır. Bence bu itham da varit (geçerli, olması beklenen) değildir. Zira biz umumî harbe girmemiş olsaydık, o zaman İngilizlerin müttefiki olan Ruslar, Türkiye’ye girerlerdi. Biz eğer harbe girmemiş olsaydık, Rusya’da Bolşeviklik inkılâbı olmaz, Çarlık idaresi devam eder ve bu idare hele bir büyük harbin galibi olunca, öteden beri göz diktiği Boğazlar ve İstanbul’u mutlaka ele geçirmek yolunu tutardı.” (a.g.e, s.30)
Almanya’nın Garip Tutumu
Bu noktada bir de, sözde kader ortaklığı ettiğimiz Almanya’nın tutumuna bakmak gerekir. Onların Osmanlı ordusu üzerindeki baskısı, askerî yönetim kademelerini ele geçirme ve buralarda sadece kendi ülkelerinin çıkarlarını gözeterek davranmaları gerçekten İmparatorluk askeri ve bürokrasisi için çok ağır olmuştur. (10) Alman Amiral Şoson, donanma komutanı sıfatıyla haddini aşan tavırlar sergiler. Rauf Bey, gelinen noktayı şöyle açıklamaktadır: “Bu amiral bizden kimseyi tanımaz, hatta donanmamıza ait raporlarını Başkumandanı Enver Paşa’ya dahi vermeyip ‘Ben her şeyi bağlı bulunduğum Alman karargâhına veriyorum.’ derdi. Bahriyemizin bu şekilde Alman tahakkümü altına girişi yüzünden, denizcilerimizi pek haklı olarak üzüp izzet-i nefislerini rencide eden birçok hadiseler oldu.” (a.g.e, s.31)
Erkânı-ı Harbiye Reisi olarak atandığında Rauf Bey’in ilk işi başta Amiral Şoson olmak üzere Bahriye nezaretinde yuvalanmış çeşitli kademelerdeki Alman subaylarını zat işleri müdürlüğü gibi görevlerden derhal uzaklaştırmak olur. Ancak bu sefer de yine Amiral Şoson marifetiyle olsa gerek ‘Bahriye Müşaviri’ namıyla bir Alman Amiral çıkıp gelir. Buna Kasımpaşa’daki eski Bahriye Nezareti binası olan Divanhanenin Hünkâr dairesinde bir yer tahsis edilir. Ülke yönetiminde söz sahibi olanların içler acısı durumunu göstermesi bakımından ibretlik bu hadiseyi gelin, bir de Rauf Bey’den dinleyelim: “Benimle görüşmek istedi, gittim. Nezaketle karşıladı. Hoş beşten sonra ‘Bahriyenin ıslahı için hazırlanmış projeniz var mı?’ deyişi üzerine, ‘Evet, var!’ dedim. ‘Görebilir miyim?’ diye sordu. ‘Hayır, maalesef veremem.’ deyince, ‘Niçin?’ dedi. ‘Çünkü ben ancak Bahriye Nazırına karşı sorumluyum. Siz görmek istiyorsanız, Bahriye Nazırı vekili Enver Paşa’ya gider, ondan istersiniz.’ karşılığını verdim. Bu konuşma ile yanından ayrıldığım Amiral, ertesi gün Enver Paşa’ya gitmiş. Aralarında nasıl bir konuşma geçtiyse artık, Enver Paşa bize, Divanhaneye geldi. Doğru odama girdi. ‘Nedir bu mesele yahu? Alman Amiral bana geldi.’ deyince ben de olup biteni anlattım. Almanların bütün gayretlerime rağmen hâlâ bize tahakküme çalıştıklarını ve şimdi hiçbir müracaat ve teşebbüsümüz, hatta haberimiz olmadan bu adamı müşavir diye göndermiş olduklarını söyledim. Enver Paşa düşündü. Almanlara karşı yüzü tutmadığı için, ne yapacağını kestiremiyordu. ‘Vallahi Rauf Bey, sen haklısın ama bilmiyorum. En iyisi bu Amirali de al, beraber Şam’a gidin. Bu işi Cemal (o sıralar 4. Ordu Kumandanı olarak Suriye’de bulunan Cemal Paşa) halletsin. Asıl mesul odur. Onunla görüşün.” dedi. (a.g.e, s.32-33)
Ordu İçindeki Huzursuzluk
Benzer durum Osmanlı üst düzey subayları arasında da vardır. Yetkili olanların kifayetsizliği kadar görev ve yetki alanlarının paylaşımındaki özensizlik ve karışıklık, yanı sıra laf taşıma, İstanbul’da karar merkezinde görev ve mevki kapma kaygısı açıkça görülür. Rauf Bey’in hatıratından bunlara da birkaç örnek verelim: “Amiral Şoson ile yalnız bir defa İstinye’de bulunan Yavuz’da (kruvazör) karşılaştık. Enver Paşa ile beraber gitmiştik. Enver Paşa giderken bir şey söylememişti. Gidince: ‘Kudüs’ü müdafaa için Yavuz’la Filistin cephesine asker göndermek istediğini’ söyledi. Şoson buna muarızdı (karşıydı). Ben Enver Paşa’ya dedim ki: ‘Yavuz’u gözden çıkarmadıkça bu olmaz. Eğer Yavuz Boğaz’dan çıkarsa, bir daha dönemez.” (a.g.e, s. 36)
“Mustafa Kemal Paşa ile ancak İstanbul’da bulunduğumuz zamanlar buluşabiliyorduk. Fırsat buldukça Beşiktaş Akaretlerde oturduğu eve gider, ziyaret ederdim. Fakat bu defaki gelişinde pek üzgündü. Anlattığına göre ordu kumandanı olarak Halep’te iken, Enver Paşa ile aralarında çıkan bir anlaşmazlık sebebiyle istifaya karar verdiği günlerde, Ordu Kumandanı Cemal Paşa da, keza Enver Paşa ile ‘Hicaz ve Medine taraflarındaki yetki sınırlarını tespit meselesinden’ aralarındaki anlaşmazlık nedeniyle Şam’dan İstanbul’a geçişte Halep’e Mustafa Kemal Paşa’nın yanına uğramış ve ona ‘Biraz sabret, bekle, meseleyi halledemezsem, sana bildiririm, o zaman beraber istifa ederiz.’ demiştir. Fakat İstanbul’dan geri dönüşünde bu kez, kendi sorununu çözen Cemal Paşa, sözünü unutarak Mustafa Kemal’e nasihat etmeye kalkar: ‘Canım vazgeç! İşi büyütme! Niçin böyle şeyler yapıyorsun? Zamanı mı şimdi, sakin ol!” (a.g.e, s. 37) Nitekim Mustafa Kemal buna fena hâlde sinirlenmiş, hemen İstanbul’un yolunu tutmuştur.
Rauf Bey, birkaç gün sonra tekrar yanına uğradığında onu daha kırgın ve öfkeli bulacaktır. Mesele, bu defa da şudur: Eski valilerden Memduh Bey’in Şişli’deki evinde düzenlenen bir eğlenceye davet edilen Mustafa Kemal, aynı ortamda apartmanın üst katında oturan Arap Tevfik’le de karşılaşmış, Cemal Paşa’nın eski kâtiplerinden olan bu zat ‘Cemal Paşa sizi pek sever.’ filân deyince öfkesine yenilip zaten kızgın olduğu Paşa hakkında ‘Senin Cemal Paşa’na da!’ türünden ağır sözler etmiştir. Ve ne tesadüftür ki, birkaç gün sonra Şişli’de bu kez otomobili içindeki Cemal Paşa ile karşılaşacak, aksi gibi, Paşa onu aracına davet edecektir. Mustafa Kemal, ‘Nedir bu benim başıma gelenler! Evvelki gece böyle oldu, sabahleyin de böyle! Başımıza iş açtık. Şimdi gider Tevfik (Arap Tevfik), sofradaki sözlerimi Cemal Paşa’ya anlatırsa...’ diye kaygılanır. Rauf Bey onu sakinleştirmeye çalışarak, “Dur bakalım, telaş etme Paşa!” der. Doğru Bahriye Nezaretine Cemal Paşa’nın makamına gider. “Bir de baktım ki Enver Paşa’ya telefon ediyor. Meğer Tevfik, hakikaten gitmiş, yetiştirmiş.” (a.g.e, s. 37-38) Rauf Bey, iki ordu kumandanının arasını bulmaya çalışır: “Ertesi gün öğle vakti, Perapalas’taki sofra başında Cemal Paşa, ben ve Mustafa Kemal Paşa ile yaveri Salih... Dördümüz toplandık. Hiçbir şey olmamış gibi yenildi, içildi.” (a.g.e, s. 38)
Kimin Eli Kimin Cebinde Belli Değil...
Başta Payitaht İstanbul olmak üzere, yurdun her yanında asayişsizlik kol geziyordu. Ahmet İzzet Paşa kabinesine girmeye zorla ikna edilen ülkenin hazırdaki tek yetkin maliyecisi Cavit Bey, hazinenin durumunun çok sıkıntıda olduğunu elbette biliyordu. Nitekim, Meclis-i Mebusan sunumunda: “Devletin masraflarını temin eden esas geliri, Alman hazine tahvilâtı karşılığı olarak Almanya’da basılan kâğıt paraların teşkil ettiği; harp hâlinin, gümrük resmi (gümrük vergisi) gibi ağnam (küçükbaş hayvan vergisi) ve aşar (Onda bir toprak ürünü vergisi) rüsumunu da hiç mesabesine (derece, değer) indirdiği, Almanya ile bağlılığımız kesilince devletin zarurî masrafları için elzem (gerekli) olan paranın karşılığını memleket kaynaklarından sağlamanın imkânsız olduğu ve kendisinin son nezareti (Talât Paşa kabinesindeki Maliye bakanı görevini hatırlatarak) zamanında iktisat edip (tutumluluk gösterip) ihtiyat olarak (yedek olarak) muhafaza eylediği 14 milyon liralık evrak-ı nakdiyeden (banknottan) başka hazinede para kalmadığı görülüyor.” diyecektir. (a.g.e, s. 60) Genel seferberlik sonucu iş tutacak genç erkekler askere alınmış; çoğu ya şehit, ya iş göremez hâlde gazi olarak ya da düşmana esir düşerek üretim dışına çıkmıştır. Memleketin bütün imkânları, savaşın fırsatları, ‘mutlu azınlık’ eline geçmiştir.
Dahiliye Nazırı (İçişleri bakanı)Ali Fethi Bey’in açıklamaları da bundan farklı değildir. “Yurdumuz baştanbaşa asayişsizlik içinde yürüyor. İdare amirleri ve memurları harbin doğurduğu türlü sebepler yüzünden nüfuzları kırılmış ve nefislerine itimatları kalmamış bir hâlde bulunuyor. Jandarmanın muallim zabitleriyle efradı orduya alınarak elden çıkmıştır. Yüz binlere varan asker kaçakları, memleket içinde yer yer haydutluklarla asayişsizlikleri günden güne artırmaktalar. Birkaç gün evvel şakiler Bandırma-İzmir trenini durdurup yolcuları soymuşlardır.” diyecektir. (a.g.e, s. 60)
Yolsuzluk, vurgun ve azınlıkların ülkeye ve millete verdiği zararın haddi hesabı yoktur. İstanbul’un Beyoğlu semtinde özellikle Rum vatandaşların, Fener Rum Patrikliğinin kışkırtmasıyla yer yer gösteriler düzenlemeleri, memleketi bir iç savaşa doğru hazırlamaktadır. Buna da zemin uygun olup İstanbul halkında pahalılık ve yeme içme sorunu büyüktür. Yine Rauf Bey’e kulak verelim: “İstanbul’da yolsuzluklardan başka müthiş bir ihtikâr (vurgunculuk) da vardı. İktidar fırkasında (partisinde) sivrilmiş bazı kimselerle bunların alâkadar bulundukları bazı teşekküller (kurum, kuruluş) memlekette yetişmediği için dışarıdan getirilmesi gereken şeker gibi bazı gıda maddelerini inhisara alıp (tekel) çok yüksek fiyatlarla halkı soyarcasına satıp duruyorlardı.” (a.g.e, s. 50)
Osmanlı için Tek Çözüm: Barış Masasına Oturmak
Dedeağaç’tan Adriyatik kıyılarına kadar uzanan bir savunma hattı üzerinde toplam 600.000 kişilik müttefik askeri kuvveti, Fransız Generali Franche Despere kumandasındaki askeri gücün taarruzlarıyla erimişti. Nitekim başta Bulgar kuvvetleri olmak üzere Alman ve Avusturya-Macaristan birlikleri, İtilâf devletlerinin üstün askeri gücü karşısında dağılarak ateşkes ister duruma geldiler. Böylece savunmasız kalan Trakya bölgesi ve bilhassa Edirne her an elden çıkabilirdi. Rauf Bey alınan geçici tedbirden şöyle söz eder: “Enver Paşa, istifasından birkaç gün evvel Romanya’dan getirttiği bir alay Alman askerini Edirne civarına sevk ettirmiş ise de, bunun da ehemmiyeti yoktu.” (a.g.e, s. 59-60) Bu durum, aynı zamanda İstanbul’un işgal edilmesi tehlikesini beraberinde getiriyordu. (11) Henüz hükümet kurma aşamasındaki Ahmet İzzet Paşa, Rauf Bey’e ülkenin durumunu üzüntü içinde şöyle özetleyecektir: “Bulgarlar on günden beri mütareke yaparak harpten çıktılar. Bu yüzden Trakya hudutlarımız, Makedonya’da artık serbest bulunan büyük İtilâf kuvvetlerine karşı açık, müdafaasız kalmıştır. İstanbul, istilâ tehlikesine maruzdur. Filistin Cephesindeki üstün düşman orduları karşısında, mühim kısımlarını kaybeden kuvvetlerimiz esir olmamak için perişan bir vaziyette ric’at ediyorlar.(12) Irak cephesinin durumu da aşağı yukarı bu hâlde.” (a.g.e, s. 45)
Tek kazançlı çıktığımız bölge Şark (Kafkas) cephesi görünüyordu. O da bir askeri başarıdan çok, Çarlık Rusya’daki 1917 ihtilâli sonucuydu. Ardahan, Kars, Batum (sonradan geri verilecektir) bize iade edilmişti. Şark Ordumuzun karşısında bulunan Rus kuvvetleri ihtilâl yüzünden geri çekilirken donattıkları Ermeni kuvvetleriyle savaşmak suretiyle Vehip Paşa kumandasındaki kuvvetlerimiz Bitlis, Erzurum ve Erzincan civarını tekrar ele geçirmeyi başarmışlardı. Rusya, ihtilâl sonrası sıkışmıştı. Savaş esirlerinin takası ile kalıcı barış ilânını kendisi için gerekli görerek bir antlaşma yapılmasını istiyordu. “Bunun üzerine Kopenhag’da Rusya, Türkiye, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan arasında bir toplantı yapılmasına karar verildi.” (a.g.e, s.39) Kopenhag’da esir takasının şartları görüşülürken bir dahaki toplantının Brest-Litovsk’ta barış antlaşması için olması kararlaştırılır. Rusya kendisi için çok ağır sayılabilecek koşullarda barış antlaşmasına imza attı. 2 Mart 1918’de imzalanan bu antlaşmaya göre Rusya, bütün isteklerimizi kabul ediyordu. (13)
....
(1) Bk. Rauf ORBAY, Cehennem Değirmeni “Siyasi Hatıralarım” Truva Yay. 2. baskı, Ekim 2020 (Ayrıca bu eserin ilk basımı: Feridun Kandemir, Hâtıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, Sinan Matbaası, İstanbul-1965. Aynı eser daha sonra Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni-Siyasî Hatıralarım- I, II İstanbul-1993 Eko Ofset, Emre Yayını, iki cilt olarak basılmıştır. Bu eserin 2003 basımı ise; Rauf Orbay, Siyasî Hatıralar, İstanbul-2003 Yaylacık Matbaası, tek cilttir.) Meraklıları için bk. Hüseyin Rauf Orbay’ın Hayatı (1880-1964) Dr. Mustafa ALKAN, Gazi Ünv. Fen-Edebiyat Fak. Tarih bölümü. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi.
(2) İsmet Bozdağ’ın İsmet Paşa (İnönü) hakkındaki değerlendirmesinin aksine (Hüseyin) Rauf Bey, İsmet Paşa’yı ayrı bir yere koymaktadır. “Albay İsmet Bey’in, geceleyin Haydarpaşa’ya varacağı zamanı sorup öğrenerek bizzat karşılamaya gittim. Kendisiyle 31 Mart 1910 isyanını bastırmaya gelen Hareket Ordusu İstanbul’u işgal ettiği gün, Kâzım Karabekir Bey vasıtası ile tanışmıştık... İsmet Bey çok zeki ve cevvaldi. Sade, sıcakkanlı ve pek sevimli idi. Her hâl ve tavrı ile kendini tanıyanların daima muhabbet ve saygısını kazanmıştı... Çok sevdiğim, meziyetlerine meclûp (tutkun) olduğum İsmet Bey’in mütehassiri (özleyeni) idim... Bu müşkül günlerde İstanbul’a gelmesi ferahlık veriyordu... Sevinçle karşılaşıp kucaklaştık. Zayıf, yorgun ve yüzü solgundu. Arka arkaya geri çekilmelerin verdiği üzüntü ve tutulduğu sıtmanın tesiriyle Halep’te yattığı hastanede, uzunca bir tedavi görmüş hâlâ da kendine gelememişti. Lakin asla meyus (karamsar) değil, aksine yarından ümitli ve hizmete hevesli olduğu görülüyordu... O, dinlenmeye ihtiyacı olduğu hâlde, Harbiye Nezareti müsteşarlığı görevini alır almaz, geceli gündüzlü çalışarak, o günlerin şartlarına göre yüksek derecede başarı gösterdiğine bizzat şahit olmuştum.” diyecektir. (a.g.e, 154-156)
(3) Balkan Savaşları başladığında Hamidiye kruvazöründe süvari idi. I. Balkan Savaşı sırasında Yunan donanması Çanakkale’yi abluka altına almıştı. Rauf Bey komutasındaki Hamidiye, ablukadan kaçmayı başararak Akdeniz’e açıldı; tarihin ilk korsan kruvazör harekâtını gerçekleştirdi. 7 ay 24 gün süren harekât, bütün Akdeniz’i, zaman zaman Kızıldeniz’i de içine alıyordu. Harekât boyunca Hamidiye Sırbistan’da askeri tesisleri bombaladı; düşman savaş ve ticaret gemilerini batırdı, Çanakkale ağzındaki Yunan baskısını azalttı. Bütün dünyada basının gün gün takip ettiği bu harekât Osmanlı Devleti açısından büyük bir propaganda başarısı sağladı. Rauf Bey kamuoyunda “Hamidiye Kahramanı” olarak tanındı. (bk. Vikipedi- özgür ansiklopedi; Rauf Orbay maddesi)
(4) “Ben, kendisiyle 1945 ara seçimleri sırasında tanıştım... Milli mücadele günlerinden beri tanıştıkları için güvendiği ve bu yüzden hatıralarını yazmaya izin verdiği yazar Feridun Kandemir aracılıyla kendisinden randevu aldım ve gittim.” diyen İsmet Bozdağ, ilerleyen günlerde Rauf Orbay’a Kuşçubaşı Eşref çiftliğindeki ‘gömü’ hakkında da soru yöneltecektir. ‘Kuşçubaşı Eşref’in çiftliğinde silah ve para gömülü olduğunu nereden biliyordunuz?’ diye sorduğunda, ‘Siz, bunu nereden biliyorsunuz?’ der. Anlattım. Dikkatle dinledi; sonra bazı noktaları düzeltti ve şöyle konuştu: Avrupa devletlerinin baskısından Osmanlı Devleti bunalınca, bu sıkıntıyı ortadan kaldırmak için, Batı Trakya Cumhuriyeti diye bir özerk devlet kurduklarını biliyorsunuz. Bağımsız gibi hareket eden fakat aslında Osmanlının İttihatçı kanadına bağlı tutumunu koruyan bu devletin artan baskılar yüzünden feshedilmesi gerekti. Feshettiler, fakat devletin elinde birikmiş bazı paralar ve Bulgarlardan ganimet olarak ele geçirilmiş sürüler vardı. Bunları sattılar ve elde edilen parayı altına çevirerek Kuşçubaşı Eşref’e teslim ettiler. Kuşçubaşı Eşref de-bir gün gerekeceğini düşünerek-çiftliğine gömdü. Ayrıca Enver Paşa, savaşın kaybedileceğini kestirince, ülkenin istila edilmesi halinde gerilla savaşı yapılabilsin diye, bazı yerlere silah yerleştirmiştir. Bu silah yerleştirilen yerlerden biri de Kuşçubaşı’nın çiftliğiydi.” (a.g.e, s.14-15)
(5) Rauf Bey, Lozan’a gidecek heyete kendisinin başkanlık etmesi teklifine, konferansa katılacak devlet temsilcilerinin hariciye vekillerinden (dışişleri bakanlarından) oluştuğunu söyleyerek bunu uygun görmez. Yerine Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’i önerirse de Yusuf Kemal Bey gönülsüzdür. Nitekim rahatsızlığını öne sürerek bakanlıktan istifa eder. Yerine İsmet Paşa Hariciye Vekili olur ve böylece onun Lozan Konferansına başkanlık etme durumu kesinleşir. Lozan’a giden heyette ön hazırlık yapılmış hükümet kararları dosyalar içinde hazır edilmiştir. Yine de anlık telgraf ve telefon bağlantısı kurularak, bazı hususlarda heyetin icra kuruluna soru sorması, cevap istemesi sağlanmıştır. Fakat Köstence hattı üzerinden İsviçre’nin Lozan kentine bağlanmak gerekmekte, başka bir hat seçeneği bulunmamaktadır. Ayrıca bu hat İngiliz ve Fransız hükümetlerinin kontrolünde olduğu için çok güvenli de değildir. Nitekim (o sırada İngiliz Dışişleri Bakanı olan Curchill’in yıllar sonra kaleme aldığı anılarında buna dair bilgi vardır. Şifre kırılmakta bilgiler ele geçirilmektedir.) mesaj şifreleri kırılıp İsmet Paşa ile Türkiye hükümetinin görüşmeleri düşman devletlerin eline geçmektedir. Bu zor şartlarda bunalan İsmet Paşa, Ankara’daki yetkililere sitem eder, bazen ağır ithamlarda bulunur. “İsmet Paşa, bilhassa hükümetten sorduğu şeylere, sıkışık durumlarda istediği talimata, bizim pek geç cevap vererek kendisini müşkül vaziyetlere soktuğumuzdan şikâyet ediyor. Bu şikâyetlerini bazen, doğrudan doğruya Mustafa Kemal Paşa’ya yapıyordu. Halbuki ona çektiği telgraflar da-şifre yalnız hükümet reisinde bulunduğundan-benden geçiyordu... Hükümetçe tercih buyurulan bu şeklin 93 seferinin saraydan idaresinden farkı yoktur.” suçlaması gerçekten çok ağırdı. (a.g.e., s.394) Rauf Orbay çok kırılmıştır, Lozan heyetini, yurda dönüşünde karşılamaz. “Mustafa Kemal Paşa şaşırdı. ‘Demek onu istikbâl de etmeyeceksin?’ ‘Hayır!’ dedim. Beni mazur görün. Bunca yersiz tarizlerinden sonra, artık İsmet Paşa ile karşı karşıya gelemem.” (a.g.e., s.406) Fakat Rauf Bey’in hükümet başkanlığından ayrılması, sadece İsmet Paşa ile sürtüşmesine bağlanamaz. Rauf Bey’in istifasına giden süreçte önemli sebeplerden biridir, bu kırgınlık... Asıl Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi ve meclis içindeki muhalif milletvekillerinin bu cinayette hükümetin yetersizliğini öne sürüp onu sürekli eleştirmeleri üzerine Rauf Bey başbakanlık görevinden istifa eder ve hükümet dağılır.
(6) Rauf Bey, Şükrü Saraçoğlu hükümetinin bakanlar kurulu toplantısına davet edilir. II. Dünya Savaşı öncesi, Londra Büyükelçisi görevi nedeniyle İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinin genel durumu hakkında bilgi alınmak istenmektedir. Rauf Bey, beş saat kadar konuşur, anlatır durumu. Sonra “Müsaadenizle biraz da kendi kendimizi anlatayım.” diyerek Hariciyenin epeydir Londra’dan şikâyet ede ede bir türlü önüne geçemediği berbat haline temasla, bilmem ne müdürü veya reisi diye rast gelenin eline kurye pasaportu verilerek gönderildiğini ve bunların çoğunun döviz kaçakçılığından başka bir şey yapmayarak, kendilerine emanet edilen mahrem evrakı layıkıyla muhafaza edemeyerek başkalarının eline geçmesine sebep oldukları gibi, birtakım devlet sırlarını da benden evvel şuna buna duyurduklarını anlattım.” der. Vekillerden biri: ‘Beyefendi!’ dedi, ‘Altın oralarda serbesttir.’ Ben de hayretle: ‘Ya!’ dedim. ‘Demek ki Hariciye memurlarına altın kaçakçılığı yapmak imtiyazı veriyorsunuz!’ Aynı vekil bu sefer de: ‘İyi ama Beyefendi!’ dedi. ‘Harpten evvel Beyoğlu’nda bir tek Türk dükkânı yokken, şimdi birçok Türkler orada iş sahibi oldular, dükkânlar açtılar, müesseseler kurdular...’ Beyoğlu’nu kaçakçılıktan yetişmiş Türk işadamları ile doldurmak sevdasında olan bu Vekil Bey’e benim derdimin devlet sırlarını muhafaza olduğunu ve bütün medeni milletlerin namusları gibi üstüne titredikleri bu sırların bilhassa o buhranlı günlerde bizim için hayatî bir ehemmiyeti haiz olduğunu ve bazen bir ‘mahrem kâğıdın’ veya ‘sırrın’ başkasının eline geçişi ile telâfisi imkânsız zararlara ve hatta felâketlere uğranabileceğini anlatamayacağımı görerek, sadece hükümet heyeti içinde bu zihniyette kimselerin bulunuşu karşısında, memleket hesabına büyük bir üzüntü duydum.” (a.g.e. , s. 530-531)
(7) Şili hükümeti için Vikers tersanesinde yapımına başlanan ancak Şili tarafından bu geminin alımından vazgeçilmesiyle yine Osmanlı’nın talip olduğu ‘Reşadiye’ dretnotu da aynı akıbete uğrar. Pazarlığı yapılıp anlaşmaya varılarak adı dahi belirlenen dretnot savaş gemisi ile iki adet torpido destroyerimizin kaderi de, ‘Sultan Osman’ ile aynı olacaktır.
(8) Alman dışişleri görevlisi bu kişi, heyetin Türk-İran sınırında, Mendeli kasabasında beklediği süreçte Rauf Bey’in yönetimini tanımayarak, kendini baş kabul ettirmek isteyen bir havaya girecektir. Bunun üzerine Rauf Bey de onu heyetten kovacaktır. Nitekim aynı şahıs, Rauf Orbay’ın Güney İran’ı kontrolü altında tutmaya çalıştığı günlerde, ‘Sencanî’ aşiretini kışkırtacak ve heyetin üzerine saldırtacaktır. “İranlı aşiretlerin hücumuna uğrayarak vuruşmaya başladığımız zaman, yanımdan defetmiş olduğum mahut Fon Van Muss ile Tahran’daki Alman Ateşemiliteri Von Kaniç’i de karşımızda, çarpıştığımız bu aşiretlerin arasında gördük. Bundan da anlaşılıyor ki Almanlar, İran’la aramızı açarak, onlara da bize de ayrı ayrı hükmetmek maksadını gütmektedirler.” (a.g.e, s. 27)
(9) Berlin’deki Askeri Ataşeliği döneminde Alman bürokratlar ile yakın ilişkiler kuran ve Osmanlı-Alman ilişkilerinin gelişmesi için çaba harcayan Enver Bey, Almanya’nın Balkan Savaşları esnasındaki Osmanlı politikalarından memnun kalmamıştı. Zira Balkan Savaşları esnasında ve sonrasında Almanya’nın “Osmanlı topraklarını paylaşma projelerine ortak olma politikası” takip etmesi Enver Bey’i rahatsız etmişti. Fakat Almanya’nın İstanbul Büyükelçisi Wangenheim, Enver Bey’in -yaşadığı takdirde- Osmanlı Devleti’nin geleceğinde önemli rol oynayacak bir şahsiyet olduğu düşünüyor ve onunla sıcak ilişkilerin devam etmesini Alman Dışişlerine tavsiye ediyordu. Bu nedenledir ki Berlin’deki askeri ataşeliği esnasında Enver Bey’de zaten oluşmuş olan “Alman hayranlığının” pekiştirilmesini ve onun Alman taraftarlığının devam etmesi için ilgili Alman makamları tarafından titiz bir çalışma yürütülmesini istiyordu; ancak Wanhenheim’a göre, bu çalışma Doğulu (Osmanlı) psikolojisine uygun yapılmalıydı. Bu çerçevede -zamanı geldiğinde- Enver Bey’e Alman şeref madalyası verilmesini de öneriyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı-Alman ittifakının imzalanmasının (2 Ağustos 1914) Enver Paşa’nın “Almanya hayranlığının” bir sonucu olduğunu söylemek doğru değildir. Enver Paşa’nın, Alman kara ordusunun “yenilmezliğine” olan inancı doğrudur; ancak Osmanlının çıkarlarına uygun olmayan hiçbir girişimin içinde yer almadığını söylemek mümkündür. Enver Paşa, Osmanlı çıkarları Almanya tarafında yer almayı gerektirdiği zaman, Alman taraftarı olmuş ve Almanlarla birlikte hareket etmiştir... Rusya’daki Bolşevik İhtilali’nden sonra, Kafkasya’da ortaya çıkan Osmanlı – Alman çıkar çatışmasında Enver Paşa hiçbir şekilde taviz vermek istemiyordu. Zira Kafkasya onun misyonu içerisinde önemli bir yere sahipti. Kafkasya hem Turan’a giden yol üzerinde yer alıyor hem de içinde Türk nüfusu barındırıyordu... Enver Paşa, Kafkas Cephesi’nde özel birlikler tutmuş ve bu birlikler ile Almanya’ya karşı çatışmaya girmişti. Hatta Osmanlı askerleri müttefik Alman askerlerinden esir bile almışlardı... Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna yaklaşıldığında, Mart-Nisan 1918’de Harbiye Nazırı Enver Paşa, Osmanlı Devleti’nin müttefikleri ile birlikte artık bu uzun savaşı kaybettiklerini anlamış ve askerî tedbirler almaya çalışmıştır. Aldığı en önemli tedbir ise Kafkasya’daki Osmanlı Üçüncü Ordusu’nu yeniden teşkilatlandırarak güçlendirmek ve ayrıca çok güvendiği kardeşi Nuri Paşa komutasında Kafkas İslam Ordusu’nu kurmak olmuştur... Bolşeviklerin Kafkasya üzerinde söz sahibi olmaya başlamasıyla birlikte, Enver Paşa önce Moskova’ya oradan da Bolşevikler ile anlaşarak Güney Kafkasya’ya geçmek istiyordu. Enver Paşa Berlin’den Moskova’ya gidebilmek için Nisan 1919 ile Ağustos 1920 tarihleri arasından tam dört defa yola çıkmış, her defasında engellerle karşılaşmış ve ancak dördüncü denemesinde Moskova’ya ulaşabilmiştir. Moskova’dan, Bolşevik ihtilalciler olan Radek ve Zinovyev ile Bakü’ye geçen Enver Paşa, burada Birinci Doğu Halkları Kurultayı’na katılmıştır. Bu dönemde Orta Asya Türklerinin bağımsızlıklarını Bolşeviklerin yardımı ile kazanabileceğine inanan Enver Paşa, hayal kırıklığına uğradı, Bolşeviklerden umduğunu bulamadı... Bu arada Anadolu’da Sakarya Savaşı kazanılmış, Mustafa Kemal’in Milli Mücadeledeki liderliği tartışmasız hale gelmişti. Enver Paşa’da bu aşamadan sonra hem Anadolu’da ikilik çıkarmamak hem de kendisi için bir başarı şansı görmediğinden, yanında Teşkilat-ı Mahsusa’nın eski liderlerinden Kuşcubaşı Hacı Sami ve bir kısım eski ittihatçılarla birlikte Bakü’den Buhara’ya geçmişti. Amacı Türkistan bağımsızlık hareketini yürüten Basmacılara destek vermekti. Bu amacına ulaşmak için Rus Bolşeviklerle mücadeleye girişti; ancak 4 Ağustos 1922’de Belcuvan bölgesindeki Abıderya Köyü yakınlarındaki Çegan Tepesi’nde Bolşevik Ruslara karşı giriştiği bir çatışmada öldürüldü. (bk. Mustafa ÇOLAK, Atatürk ansiklopedi; Enver Paşa 1882-1922)
(10) “Amiral Şoson, Sivastopol açıklarında tesadüf ettiği bir Rus nakliye gemisini top ateşiyle batırmıştı. Bu esnada vak’a mahalline yakından geçen torpido muhriplerimizden biri, denizde boğulmak üzere çırpındığını gördüğü birini kurtarmak için durmuş ve torpidonun ikinci kaptanı Hasan Basri Efendi de, bizzat işe karışarak, sonradan bir askerî doktor olduğu anlaşılan bu Rus’u kurtarmıştı... Fakat Amiral Şoson bu kurtarma işini haber alınca, onu yufka yüreklilikle suçlayarak, Bahriye Nezareti kanalıyla cezaların en büyüğü olan ‘askerlikten çıkarılmak’ cezasına çarptırmıştı... Gene aynı Karadeniz seferinde torpido muhriplerimizden birinin kumandanı, gemisinde bulunan kendisinden iki derece aşağı rütbeli bir Alman subayının sert ve haksız müdahalesiyle vazifesinden uzaklaştırılmış ve bu surette kumandayı ele alan Alman subayı bir müddet sonra, torpido muhribini karaya oturtmuş olduğu hâlde, Amiral Şoson, bu çirkin hadise karşısında da müsamaha ile susmaktan başka bir şey yapmaya lüzum görmemişti.” (a.g.e, s. 31)
(11) “Romanya’dan getirilen bir liva (tugay) kadarki Alman kuvveti Meriç köprülerini uçurmuş, düşman hücumlarını geciktirmeye çalışıyordu.” (a.g.e, s. 69)
(12) “Filistin cephesinde üç ordudan mürekkep (oluşan) muharip kıtalarımızın mecmu (toplamı) İngilizlerin taarruzuna takaddüm eden (öncelik gelen) zamanda 22.000 tüfek kadardı. Buna karşı düşmanlarımızın kuvveti, 20.000... Fakat İngilizler tarafından silahlandırılıp tensik edilen (düzenlenip yola çıkarılan) Emir Faysal kumandasındaki Arap efradıyla (kişilerle) birlikte 200.000’den fazla idi. Taarruzun akabinde müdafaa hattının sağ kanadında Cevat Paşa kumandası altında bulunan ve tam mevcutlu bir nizamiye tümeni kuvvetinde bile olmayan ordu, tahminen 50.000 raddesindeki (kadar) düşman kıtalarının hücumuna karşı koymaya mecbur olarak kısmen şehit, kısmen esir olup erimiş gitmişti. Yalnız Ordu Kumandanı düşman eline düşmekten kurtulabilmişti.” (a.g.e, s. 68-69)
(13) Çanakkale Savaşları’ndan sonra yardım bulamayan Rus İmparatorluğu, ekonomik alanda son büyük darbeyi yemiş oldu ve iç savaşlar yaşadı. Şubat 1917 ve Ekim 1917’de gerçekleşen bu iki devrim sonucunda başa gelen komünist hükûmet (Lenin’in hükûmeti, Sovyet Rusya), savaşa karşıydı. O yüzden hükûmet Avrupalı devletlerle (Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Krallığı ile) hemen barış antlaşması imzalamaya girişti. Bu devletler büyük miktarda toprak istedi. Ama toprak kaybına Rusya komünistleri karşıydı. Yeni Sovyet Hükûmeti, barış antlaşmalarını kendi içinde görüştükten sonra toprak kaybını savaşa tercih etti. Antlaşma sonucunda: Alman İmparatorluğu’na Baltık ülkeleri (Estonya, Litvanya ve Letonya), Polonya, Belarus, Ukrayna ve Finlandiya; Osmanlı Devleti’ne Kars, Ardahan, Artvin ve Batum (Batum sonradan Sovyetlere devredildi) verildi. Antlaşma Rusya’nın Brest-Litovsk Kenti’nde imzalandığından dolayı, antlaşmaya bu isim verilmiştir. Brest-Litovsk Antlaşması, 3 Mart 1918 tarihinde Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti ile Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Krallığı arasında imzalanmış, İttifak Devletleri’nin yenilmesi üzerine geçersiz kalmış bir barış antlaşmasıdır. Osmanlı Devleti’nin toprak kazandığı en son antlaşmadır. (bk. Vikipedi- özgür ansiklopedi; Brest-Litovsk Antlaşması)
--------------------------------------------------------------------