- 458 Okunma
- 2 Yorum
- 5 Beğeni
Papatya Duası
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Ayşe “tavuğunu pişirirken bu dediklerimi düşün” demişti. Düşünecek o kadar çok vaktim vardı ki, ona yalan söylememek adına “tamam” diye mesaj attım. Tavukları pişirirken söylediklerini düşünmek istemiyordum. Zaten tahta şiş bulamadığım için üzgündüm. Bir markette neden tahta şiş olmaz ki? İlla mevsimlerden yaz olacak, mangal döneminin mi açılması gerekiyordu? Büyük yalan! Bir köşede yanmayı, kül olmayı bekleyen mangal kömürleri duruyordu. Oldum olası “mangal kömürü” denmesini de anlamış değilim. Sonuçta odunlardan var edilen bir kömürden bahsediyoruz. Toprak altından çıkarılan kömürün mayası peki farksız mı? Onlarda milyonlarca yıllık bitki ve ağaç kalıntılarından oluşmuyor mu? İnsanlar sadece bu dönüşümü hızlandırmada etkili oluyorlar ve yaptıkları işin sonucunda doğal sürecinden farklı olarak kömür elde ediliyor.
Tahta şiş olmadığı için düzensiz bir sergiye kendimi maruz bırakıyordum. Baharatlar, salça, yağ ve yoğurt içerisine bıraktığım tavuk parçalarını elimle karıştırma duygusu beni rahatsız ediyordu. Sağ elimi iş bitince mecbur sol elimin yardımıyla yıkayacak, o yağlı sosun ellerimin arasında derinlemesine hissedecektim. Hemen de o his geçmiyordu. Çevresi defalarca tellediğim için bolca çizik ihtiva eden tepsiye bakındım. Kampanyadan aldığım fırın kâğıdı buzdolabı üzerinde duruyordu. Buzdolabı poşeti, streç film ve fırın kâğıdından oluşan bu muhteşem üçlü karşısında saygı duruşunda bulunup, üzerlerini saran ambalajı tırnağımla yırttım. Fırın kâğıdını ince kartonundan çıkarıp, tepsiye serince ucuz yahniyle tekrardan karşılaştığımı anladım. Önceki fırın kâğıdını da kampanyadan, ikili haliyle almıştım. Zurna dürüme benziyordu o eski fırın kâğıdının ince kartonu ama kağıtlar kendiliğinden ayrık haldeydi. Bir zamanlar bıyığımı düzeltmek için aldığım küçük makas gözüme ilişti. Makası aldığım günlerde bıyığımı düzeltmeden tamamen kesmiştim. Şimdi yeniden uzattığım bıyıklarımla makas göz göze gelmişlerdi. Heyecan dolu bir an sayılabilirdi ama duygusuzca olmalıydı. Tepside yatan kâğıdın üzerine sosladığım tavuğu kaşıkla bırakırken, görüntü iştah kapatıcıydı. Aralarında ne bir sebze vardı ne de tavukların duruşu “ben pişip, leziz gözükecek bir yemeğe dönüşeceğim” izlenimi bırakıyordu. Güne hayalen kuru fasulye pilavdan başlayıp sebzeli bulgur pilavıyla devam etsem de, fırında tavuğa, yanında sumaklı soğan ve ayrana kalmıştım. Davul fırınımı seviyordum. Mutfakta yerim olsa midi fırınlardan alırdım ancak imkânlar dâhilinde davul fırınım pek de mahir sayılırdı! Kimlere yemek yapmadım ki? Birkaç iyi arkadaş haricinde, onun pişirdiği yemekleri yiyenlerin çoğu beni terk etmişti. Daha doğru bir ifadeyle hayatlarımda bulunmaları gerekmediği için terk etmelerini tercih etmiştim. Küstahça göründüğünü biliyorum ama yaptıklarım karşısında söylem biçimime yönelik herhangi bir eleştiri alabilecek biri değilim. İki yüz derecede pişecek tavuk parçalarıyla yarım saat sonra tekrar görüşmek üzere fırının yanından ayrıldım.
Geçen sene yine Şubat ayıydı Ayşe’nin yanında olduğum gün. İkimizin de kaybettiği pek çok şey vardı. Fakat bir yıl daha geçmiş, yaşlanmış, daha uslu çocuklar olmuştuk. İçimizdeki çocuğu öldürmelerine imkân vermeyecek kadar kazık yemeye devam etmiş, her defasında zorlukların altından daha güçlü insanlar olarak çıksak da; yorulmuştuk! Elim boş gelmiş sayılırdım. Kuru bir kestane şekeri, kampanyaya girdiği için gözüme takılmış iki bademli çikolata ve ıslak mendil. Ayşe her seferinde daha fazlasını hak eden bir insandı, hâlâ öyle. Kendi ayıbımı örtecek bahanem yoktu. “İyi değildim” bir bahane olarak kabul edilebilir ama ben ne zaman iyi birisi oldum ki? Ben evine gitmeden, bir gün öncesinden her şeyi çarçabuk kafasında planlamıştı. Buzlukta duran tam tavuğu pişirecekti. Yanında çorbası, turşusu, pilavı derken ziyafet çekecektik! Hiçbir şey yapmasa da, çıkar dışarıda tıka basa yiyecek bir yer bulabilirdik. Paranın bile öneminin olmadığı günlerden bahsediyorum; kaliteli, hem göze hem ağza iyi gelecek et restoranları biliyordum. Çok param olduğu için değil, parayı artık dert etmek istemiyordum. Ancak Ayşe o restoranlarda bulamayacağım bir şeyi bana sunmuştu: “Samimiyet!” Onca yıldır onu sevmemin ardında yatan en kocaman şey samimiyet değil miydi? Çok konuşur, çok şey anlatır; hiç susmadan aynı şeyi baştan sona ondan dinleyebilirdim. Bir başkasının yanında tahammül seviyem bir dakika dolmadan tükenirken, Ayşe’yi saatlerce dinlerken en ufak rahatsızlık hissetmiyordum. Yalnızca onu sevdiğim için mi bir başkasının yanında tahammül edemediğim şeyi, Ayşe’nin yanındayken farklı karşılayabiliyordum? Sanırım kontenjan hadisesi dedikleri şeydi; insanlar hayatlarında birkaç kişiyi o kontenjana koyabiliyor ve gerisini artık kabul edemiyordu.
Uzun bir süre tavuğun pişmesini beklemiş, beklerken de televizyonda kanallar arası geçiş yapıyordum. Ayşe sinir olup, kumandayı elimden almıştı. “Ne heves ettin televizyona şimdi, çorbanı bitir önce, sevmedin mi yoksa?” Ayşe kızmış, üstüne üstelik beni “işten gelip, eviyle alakadar olmayan aç bir kocaya” benzetmişti. Böyle söylemesi karşısında rahatsızlığımı belirtirken, kafamın çokta yerinde olmadığının farkında değildi. Gerçek anlamda odaklanma sorunu yaşıyordum. Saatlerdir araba kullanmış, yola güzel, keyifli bir hevesle çıkmama rağmen, son yüz kilometrede iyice bunalmıştım. Bir an önce yol bitsin diye gaza bastıkça basasım geliyor ancak radar cezası yemekten de çekiniyordum. Onun yanındaydım ve hiç olmadığım kadar huzurlu hissediyordum. Bana çay demlemişti. Çay bitecek, kahve yapacaktı. Çok sigara içiyorum diye kızacaktı ama içtiğim zamanda susacaktı. Hasan Sabbah’ın yanında bile bu kadar dingin olamayabilirdim. Bir sonraki gün otele gidecektim ama hiç gitmek istemiyordum. Onun yanında fazla kalamazdım ancak gerçekten huzurlu hissediyordum. Yaşadıklarını dinledikçe, “keşke yaşamasaydı hiç” iç sesiyle karşılıyor ama susmasını da istemiyordum. “Susma” diyordum, “konuş lütfen, anlat, gözümüzden uyku akana kadar, yarına kadar, ölüm kapıyı çalıncaya değin anlat, susma!” Çünkü çok mutsuzdum. Çünkü ölesiye bitmiş, tükenmiş haldeydim. Cam parçaları ruhuma saplanmış, kalbim sıkışıyor, baş ve mide ağrılarından geriye yürüyen bir ceset gibi şehir şehir dolanıyordum. Biliyorum, kurtuluşum bu olmayacaktı ama nefes alıyordum. Nefes oluyordu Ayşe, uzunca süreli bir teneffüs heyecanı içimdeydi. Pragmatist bir yaklaşımın pençesi altında değildim. Yarın yoktum işte; Ayşe benim çıkarcı tarafımı sezemeyecek kadar da aptal biri değildi! Asıl aptal olan, aptallıklarını halı altına süpürmeyi dahi unutan, mutsuzluğa koşar adımlarla yürümüş olan aynada gördüğümdü.
“Gerçeklerle yüzleştiğin an kendini kaybediyorsun. Ciddi bir adam oluyorsun. Hayalini yaşadığın şeyleri bir düşünsene? O zaman mı mutluydun yoksa şimdi yaşadıklarından sonra mı?”
Ayşe’nin haklı olmasına gerek yoktu. Gerçek çünkü yaşanmışlığı bize sunar. Bir süre hayallerime kavuştuğumu sanmış, o hayali gerçekleştirmiş olmanın verdiği keyfin ellerinde kuklaya dönüşmüştüm. Her şey iyi, olması gerektiği gibiydi. Sınırlar vardı ancak sınırları aşmadığım müddetçe mutlu olduğumu sanma illüzyonu altındaydım. Sevginin en samimi arkadaşı emeği yoldaş edinmiş, var gücümle savaşıyordum. Elde etmek istediğim kazanımdan ziyade bir hayal, olması muhtemel bir sonuçtu. Sonuçta iki artı iki dört etmez miydi? Ben bu işleme inanıyor, bu işlemi kanıtlamak için çaba gösteriyordum. Uzay geometrisiyle ilgilenen birine bu soruyu sorsam, bana kanıtlayıcı nitelikte farklı algılayışlar oluşturacak bir cevap verebilirdi fakat uzayda değildik. Caddeleri, sokakları ve hatta çıkmaz sokakları bile olan bir yerde yaşıyorduk. En çıkılmaz denilen bayırlara bile ikinci vites çıkabiliyorduk. Hatta arabayı bırakıp, bisikletle bile bacaklarımız yana yana çıkabilirdik. Düz, dümdüz bir yolda aşılması güç bayırlar oluşturan insanın zihninden başkası değildi. İnsanın arzudan uzak duruşunda yatan en temel sebepler, önce zihninde engel olarak oluşur ve daha sonra bahaneye dönüşmeden önce bir başkasına aktarım sırasında mantıklı bir söylenceye dönüşür.
“İnsanın yöneldiği tek hedef, hedefini elde etmek için harcadığı sürekli çabadır, başka bir deyişle yaşamın kendisidir. Oysa hedef iki kere iki dörtten, bir formülden başka bir şey olamaz; iki kere iki dört ise yaşam değildir, beyler; ancak ölümün başlangıcıdır. İnsan iki kere iki dörtten, en azından bir korku duymuştur. Evet, insanın tek yaptığı şey, iki kere iki dörtlerin peşine düşmek, okyanusları aşmak, bu uğurda seve seve yaşamını vermektir; ama öbür yandan aradığını bulacağı için de ödü patlar. Çünkü bulursa arayacak başka bir şeyi kalmayacağını hissetmektedir. İşçiler işlerini bitirince para alırlar, daha sonra da gidecekleri bir meyhane, düşecekleri de bir karakol çıkar nasıl olsa. Peki ama bizler nerelere gideriz? Onun için hedefe her varışta bir tedirginlik duyulur. İnsanoğlu amacına doğru ilerlemeyi sever; fakat amacını elde etmeyi değil. Çok gülünç bir durum doğrusu. İnsanın yaradılıştan gülünç bir varlık olmasındadır bütün terslik zaten. İki kere iki dört çekilmez bir şey. İki kere iki dört, bana sorarsanız bir küstahlıktır. İki kere iki dört, ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa sola tükürük atan bir külhanbeyinin ta kendisidir. İki kere iki dördün yetkinliğine –mükemmelliğin- inanırım ama en çok övülmeye değer bir şey varsa, o da iki kere ikinin beş etmesidir!”
Dostoyevski, Yeraltından Notlar kitabında benim sorun olarak gördüğüm noktayı 160 sene öncesinde böyle değerlendirmiş olsa da, ilk defa ona katılmıyorum. İlk defa duygularım, zihnimi sisler altında bırakıyor. Aşırı duygusal yanımı bu sefer yok sayamıyorum. Çekilmez olanı, gülünç olmamayı kabul ediyorum. İlk defa aşırı gerçekçi, ödü patlarcasına sonu arzulayıp, yaşamak isteyen biri olduğum için sağa sola tükürük atan külhanbeyinden farkım yok. Korkumun olmayışından da çekindiğim anlar oluyor. Saygısızlığa karşı vereceğim tepkinin bir saygısızlık çeşidi değil, kendime saygı olabilecek tek yön olacağını düşünüp duruyorum. Fakat ne gerek var? Niye kendime güldüreyim ki insanları? Hoş, ne kadar katılmasam da Dostoyevski’ye, dediği gibi “gidecek bir yer de bulamadığım” için tasalanıyorum. Sevgimin yerini alan nefret duygusunu da kimi zaman hissetmeyip, insanlara karşı fırında pişmek üzere olan tavukların nasıl olacağına dair şüphemden daha az şüphe duyuyorum. Kendimin farkında olmam bir yana, aşkın en kötü yanı sigortasız, güvencesiz çalışma oluşundan ötürü kendimi hırpaladığım, ruhumun eziyet verici feryatları karşısında hiçbir şey yapmadan öylece oturuyorum. Aşk, insanı kendi yurdunda sığınmacı yapan bir duygu karmaşasıdır. Bir başka ülkede sığınmacı olmanın bile daha onurlu, daha yara kapatıcı sosyal farkındalıkları mevcuttur ancak kendi ülkende, kendi lisanınca sığıntı gibi yaşamanın dayanılmaz bir acı verdiğini hissediyorum.
Ayşe’ye “onun aldığı orkide de ölmüş” dedim. Sustu, cevap verecek bir şey bulamadı. Anlatmaya devam ettim. Beraber bir seradan limon ağacı aldığım arkadaş bir gün bana “senin de limon ağacın öldü mü” diye sordu. “Öldü mü” kafamda tekrarlanıp duruyordu. Limon ağacının başında ağlamaktan daha fenaydı böylesi. Ayşe’ye Tarkovsky’dan bahsetmeye başladım. Andrei Rublev’i filme çekmeden önce Tarkovsky senelerce zihninde tasarlıyor. Ortaçağ Rusya’sına ait projeksiyon, kendi çağıyla özdeşleşebilir halde ve anlatmak istediklerini anlatamadığı, anlatmak istemediklerini anlatmak zorunda kaldığı bir üçgen içerisinde kendini buluyor. Geometri Ayşe, yaşam belirtisidir. Zaman, mekânla beraber üçgenleşiyor ve bende zihnimi başka bir affects olmaksızın tasarlamaya gayret ediyorum. İnsan Ayşe, güçlü durabildiği, olabildiği müddetçe sevip sevildiğine inandığı karşısında saygı görüyorsa, bu nasıl da ahlaksızca ve nankörce bir vaziyettir! Ayşe’ye diyemiyorum ama onun yanında bile ağlamak istiyorum. Gözyaşlarım kuruduğu ya da ona rahatsızlık vermemek için değil, sadece ağlayamıyorum artık. Bugün Ayşe, onu bana hatırlatan bir şeyle karşılaştım. Haftalar önce aynı yolu giderken, hıçkıra hıçkıra ağlamış, gözlüklerim buğu olmuş ve yolu seçemiyordum. Hiç utanmadan gözyaşlarımı silmiş, markette kasiyer kızdan sigaramı isterken gözlerime bakıp ağladığımı saklamamıştım. Ayşe, bugün ise katıla katıla, delicesine güldüm; kahkaha attım. Dostoyevski’nin gülünç insan tablosuna yarışır halimle, bir dakikadan fazla, sarı ışıkta geçerken, trafik polisi arabasının arkasından hızla takip ederken güldüm. Tarkovsky Rublev’inde “bugün överler, yarın önceki gün övdüklerini linç ederler” diyor. Övülen, o olgun adamdan, terk edilmeyi hakkımmış gibi sanrı savlarıyla kendilerini inandırmayış başarmış insanların soğuk bakışlarına maruz kalıp, linç edildim. Devam ediyor Tarkovsky: “Ve ondan sonra seni, beni, her şeyi unutacaklar. Her şey kibir. Her şey boş. İnsanlık zaten aptallığa ve alçaklığa teslim edildi ve şimdi sadece kendini tekrar edip duruyor.” Düşünebiliyor musun Ayşe, bir gün onun demir tokasını elime almış ve ona “yalnızca seni değil, zincirlerini kırmış bir ülkeyi de düşünmek zorundayım. Böylesi daha anlamlı olabilirdi ama sensiz asla” demiştim. Dostoyevski, Tarkovsky ve benim bitip tükenmeyen ülkeye dair umutlarım; ne çok şey anlatmaya çalışıyorum da, beni anlayan olmamış ki! Anlaşılmayı beklemediğim kadar, yanımda olunmasını istediğim bir gerçek; beklentiydi. Ayşe’nin gözleri büyüdükçe büyüyor, son kez bir balığın suya selam vermesi gibi “eskiden” diyor, “umutsuz bir insandın. Şimdi umutların var ve bu sana acı veriyor. İşte bu bir beklenti; beklentisiz yaşıyorken böyle değildin. Bu sana yük yapıyor.”
Neye üzülüyorum Ayşe biliyor musun? “Neye üzülüyorsun?” Dedem vefat ettikten sonra içimde anlam veremediğim bir yer yara aldı. Bu bağı senin de deden vefat ettiğinde konuşmuştuk. Bu bağ, bir tür insanın geçmişine ait dayanağın kaybıyla alakalı ve bakıyorum, dedemden kalma eşyaları yanımda hep görüyorum. Ona ait bir Türkiye haritasını duvara astım. Kendi el yazılarıyla dolu dua kitabı kitaplıkta en görünür yerde duruyor. Ona ait ceket, ona ait esanslar ve yanımdan hiç ayırmadığım metal kokuluk; inanır mısın huzur buluyorum. Fakat dedemin kaybına daha az üzülmüşüm; bunu fark ediyorum. Hasta ve yaşlı oluşu bir şeyi değiştirmiyor, sonuçta kayıp kayıptır. Ancak sevdiğin insanın yaşıyorken seni terk etmesi karşısında duyduğum dayanılmaz gelen bu kasvetli acıdan artık çok sıkıldım. Ona ait ikimizin fotoğrafının olduğu bir plastik kitaplıkta artık ters duruyor, kitaplara bakıyor. Onun iki doğum günümde aldığı eşyalar yine kitaplıkta. Aldığı zamanda gereksiz pahalı olan saati en son ne zaman koluma taktığımı hatırlamıyorum bile. Hazır hediye ürünlerinden olan mum hâlâ kitaplıkta duruyor. Ara ara onu yakıyorum yalan değil. Mum yanında gelen kupadan bir gün dahi bir şey içmedim. Elbette düşünmesi bile güzel gelebilir ancak bana kendi elleriyle marketten seçip alacağı porselen ya da cam bardağını daha anlamlı bulurdum. Bana koyu yeşil bir kazak almıştı, sanırım iki kere onun yanında giymiştim. Sandalyede bir ölüden farksız duruyor. Aldığı gömleği gördüm geçenlerde kapı arkasında asılı; giyerken de çok hoşlandığım bir gömlek değildi. Hafif dar geliyordu. Kumaşı yumuşacık ancak içinde huzursuz hissediyordum. Başka, başka ne almıştı ki? Mesela kardeşinin evindeyken, yola çıkarken, yanıma yolluk adına bir şey koymuştu. Kabın içinde ne olduğunu inan hatırlamıyorum ama o kap, aldığı hediyelerden daha anlamlı şekilde mutfakta bir yerde duruyor olmalı. Pazardan birkaç tane çorap bu kadar… O gözümde büyüttükçe içinde hapsolduğum aşktan geriye kalan bunlar. Bir de şey var, bak onu nasıl unuttum; tüh! Bir gün ağaçlık bir yerde yürüyorduk. Eline kurumuş bir yaprak almıştı. O yaprağı alıp saklamıştım. Her şeyden daha narin, daha aşk kokan bir şey; belki bir gün canlı oluşundan kaynaklıdır. Kimi insan hiç düşünmeden o saati koluna geçirir, kazağı gömleği de rahatlıkla giyebilir. Elbette nesnelere anlamlar yükleyende biziz ama eşyaların bir enerjisi olduğuna inanıyorum.
“Şimdi geri gelse, seni özledim dese, pişmanım dese ne düşünürsün?” Ayşe hiç beklemediğim yerden vurmuştu. İnsana en çok onu tanıyanlar acıtıcı soruları sorabilirler. Öncelikle böyle bir şeyi yapamayacak kadar sevgi damarlarını kestiğini biliyorum ama Ayşe, ben onun gözlerini gördüm. Hiçbir şey ifade etmeyen, ruhuna giden yolları kapatmış, anlamsızlığı yüzüne şiar edinmiş gibi gözlerimde gezinen bakışlarını gördüm. Bizim bu hayatta en büyük cezalandırılma şeklimizin, hafızamızın ödül mekanizması olması gereken unutmama kısmını bu türden olaylarda kullanmamız olduğuna inanıyorum. Onun kibri, Tarkovsky’ın cihanşümul insanlığın aptallığa ve alçaklığa teslim edildiğine dair tasvirinde vücut buluyor. Bahanelerin sebep olabildiği ve bunu “senin iyiliğini düşünüyorum” lafızlarına eklendiği her konuşma yalnızca bir zavallının son konuşmasına ait metne dâhil edilebilir. Zavallı, yalnızca bir zavallı olarak onu görüyorum. İkinci olarak şunu söyleyebilirim ki, kendime güvenle alakası yok ama yapacağım şeyleri iyi biliyorum. Ben hâlâ çok seviyorum fakat gerçeği, hiç kimseyle tartışmaya açmayacak kadar sahiplenici bir şekilde kabul ettim. Zor oldu; her şey inan çok zor oldu ama kabul ettim. Bunun gururla alakası yok, gururumu defalarca hiç ettiğim günleri sayabilirim. Fakat onu hiç affetmeyecek kadar çok sevdim, seviyorum. Ben yalnızken felaketler hep bir başkalarına aitti. Yanımda biri oldu, uzun bir süre belki de sayılabilir ve kendi felaketim oldu. İnsanlığa ait olguların tekrarlanışı zaten aynı terennümü yeniden dile getirmiyor mu? Kendini mahveden, duygularını sömüren, seni çürüten insanlara karşı bağımlı oluyorsun. Aşkın bir başka anlamı olsaydı, toplumu yücelten bir tarafı olabilirdi. Fakat hiçbir aşk toplum adına değil, topluma rağmen işlenmiş ruhsal bir cinayetten ibarettir. Beni düşüncelerime, kitaplarıma, yazma olguma taşımayan ne varsa aldandım. Onlara karşı değil, asıl ihaneti kendime, kendi saygınlığıma ettim. Benim ihanetim Ayşe, Ayşe orada mısın? Ayşe, Ayşe lütfen gitme, tamam git ama şimdi gitme! Ayşe…
Tepsideki tavukların yarısından fazlasını yemiştim. Sumaklı soğanda bitmiş, neredeyse yarım litreden fazlada ayran içmiştim. Sisli, oval pencerede yanımdaymış gibi duran Ayşe artık yoktu. Yalnız, yapayalnızdım. Yaşanması mümkün olan şeyleri yaşanmamış bırakana ait sözlerim sessizleşirken, telefonu elime aldım. Ayşe gerçekten de yazmıştı. O kadar da değildi canım, büsbütün delirmiş olamazdım. Gerçekten de bana yazmış, eskiden beni nasıl hatırlıyorsa yine öyle görmek istiyordu. Bu onun apansız gelişen, beni değiştirme çabası değildi. Üç yıl öncesiydi sanırım, bir başkası Ayşe’den farklı bir manada bu türden konuşma yapmıştı. “ Lütfen diyordu, sen, seni bildiğim adam olarak kal hatıralarımda. Bir zamanlar merak ettiğim, yazılarını okudukça mutlu olduğum adam olarak kal. Başka bir şey bekleme benden. Seni o halinle hatırlamak, bana hissettirdiğin halinle kalmanı istiyorum.” Nasıl yapıyordu kadınlar sahiden bunu? Ayşe’ye bunu sormayı unuttum. Vereceği cevabı az çok biliyorum ancak en yakın zamanda ona soracağım. Yine de bu konuda düşünebilirim. Beni, zihinlerinde canlandırdıkları haliyle kabul edip, orada yüceltirken, sonrasında arkadaşlığım da güzel gelirken bir anda hayatlarından silebiliyorlardı. Zihinlerde idealize edilmiş, gerçekliğinden kopmamış bir ben, gerçek benden ne kadar farksız olabilirdi ki? Ha, sahi ya; bunun adına mantık diyorlar. Karmaşık, çok çeşitli düşündüklerini iddia ettikleri ancak kendilerini hayatta mutsuz olmaktan kurtaramayan o mantık cehenneminde yakıyorlardı. Suda yavaş yavaş ölen ıstakoz ya da yengeçten ne farkları vardı ki? İlgiden, sevilmekten yana göğüslerinde kelebek uçuşan insanlara hayatın gerçek yüzünü göstermeye kalktığımda nasıl da neşelerini yitiriyorlardı. Oysa içimde tükenmemeye ant içmiş sevgiyi yok saymayı mantık dairesinde kabul ederken, inançsız bir tiran kadar zalim olabiliyorlardı. Hangi tiranın inancı vardır ki, kendini düşünmekten başka? Hangi Tanrı, hangi inanç mozaiği bir tiranın mantığını kabul edebilir? Yaşama dâhil edilebilir, gerçeklik sayılabilir ancak hiçbir kuvvet bana bahaneleri, mazeretleri haklı gerekçe olarak sunamaz!
Geri kalan tavukları arkadaşım Batman ile paylaşmayı düşündüm ancak ona yaş mama alırsam daha iyi olacak. Niyet avcılığından, paranoyak düşünce kırıntılarından, rüyalardaki görüntülerden, emek hırsızlığından, işçi ölümlerinden, yetersiz beslenmelerden, kaliteli vakit geçirememekten, bir ömrü yok pahasına varsıllara emanet etmekten, inançsız dinden, yüreksiz imandan, zayıf karakterlerden, sevgiyi sarı bez gibi çöpe atanlardan, kendine faydası olmayan mutsuz sevenlerden, kibirli iki ayaklılardan, omzu üzerindekini şeytanlığa çalıştıranlardan, mağlubiyetten ders çıkarmak istemeyenlerden, galibiyet sarhoşluğuna kendini kaptıranlardan, değer bilmeyenlerden, mücadeleyi vazgeçmekle eş tutanlardan ve hiçliği hiçbir zaman anlamlandırma peşinde olmadan dile getirenlerden; en başta da fırında tavuğunu tahta şiş olmadan yapan kendimden o kadar çok yoruldum ki!
Son bir papatya duası gibi, gözlerimi kapamadan öpüyorum gelecek baharın rüzgârını. Her damla, haylaz bir nükte gibi ukde kalıyor boğazımda. Feyiz aldığım herkes çoktan ölü, beyaz yalnızca bir renk adı. Çatlamış parmaklarım, tutamıyorum ne insanları ne de zamanı…
Ayşe duyuyor musun? Sabah oluyor, kuşları dinliyorum. Acı bir çay, yeni baştan damağımı yakıyor.
YORUMLAR
İkinci kez okuyorum
En çokda duygusal derinlik düşüncenin bilinç altında harmanlayıp harmanlayıp
İcselliğimizin tüm sınırları kaldıran kuvveti
Kalbimiz
Tek hükme teslim yanımız
Acıtan tüm cam parçaları sevdiklerimiz
Mamet gibi tapındığımız anılarımız
Üstü örtülmemiş mezar hislerimiz
Hayat topraktı suydu güneşti umuttu
Ama içimiz kotkuyla sıvanmış çocuktu