- 132 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KURTKÖY'DE YILBAŞI
İçine sallandırıldığım kuyunun suyunu boşaltmak için kullandığımız su motorunun sahibi, Doktor Basri amca, aslında doktor falan değildi ; lâkabı böyle. Onun da bahçesindeki mahsulleri taşımak ve ektiği tarlalar için kullandığı atları ve at arabası vardı. Bahçesi, köyün dışında, Konyalı’ nın kahvesinin arka taraflarındaki evinin önündeydi. Eşi Emine teyze, Pendik’te süt, yoğurt ve bahçelerinde yetişen sebze-meyvelerini satardı. Bu konuda, o zamanlar fazla kalabalık olmayan Pendik’in tanınmış simalarındandı diyebilirim. Yıldız ve Filiz adında, benden küçük ,iki tane de kızları vardı.
Köydeki az sayıda esnafları sayarken, aklıma gelmeyen , evlerinin bahçesinde kundura tamirciliği de yapan, İtfaiyeci Sadettin amcayı da anlatmam gerekiyor. Saadettin amca, benden iki yaş küçük arkadaşım Sedat’ın babasıydı. Köyün bilinen, en akıllı, yetenekli , çalışkan insanlarından biriydi. O zamanlar tanıdığım en akıllı adam, bence Tatlı Hasan amcaydı.
Yaz bitti, okulların açılma zamanı yaklaştı. Ben üçüncü sınıfa giderken, ablam da beşinci sınıfa gidecekti. Sezonu, kavun ve karpuzdan zarar ederek kapattık. Babam, bu işe çok öfkeleniyordu. Bir türlü iyisini almayı beceremiyor, mallarını övenlere kolay kanıp, sergiyi dolduruyor, karpuzların çoğu kabak, kavunlar ise tatsız çıkıyordu. Benden hiç bir şeyi esirgemediği gibi, üzüm, kavun ve karpuzlardan da bol bol yememe izin veriyordu. Bir defasında, kucağımdan düşürdüğüm bir karpuzu yememi söylediğinde ; nereden aklıma geldi, nasıl söyledim, bilemiyorum ;
- Kırmasak yedireceğin mi var zaten, deyiverdim. Öylesine içerledi ki ; bu sözümü yıllarca unutamadı ve sık sık hatırlattı. O hatırladıkça, yaptığım haksızlıktan dolayı içim sızladı daima. Çok cömert adamdı benim babam.
Okullar Eylül ayında açıldı. Yine Selâmi öğretmenle, beş sınıfa bir öğretmen şeklinde başladık. Fakat Selâmi öğretmene bir haller olmuş ; ders saatlerinde, tüm sınıfları bana emanet ederek, konuşanları tahtaya yazmamı tembih edip, bizim kahveye, İbrahim ağa ile, Prafa adlı kâğıt oyunu oynamaya gitmeye başladı. Ben üçüncü sınıfta, dokuz yaşında, cılız bir çocuktum. Beş tane sınıfla, üstelik çoğu benden büyük olan çocuklarla, nasıl baş edebilirdim ?
Kasım ayının ilk haftasına vardığımızda, havalar da iyice soğumaya başladı. Ahıra sakladığımız, bidondan bozma sobamız yeniden piyasaya çıktı. Çok sağlam olmayan boruları birbirlerine eklemek, hazır hale getirmek, babamın çok öfkelenmesine, ağzından çeşitli küfürler çıkmasına sebep olacak kadar zor oldu. Sonunda kurulup ilk kibrit çakıldığında, kahveyi yoğun bir duman sardı. Fena halde tütüyordu sobamız. İki kapı birden açılıp dumanların dışarıya çıkması sağlandıktan sonra, sobanın tutuştuğunu gördük ve kapıları tekrar kapatıp, kahveyi ısıtmaya çalıştık. İhtiyarlar hemen sobanın etrafına doluşunca, babam zaten geçmeyen öfkesiyle, onlara köpürmeye başladı.
Çoban Tahsin, gramofonu elinde , bu sene vaktinde geldi kahvemize. Sık sık arıza yapan, babamın elindeki havya denilen lehim aletiyle tamir etmeye çalıştığı, kocaman batarya ile çalışan kırmızı radyomuz, daha az kullanılmaya başlandı. Çoğu kez , Tahsin Kâhyanın gramofonunda çalan plâklar dinlenmeye başlandı. Tabi, yine Veremli kız sık sık çalındı ve babam sigarasını aynı şekilde derin derin derin çekmeye , uzaklara dalmaya ve için için ağlamaya devam etti.
Bir gün kahvenin kapısından, uzun sakallı, yaşlı, biraz uzun boylu , yabancı bir adam ;
- Selâmun aleyküm , deyip içeri girdi. Babam hemen yanına koşup elini öptü, paltosunu sırtından alıp duvara astı. Yusuf dedemmiş benim. Saçları babam gibi gür, arkaya taralı ve tıpkı bizim gibi yeşil gözlüydü.
- Fikret , koş oğlum ; bak deden gelmiş deyince, şaşırarak baktım önce, Yine şaşkınlığımı üzerimden atamadan yaklaştım dedeme ve elini öptüm. Kucağına aldı, öptü, sevdi beni. Başında kasket değil, külâh denilen yün bir başlık vardı. Babam, hemen bir çay ikram etti ona. Bir süre sonra kucağından inip, ders çalışmak için masalardan birine yerleştim.
- Bu çocuk çok akıllı görünüyor. Okut onu Mustafa, diye seslendi babama.
- Onu okutup, Eşşekli’ye muallim yapacağım, dedi babam gülerek. Eşekli, Gebze’nin , en küçük, yoksul köylerinden biriydi. Babamın Bahriye Teyzesi ve İbrahim dayısının orada yaşadıklarını sonradan öğrendim. Yalnız, Eşekli ismi çoktan değiştirilmiş, Şekerpınar olmuştu aslında. Üstelik ’’ Eşekli’’ demenin yirmi beş kuruş da cezasının olduğu söyleniyordu.
Dedemin geldiği araba, Mollafenari köyünden, Emin’in postası denilen, eski Amerikan otobüslerinden biriydi. Pazar günleri Pendik pazarına, sanırım Çarşamba günleri de Kadıköy pazarına, Gebze’nin köylerinden müşteri taşıyordu. Sabah getirip, akşam geri götürüyordu. Pendik’e giderken Kurtköy’den geçiyordu, Kadıköy’e giderken de Sultanbeyli tarafından gidiyor, şimdiki ViaPort’un oradan geçiyordu. Otobüsün saati yaklaştığında babam, bitişikteki bakkaldan bir kaç paket üçüncü sigarası aldı dedem için. On beş lira olduğunu gördüğüm kadar da harçlık verip, elini öptü. Ben de dedemin elini tekrar öptüm ve uğurladık.
Her zamanki gibi, direkt babamdan değil, başkalarına anlattıklarından öğrendiğime göre ; dedem, Mollafenari’de amcamla birlikte oturuyor, onun hayvanlarını güdüyormuş. Mollafenari’nin az ilerisinde, sol tarafında olan Cuma köyde halam, civar köylerde de başka akrabalarımız , halamın kızları, eniştelerim oturuyor.
Çetin geçiyordu yine Kurtköy’ün kışı. Çok güzel ve yoğun kar yağdı. Ben de sık sık, kahveden kaçarak, çocuklarla kartopu oynamaya gittim. Tabi, okulun bahçesinde de oynuyorduk. Gençlerin güzel de bir kış eğlencesi vardı : Karlı gecelerde ayı oynatmak. Herekeli Mustafa amcanın oğlu, Somuncu Ahmet, ayı yapmak için tek seçenekti o zamanlar. Bu Somuncu Ahmet’in sigara içtiğini, asla da vazgeçmeye niyetinin olmadığını, hatta tiryaki olduğunu öğrenen, çocuk başı dediğimiz, Hulusi’nin, Ahmet’i öldüresiye dövdüğünü, hatta öldü diye bıraktığını bütün köy duymuştu.
Bizim kahvede, başına bir çuval geçirip, ayıya benzetmeye çalıştılar Ahmet’i. Bir de tef bulmuşlar. Hatırladığım gençler : Ahmet Çökmez, Raşit, Halit, Ferit, Tunay, Aydoğan, Fikri, Esat, Karakaş Ümran, Altan, Hasan, Hüseyin, Salih, Ahmet, Mehmet ve hatırlayamadıklarım.. Kurtköy sokaklarında ayı oynatıp, insanları güldürüp, bahşiş topladılar. Elbette gece . Sonra bu paralarla irmik helvası yapılır, ziyafet çekilirdi.
Yine aynı sene, köye Karagözcünün de geldiğini gördüm. Konyalı’nın kahvesinin bir köşesine asılan beyaz bir perdenin arkasında, mum ışığının gölgesinde uygulanan, ahşaptan yapılan kuklaların oynatıldığı Karagöz kukla oyunu. Babam, beni de göndermişti ve herkesle birlikte ben de güldüm , eğlendim.
Yılbaşı yaklaştığında, kahvede, oyunların çayına değil de parasına oynanmaya başladığını görüp şaşırdım. Aslında, Yılbaşı gecelerinde tamamen kumar oynanırmış ama nedense, bir kaç gün öncesinde başladı. İnsanlar masaların üzerine çıkarttıkları paraları, kâğıtların üzerine basıyor, birisi kâğıtları açıyor ve kazanan paraları kendi önüne topluyor. Masadaki bir fincanın içine, her oyunda, bir miktar kahveci payı ayrılıyor. Remzi ağabeyin kahvesine, genelde, camiye giden yaşlı insanlar gidiyor ve orada oyun oynamıyordu. Herhalde kumar da oynanmamıştır. Üstelik, gece geç saatlere kadar, aslında on birde kapanması gereken kahvemiz açık kalıyordu.
Yılbaşı gecesi, parasına oyunlara, tombala da eklendi. Genelde, Kaptan Nuri çekiyordu bizim kahvede tombalayı. Bir ara, onun elini uğursuz bulup benim çekmemi istediler taşları. Kaptan Nuri kızsa da, babam razı oldu ve ben tombala torbasını elime alıp, içindeki taşları teker teker çekip okumaya başladım. Hoşuma da gitmişti bu iş. Ben çekmediğim zamanlarda, kendime de kart aldım ve tombala kumarına o yaşta katılmış oldum.
Yılbaşı gecesi, kahve daha kalabalıktı. Kahvemizin müşterisi olmayan, diğer kahvelerden insanlar bile, kumar oynamak için bizim kahveye gelmişlerdi. Sabaha kadar kahvemiz açık kaldı ve insanlar bıkıncaya kadar kumar oynadılar.
Sigara dumanı, küfürler, el şakaları, kavgalar derken, sabahlara kadar kumar oynanan bir ortamda, yaşamaya, ders çalışmaya, okumaya çalışan dokuz yaşındaki bir çocuğun, geleceği nasıl olabilir acaba ?
Fikret TEZEL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.