- 521 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Kırmızı Pazartesi – Gabriel Garcia Márquez
“Bana bir ön yargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.”
Hani bazı kitaplar vardır, evinizin raflarında çoktan yerini almıştır, ancak tekrar karşınıza çıktığında hem çehresine hem de ruhuna aşina olduğunuz kadim bir dosta rastlamış hissiyatına kapılırsınız. Bu kitabın bana yaşattığı da işte böyle… Nerede görürsem göreyim vaktiyle hissettirdiği duyguları, birlikte geçirdiğimiz zamanı oracıkta gözlerimin önüne getirene dek sayfaları çevirmeye devam ederim.
İlk kez edinip okuduğumun üzerinden tam on dokuz yıl geçmiş. Birkaç yıl önce gördüğümde İngilizce baskısını satın almış, Norveçli bir arkadaşıma armağan etmiştim. Bu defa da Márquez’in edebi bir şahesere dönüştürerek kapatmadığı o davaya, o âl pazartesiye, hâlâ işlenmekte olan namus cinayetlerine -tekrar ve sonsuza dek- görgü tanıklığı yapmak istediğim için satın aldım. Bir toplumda suçu işleyen kadar bu suça sessiz kalan halkın da asıl suçlu olduğunu kendime unutturmamak, kitabı henüz kime armağan edeceğimin kararını vermediğim halde birkaç kişiye daha okutabilmek adına…
Anlatımında insanların önceden edinilmiş, tarihten bugüne değin taşıdığı peşin hükümleri ön planda tutan Márquez, kasabada gerçekleşen cinayetin işleneceğini, hatta kimler tarafından işleneceğini daha ilk sayfalarda açıklıyor okura ve böylelikle doğrudan ilk spoileri de vermiş oluyor bizlere… İpucunu veriyor vermesine lakin dikkat çekmek istediği cinayetin işlenişi ya da nasıl işlendiğinden ziyade zeminini hazırlayan gerçekler… Toplum kültürü, bireylerin içinde yaşadığı toplumların kültürü, baskı, kadın erkek rolleri, bu rollerde her iki cinsin nasıl davranacağı, nasıl düşüneceği yahut nasıl hareket edeceğine dair beklentileri ortaya koyan, her iki cinsi de sosyal olarak yapılandıran özellikleri deyim yerindeyse didik didik ediyor kalemiyle. Sonrasında tüm bu toplumsal kalıp yargılarına göre cinayeti işleyenden çok ona dur diyemeyen halkın acizliğini, hastalığını düşünüp irdelemesi adına uyarıyor okuru ve bir sürü soru, bir yığın gerçekle baş başa bırakıyor bizi. Ama en çok da duyarsızlığımızın oylumunda hep ama hep başa saran o filmin bitmek bilmeyen döngüsüyle…
Márquez bir röportajında kendisine yöneltilen: “En güzel romanınız hangisi?” sorusuna “Kırmızı Pazartesi” cevabını vermiş. “Neden?” diye sorduklarında: “Çünkü en ince olanı o” diye eklemiş.
Yazarın okura anlatmak istediğini içeriğinden ödün vermeden asgari cümlelerle betimlediği bu uzun öykü/roman mutlaka okunması, okutulması gereken başucu mahiyetindeki kitaplardan…
/ yüRekTen
Femtrak 8. Sayı
Altını çizdiklerim:
“Oğlanlar erkek adam olacak şekilde büyütülmüşlerdi. Kızlar ise evlenmek üzere yetiştirilmişlerdi. Gergef işlemeyi, makineyle dikiş dikmeyi, kukalı dantel örmeyi, çamaşır yıkayıp ütü ütülemeyi, yapma çiçekler, kendi uydurdukları tatlılar yapmayı, aşk pusulaları yazmayı bilirlerdi. Ölüme saygıyla yaklaşma kültürünü bir yana bırakmış zamane kızlarından farklı olarak, onların dördü de eskiden adet olduğu gibi hastaların başında bekleme, ölüm döşeğinde olanlara güç verme, ölüleri kefenleme sanatında birer ustaydılar.”
“Her erkek onlarla mutlu olur, çünkü acı çekmek için yetiştirilmişler.”
“Annesi tek bir sözle onu susturmuştu; “Aşk da öğrenilir.”
“Onların tek inandıkları şey, çarşafta gördükleridir” demişlerdi. Böylelikle kızlığını yitirmiş gibi görünsün, zifaf gecesinin sabahında iffetinin izini taşıyan pamuklu çarşafını evinin avlusunda güneşe asabilsin diye ona birtakım kocakarı hileleri öğretmişlerdi.”
“Onun bu derece tedbirli davranması doğaldı, çünkü bir kadın için üzerinde gelinliğiyle bekletilmekten daha utanç verici bir talihsizlik olamazdı. Buna karşılık, Angela Vicario’nun duvağıyla portakal çiçeklerini bakire olmadığı halde takmaya cesaret edebilmesi, daha sonra saflığın simgelerine karşı büyük bir saygısızlık olarak yorumlanacaktı.”
“Ben bir keresinde, kasaplık mesleğinin insan ruhunda adam öldürmeye yatkınlık olduğunu gösterip göstermediğini sormuştum kasaplara; ama onlar karşı çıkmışlardı: “Biz hayvan kestiğimizde gözlerinin içine bakmaya asla cesaret edemeyiz.” diye. İçlerinden biri, daha önceden bildiği, hele hele sütünü içtiği bir ineği kesemeyeceğini söylemişti bana. Ben de onlara Vicario kardeşlerin kendi yetiştirdikleri, adlarıyla çağıracak kadar yakından bildikleri aynı domuzları kestiklerini hatırlatmıştım. “Doğru,” diye karşılık vermişti bir tanesi, “Ama dikkat ederseniz onlara insan adı değil çiçek adı koyuyorlardı.”
“Bizlerden daha sağlıklıydı; ama insan onun göğsünü dinleyince, yüreğinin içinde fokurdayan gözyaşlarını duyabiliyordu.”
” – Santiago, yavrum, neyin var?
– Beni öldürdüler Wene Hala!”
YORUMLAR
Sebahattin Alinin Kuyucaklı Yusuf Romanının özelliklerini taşıyan bir eser olduğunu düşünüyorum aklımda kaldığı itibariyle
Tekrardan okumuş kadar oldum 🙏teşekkürler tebrikler
Saygılar selamlar sunuyorum
/ yüRekTen
Kesinlikle. Bu hikâye 1940'lı yılların sonunda Kolombiya'da bir ilçede gerçek bir cinayet ve anlatım bakımından Santiago'nun en yakın arkadaşı üzerinden gözlemci bir dil kaleme alınmış. Kuyucaklı Yusuf ise 1937'lerde biraz politik de olsa, benzer olaylar zinciri içinde yone benzer bir anlatımla, üçüncü şahıs anlatıcı kullanılarak yazılmış. Daha sonra da bildiğiniz üzere kitaba el konuluyor, yasaklanıyor, şaşırdık mı? Hayır:)
Teşekkürler.
Kırmızı Pazartesi, G. G. Margurez'in en ince kitabı imiş, buna rağmen okumadım maalesef. Halbuki diğer kitaplarından bir kaş tanesini yıllar önce okudum ve kütüphanemde dünya klasikleri arasında yer almakta.
Ve kitabı henüz kimse hediye de etmedi bana. :)
Kitabın ele aldığınız ana temasına gelince; sözümona "namus" cinayetlerinin artması toplum için büyük bir acı, büyük bir gerikalmışlık göstergesi ve ilkelliktir. ve aynı zamanda geriye gidişin ifadesi.
Kadın üzerindeki okunlar, korkunç katliamlar karşısında duyarsız ve sessiz kalışlarımız bizi de suç ortağı yaptığı gibi, güçlü yasaların olmaması da af edilir değil.
Erk pozisyonunda olan bir takım lobiistlerin kadına yüklenilen rolün ve kemikleşmiş gelenek ve görenekleri (inanç ve din bağlamlı) meşru kılma çabaları olduğunu biliyoruz (aile kavramı, bireylerin rolleri ve cinsiyetçilik).
Margurez o kıtabı seksenlerin başında yazmış; oysa biz neredeyse yarım asır sonra hala çözmüş değiliz bu tpplumsal sorunsalı...
Evet, konuyu gündeme getirmeniz çok kıymetli, sayın Yürekten.
Çok çok teşekkür ediyorum.
Umarım bu vesileyle değerli yazar Margurez de okunmuş olur.
Selam ve saygılarımla.
/ yüRekTen
İsterseniz seve seve gönderirim. Kjærlighet i koleraens tid" (1985) Bu kitabını da okumanızı tavsiye ederim sevgili Tüya.
İz bırakanlardan:)
Tüya
Ancak sözünü ettiğinizi "Kolera günlerinde aşk" kıtabın elimin altında ve en az otuz yıl oldu okuyalı.
Evet, Marqurez'in eserleri tekrar okunmaya değer kesinlikle....
Tackar så igen
Och ha det fint' vännen
/ yüRekTen
Ambjørnsen'den "Drapene i Barkvik", "San Sebastian blues" ve Selma Lønning Aarø'dan "Venstre hand over høyre skulder." Son roman Türkçemize "Elvira Madigan'ın Kayıp Parmağı" olarak çevrilmiş. Şanslıydım, bir sahafta ikinci elden çıktı karşıma alıverdim, çevirisi gayet başarılıydı. Çok farklı bir tarzı, üslubu var Aarø'nun. Jeg anbefaler sterkt:)
Sen de yaz lütfen tavsiye etmek istediklerin varsa.
Sevgimle♡
Tüya
Benim tavsiye edeceklerim de var, evet. Okumuş olabileceğiniz ihtimalini hesaba katarak bir kaçindan söz edeyim:
Son dönemlerde beni çok etkileyen romanlardan biri Chigozie Obioma'nın kaleme aldığı "Minoritets Orkestern" Mistik ve yalın bir dille enteresan insan halleri ve ilişkilerini konu alıyor.
Ve
Agneta Pleier'in eserleri de enteresan ve yetkin. Onlardan biri "Spådomen". Sürükleyici, zekice kurgulanmış ince bir kitap.
Ve
Şairi Nina Burton'un "Livets tunna väggar" Ben bu kitabı el kitabı olarak okuyorum. İyi ve entelektüel düzeyi fantastik bir kitap ki, doğadaki börtü böceğin hayatını, insan hayatı gibi şiirsel bir dille anlatıyor. En önemlisi de bilgi hazinesi niteliğinde ve oldukça öğretici olması. :)
Yukardaki eserlerin sizdeki çevirisi mutlaka vardır, ama hangi adla, bilmiyorum tabii.
Bir de Patrick Süskind'in "Koku" (parfymen) romanı, (yeni değil) henüz okumadıysanız tabii. Yalnız sizi uyarıyorum, çok korkunç bir hikayesi var. Çok uzun yıllar önce okumuş olmama rağmen, anımsadıkça hala ürperirdiğimi söyleyebilirim. :)
Umarım önerilerimin bir faydası olmuştur size.
Ock tusentack vännen, tack för utbytet av tankar som är så givande.
Så glädjande...
Ha en trevlig kväll
Med varmaste hälsningar
/ yüRekTen
Patrick Süskind'in kitabını hatırladım, Norveççe'ye de "Parfyme" olarak çevrilmişti. Kütüphaneden temin ettim, yirmi dördüncü sayfadayım. Xviii. yüzyıl Fransa'sında kentler, sokaklar, pazarlar, balık pazarları ve insan kokularının tasvirleri müthiş güçlü geldi. Kokular ve kokuşmuşluk ancak bu derece tiksindirici tasvir edilebilirdi. Dil gayet akıcı merakım giderek artıyor bakalım o kötü kokuların altından daha neler çıkacak. Ancak daha ilk sayfalarda çocuk katili karaçalmasıyla gencecik bir annenin kafası uçurulurken Jean-Baptiste gibi pisliklerin, kadın düşmanlarının hayatta kalıyor ve yine anneler/kadınlar tarafından emzilirip semiz semiz büyütülüyor olması ne acı ve ne ironik! (Bu konunun tam da Kırmızı Pazartesi incelemesine tesadüf etmesi de...)
"En Vinter i Stockholm" Norli'den sipariş ettim. Stockholm'un kışını biliyorum ama bu kitapta farkı neymiş bir görelim. Spådamen hatrına giriş yaptım siteye topu topu beş kitabı çıktı karşıma Agneta Pleijel'in. Hepsi de orijinal dilde ve Spådamen stokta yok. O olmayınca "En Vinter i Stockholm" ile tanıma kararı alıyorum bu kadını. Yalnız Danca olsa süper olurdu. N'abalım İsveççe okuyabileceğimi de düşünüyorum en azından ve kitabın ince oluşu yüreklendirdi beni. Gerekirse sözlüğe başvuracağım artık. Asıl şu an tanıştığım ve tanıştırıldığımdan mütevellit memnun bir haletiruhiye içindeyim.
Kjære Tüya,
Takk for alle varme, gode og hyggelige svarer som har strømmet på... Jeg ønsker deg (og til meg) mange fine lesestunder! ♡
Tüya
Men det är rolig att du är nyfiken och redan har börjat läsa. :)
Tack detsamma. Glädjen är på min sida...
Lycka till med läsningen och vi hörs, fina vän,
Med varmaste hälsningar.