- 651 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
DALLAS ÇİFTLİĞİ
_______________________________ Huzur mülkten evladır.
-Selamünaleyküm abi!
-Oooo! Aleykümselâm İshak Usta! Yahu sen hayatta mısın? ...
-Abi, sen de Ali Talip gibi bana numara çekme Allah’ını seversen… Görüşmeyeli iki hafta bile olmadı.
-Yok canım… Sanki bana yıllar olmuş gibi geldi…
İshak Usta, benim taşeronum du. Kısa boylu, biraz kilolu, açık yürekli sevecen bir Bayburtlu…Genç sayılabilecek yaşına rağmen, kafasında saç kalmamış, çilekeş bir Anadolu çocuğu...Çok şakalaşırdık onunla kelliğinden dolayı; İshak Usta senin kafa kaç mumluk diye...Gecenin kör karanlığında o da bize takılırdı lambalar yanarken; -İsraf etmeyin, söndürün şu lambaları, ben geldim artık..Diyerek.İshak Usta, ilkokul mezunuydu ama, kendinden beklenmeyecek nüktelere sahip, çok ta zeki biriydi.-Madenli dağda ot bitmez derler ooolum, senin bu kel kafanda memleketi refaha kavuşturacak kadar maden var.. Diye takılırdım kendisine. Yine öylesine takılmıştım bizim kel taşerona:
-İshak Usta, sen akıntıya pek kürek çekmemişsindir… Şu kayıplara karıştığın iki haftada neler yaptın bir anlat hele...
-Sorma abi… Perdahlının kahvehanede oturuyordum. Bizim İspir’li İsmail Usta geldi oturdu yanıma. Hani, keçinin sevmediği ot, burnunun dibinde biter derler ya…
-Haaa! Kompresörcü İsmail…
-He, işte o!
-Gene çekmişsindir numaranı. Hani o İspir’liyle Bayburtlunun çuvala girme hikâyesini...
-Yoo, valla, anlatmadım. Hemen konuya girdi. Duraliler’de bir arsası varmış… İçinde de subasmanı atılmış, tuğlası, kumu, çimentosu hazır…
-Eee!
-Çok dardayım dedi. Alırsan şu benim arsayı içindekilerle birlikte sana satıyım ne dersin? Dedi.
-İyi ya işte… Kör ister bir göz, sen buldun iki göz!
-Hemen elimi uzattım. Anan aşşa, baban yukarı, iki yüz elli milyona sulh olduk. İki haftadır onunla meşguldük. Hanım bir yandan, oğlum bir yandan yaptık çattık binayı…
-Ben dedim agam, sen boşa kürek çekmezsin… Eee. Ne zaman göreceğiz şu senin derebeyi şatosunu?
-İstersen hemen abi…
-Haydi, öyleyse, bakmaya gidiyoruz.
Atladık benim arabaya, ver elini Duraliler...
Duraliler, Antalya’nın merkezine yaklaşık on kilometre mesafede cennet gibi bir köydü. Henüz şehrin mücavir alanında bulunan bu köyde imar olmadığı içindir ki, çok bakir bir yerdi. Göğü delercesine uzanmış asırlık ağaçlar, şırıl şırıl akan berrak sular, velhasıl doğal doku yaratıldığı gibi duruyordu hem de tertemiz... İshak’ın evi de o yeşillikler içerisine öyle güzel yakışmıştı ki, birden iştahım kabardı…
-Çok güzel olmuş dedim. Güle güle oturun. Şehrin betonlaşmasını önleyen, eski konaklar gibi, sağlık için uğraş verilebilecek nefis bir şey bu...
-Sağ ol abi, dedi İshak. Kolay... Az ileride koca akarı arkasına almış, tali arkı içerisinden geçen bir parsel daha var.
-Orası da imarsız tabii… Şu kafa parsellerinden yani…
-Abi, imar ne gezer buralarda. İmar da yok, mimar da yok, tapu da yok, kadastro da yok.
-Ne var öyleyse?
-Zilyetlik var!
-Yani pazardan domates alır gibi arsa alıyorsun…
-Aynen öyle abi, dedi İshak Usta gülerek...
Tapu işi midemi bulandırmadı desem yalan olur ama semte müthiş içim kaynamıştı.
-Olsun be… Dedim. Devlet elimden geri alana kadar, biz de hevesimizi almış oluruz.
-Abi, bu işlerde cesur olacaksın bir kere.
-Tamam, be İshak… Dedim. Kiminle görüşeceğiz? .
-Korkutelili Osman Ağa ile.
-O ağa nerede?
-Hemen arsanın berisindeki evinde… Zaten bu civarı dedemizden kaldıydı diye parselleyip satıyor ha bire.
-Geç kalmışız desene…
-Erken de gelsek biz yapamazdık abi… Hele sen hiç yapamazdın bir kere.
Doğru söylüyordu İshak Usta... Devletin kanunları benim için çıkıyordu sanki… Yasa dendi mi içimizde bir tasa… Olsun dedim kendi kendime, bir kumar da ben oynayım. Kararımı vermiştim bir kere, doğru ya da yanlış…Acilen Osman Ağa ya vardık.
-Merhaba Osman ağa.
-Ooo… İshak efendi merhaba. Ne iş? Bak biii… Bu bey de kim ola ki?
-Haa… Halil Abi. Bizim mühendiz, mütahidimiz. Şu senin bitişikteki arsa için geldik.
-Hoş geldiniz… Hoş geldiniz… Oturun hele bir soluklanın.
Osman Ağa da, İshak usta gibi kelin biriydi. Oldukça zayıf, sıskalığından uzun gibi görünen, kara, kuru, bir yaşlı köylüydü. Türk törelerine de hiç yabancı gözükmüyordu. Oldukça misafirperver, izzet ikram sahibi bir şekilde buyur etti bizi. Kendi ifadesiyle; böğürtlenlerin kölgesindeki çayırlara ’ iki yımşak döşşek’ attı. Başladık sohbete. Sıra arsa pazarlığına gelmişti. Arsasının içi, Antalya’nın tipik karstik kayalıklarıyla doluydu. Küçük arkın kenarında on, on beş tane orta halli kavaklar vardı. Arka tarafta, çalılarla koyun koyuna zeytin ve incir sürgünleri, ön tarafta da böğürtlenlerle sarmaş dolaş nar fidanları bulunuyordu.
-Ne istiyorsun Osman Ağa, bu kayalıklara?
-Kayalık olur mu beyim… Şu ağaçlara bak bi… Çağıl, çağıl çağıl akan şu sulara bak!
Buralara derman yetmez, sen alıcı mısın ona bak…
-Elbette alıcıyım efendim, ne yani sorucu mu zannettin?
-Öyleyse ver elini, iki yüz milyon kayme… Yalnız kavaklar benim, kesip Korkuteli’nde yazlığıma kullanacam…
-Olur, mu Osman Ağa? Desene sen bana ille de kayalıkları satacaksın.
-Valla ben kavakları vermem.
Yola yakın iki kavak ağacı vardı ki, gerçekten çok hoş duruyorlardı. Yazın gölgesi de tüm arsaya değerdi hani... Ben o güzel kavakları göstererek;
-Aha şu iki kavağı bana bırakmazsan, ben elimi bırakacağım Osman ağa...
Birden İshak Usta sarıldı ellerimize… Osman Ağaya dönerek;
-Oldu bu iş. Nazlanma Osman Ağa. Halil Abim bir cayarsa, bir daha bu sokağa da girmez, bana da gelmez valla… Sen he de bitsin bu iş.
Osman Ağa, biraz nazlı, biraz da artistik havayla;
-Öyle mi diyon İshak efendi? Tamam, öyleyse senin dediğin olsun, verdim gitti alın hayrını görün...
İshak Ustanın iki haftada yaptığı koca eve karşın ben, bir ay içinin kayalarını ayıklatmış, çıkan taşlarla arka tarafa mükemmel bir taş duvar yaptırmıştım tıpkı Çin Seddi gibi... Zümrüt ova’dan kamyonlarla tarıma elverişli toprak taşıtmış, kayalık arsayı mümbit bir bahçeye çevirmiştim. Kendi çizdiğim yazlık ev planını da üç ay içerisinde tamamlamış, kelimenin tam anlamıyla eskilerin aşiyan tabir ettiği bir bülbülyuvasına döndürmüştüm kayalıkları... Tek sorunum, apartman hayatına iyice alışmış olan çocuklarımın böyle bir bahçeye gelip gitmelerini sağlamaktı. Eşim, benim topraklarla uğraşmayı sevdiğimi bildiği için, devamlı destek veriyordu, ama çocukları alıştırmak hiç te kolay olmamıştı. Bin nazla bu küçük bahçeye geliyorlar, zincirden boşanmışçasına süratle ve pür neşe apartman dairesine geri dönüyorlardı.
Oldukça sıcak bir yaz günüydü. Antalyalıların; ’Pamukları oldurur’ dedikleri poyraz, şehri yakıp kavuruyordu. Büyük emekler verip diktiğim tazecik fidanları sulamak için, tek başıma gitmiştim küçük bahçeme. Raylı büyük bahçe kapısını açtığımda, alev kusan havaya rağmen adeta buz kesilmiştim. Kocaman ve simsiyah bir yılan, tam da yazlığın giriş kapısının önünde kıvrılmış, sanki bir sepet gibi duruyordu. Hayatımda iki yaratıktan çok korkardım: Biri köpek, diğeri yılan... Küçüklüğümde büyük bir köpeğe dalandığımdan olmalı ki, köpekleri hiç sevmezdim. Yılan ise, tüm ailemizin korkulu rüyasıydı... Anacağızım, her aklına geldiğinde anlatırdı:’ Oğlum, senin adını aldığın babamı yılan sokmuş. Hasat zamanı harman yerine gittiğinde, orada ölmüş kalmış. Ben pek bilmem, dev gibiymiş babacağızım. Yeşil ala gözlü, senin gibi sarışın, tuttuğunu koparırmış nur içinde yatsın. Adını bahar seli koymuş tüm köylü. Ama bir gün, babacağızımın hayatına son vermiş o lanet yılan...’Ben, çocukluğumda devamlı dinlediğim bu hikâyenin etkisi altında kalmış olmalıydım ki, yılanlara karşı büyük bir fobim vardı.
Bal mumu gibi olmuştum.
-Eyvaah! Dedim. Nasıl anlatırım ben bu manzarayı çocuklarıma? Zaten bin nazla geliyorlar… Bir de duyarlarsa bu kocaman karayılanı, bahçenin semtine bile uğramazlar artık...
Kendimin içeri nasıl gireceğimi unutmuş, çocuklarımın nasıl geleceğinin derdine düşmüştüm. Demir kapının gıcırtısından irkilen yılan, usta bir patinajcının buzda paten yaptığı gibi, kıvrılarak binanın arka tarafına süzülüverdi. Savak başında bir kaya kütlesi bırakmıştım, siluet olsun diye… O mücessem kayanın altında yuvası olmalıydı ki, kayboluverdi kayanın dibinde... Artık komşu olduğumuz, arsa sahibi Osman Ağa, bahçe duvarına yaslanmış, kuru bedeniyle beni takip edermiş:
-Ne o Halil efendi! Dedi. Yılan mı kovaladın yoksa? Bet beniz kalmamış sende ya!
-Olmaz olsun Osman Ağa… Dedim. Kollarımı iki yana açarak, Hem de nah böyle, iki metre kapkara bir yılan… Ben nasıl kovalarım onu ya?
Gülmeye başladı Osman Ağa:
-Hah, hah, haa… Yoğsam yılandan korkan mı bey?
-Korkmak mı? … Ödüm patlar valla!
-Hiiç korkma komşum. Sen bi şey yapmadıkça o seslenmez bilene...
-Yok ya, yılanın sesleneni de mi var?
-O manada demedim. Ellemez bile demek istedim. Hem ben, elime alır oynarım onuynan…
-İyi valla… Bir de yılan çıngıraklıysa, zili de hazır!
-Öyle değil komşum, ellerime alır, oyum, oyum oynarım ben yılanla…
-Eh! İyi öyleyse. Kayanın dibine girdi, al da oyna…
-Aman Halil Efendi bu ne korku?
-Bak Osman Ağa, bu yılanın öldüğünü görmezsem, inan bu bahçeyi satarım!
-Yok, yok… Değmeez. Sen biraz kükürt getir, kayanın dibine serp… Yılan kükürdü hiç sevmez, bırakır buraları, çeker gider.
Bir saniye bile durmadım, doğru şehire... Zirai ilaç satan bayilerden yarım çuval kükürt tozu aldım. Geri gittim, bahçedeki kayanın dibine titreye, titreye boşalttım. Hortumu çeşmeye taktım, “ne şeytanı gör, ne de salâvat getir hesabı” on metre uzaktan verdim suyu kayanın dibine, iyice deliğin içine işlesin diyerek… İshak usta geldi su sıkarken:
Ne o Halil Abi! Kuru kayayı ne sulayıp duruyorsun?
-Agam, sen demedin mi, şu Antalya’ da küreğin sapını diksen göverir diye…
-Ne alaka Abi…
-Biliyorum kel alaka… Ben bazen böyle kuru kaya sularım, etrafı yeşersin diye… Anlayacağın bu benim hobilerimden biri...
İshak Ustanın birçok huyları çok iyiydi… Ama diline düştün mü, fosseptiğe düş ondan daha iyi… Bilsin istemiyordum yılan hikâyemi. Yoksa çocuklarım da dâhil duymayan kalmazdı… Güneş, bütün heybetiyle önümüzde duran Beydağlarının arkasına dolandığında, İshak’ ı evine bırakıp Ereğlililer derneğine gitmiştim. Bizim kel İshak bir şey dememişti ama benzim kükürt gibi sapsarıydı arabanın aynasından gördüğüm kadarıyla. Boş masalardan birine oturdum:
-Bahri! Dedim, bir çay ver.
-Hemen Abi…
Çayın gelmesiyle beraber bizim uzun Hasan yanıma oturdu. Hasan Ereğli’den en yakın arkadaşımdı. O tarihlerde Çevre Bakanlığı da yapan Ali Talip Bey’ in ağabeyi idi. İki metreye yakın boyu, gür sesiyle hemen belli ederdi geldiğini. Kocaman elleriyle sırtıma bir vurdu;
-Ne o, Halilciğim… Hasta mısın?
-Yoo! Nereden çıkardın şimdi?
-Benzini soluk gördüm de… Haa! Sen suçlusun aslanım! Hayırsız seni… Duraliler’de bir çiftlik kurmuşsun, haber, maber Hak getire…
-Ne çiftliği… Kim kurmuş? Bizim kel ile birer yazlık yaptık.
-Ben çiftlik duydum yeme şimdi… Pekiyi seninki ne kadar?
-Dört yüz elli…
-Dört yüz elli dönüümm… Pes valla!
-Yahu sözümü bitirmedim, bir dinle arkadaş. Dönüm değil metrekare…
-Hah! Hah! Haa! Desene Dallas çiftliği… İyi, iyi, bu pazar senin Dallas Stone çiftliğinde bir sıkma partisi yaparız artık!
-Yahu Hasan öyle üfürüp duruyorsun. Haydi, Dallas’ı yuttuk, Stone nerden çıktı?
-Yahu sen Taşçıoğlu’sun ya… Stone de taş demek agam, bilmiyorsan öğren. Atlatacaksın değil mi? He demedin bizim sıkma işine…
-Hasan, kimseye söyleme sakın. Benim benzim niye soluk?
-Sordum, söylemedin… Napalım yani?
-Bugün, senin o meşhur çiftlikte kapkara bir yılan gördüm, senin boyunda.
-Hadi be sende! Sıkma yapmamak için polim çeviriyorsun!
-Ben polim, molim bilmem agam. Simsiyah, kocaman bir yılan, hem de çiftliğin tam içinde…
-Vallaha mı?
-He valla!
-O zaman sıkma kalsın agam. Ben vaz geçtim!
-Sen vaz geçme! Ben defterini dürüyüm… Sonra ne dilersen dile benden.
Günler geçiyor, ben çocukları arada bir pazar günleri alıp, Uzun Hasan’ın tabiriyle Dallas çiftliğine götürüyordum, ama yılandan çıyandan hiç bahsetmiyordum. Onlar siluet kayaya yaklaşırlarsa, ben hemen uyarıya geçiyordum;
-Çocuklaar! Oralara kadar gitmeyiin!
-Niye gitmeyecekmişiz?
-Ayağınız mayağınız kayar, başınız koca kayaya çarpar, marpar… Gelin bu taraflarda oynayın! Hem bakın ben oralarda hiç geziyor muyum?
-Aman babaa… Sen de bizi iyice bebek belledin herhalde! Eskiden bu taraflara geldiğimizde bir şey demiyordun ama!
-Olsun efendim… Şimdi diyorum. O kayadan tarafa gitmeyeceksiniz o kadar!
Kızlarım çok itaatkârdılar, lakin oğluma laf anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordu…
-Babaa! Dedi oğlum. Bizden bir şeyler mi saklıyorsun? Ne iş?
-Ne saklayacağım lan tuzsuz?
-Öyleyse ne bu telaşın?
-Telaş, melaş yok oğlum. De ki orada bir tarla faresi var…
-Tamam, ben tarla faresinden korkarım da, bu fare bahçenin başka taraflarında olamaz mı?
-Başka taraftaki fareleri ben yakalarım!
-Pekiyi kayanın oradaki fareyi?
-İşte onu yakalayamam.
-Nedenmiş?
-Çünkü kayanın dibinde delik var… Hemen o deliğe kaçıverir de ondan...
Kayanın deliğine girecek olan fare değildi diyemiyorum ya… Çok geçmemişti. Yine sıcak bir gün kontrole gitmiştim Dallas çiftliğini. Osman Ağa, bahçe duvarının gölgesinde duruyordu tek başına. Ben bahçeye geçer geçmez, cırtlak bir sesle beni çağırdı:
-Halil Efendiii! Halil Efendiii!
O da nesi? Benim korkulu rüyam, gecelerimin karabasanı, karayılanı koluna dolamış oynayıp duruyor Osman Ağa… Tüylerim diken, diken;
-Canlı mı, canlı mııı! Diye bağırdım.
-Canlı olur mu hiiiç? Defterini dürdüm keratanın. Sen iyi komşusun Halil Efendi, bahçeyi satmana gönlüm razı olmadı...
-Allah senden razı olsun Osman Ağa. O koca kaya kaç haftadır üstümdeydi. Nasıl sevindim bilemezsin.
Hemen Uzun Hasan’ı aradım;
-Hasancığım, asayiş berkemal! Yılanın defteri dürüldü. Pazar günü tüm tanıdıkları sıkma partisine davet ediyoruz, haberin olsun…
-Dallas Stone demi?
-Hayır Dallas çiftliğinde...
Antalya-1996
Halil Şakir Taşçıoğlu
S O N
YORUMLAR
Bahçemde iki çeşit yılan var. İlki kara yılan. Onun pek bir sıkıntısı yok. Yalnız garaja deri değiştirmeye geldiğinde böcekler için koyduğum yapışkanlara takılıyor. O zaman ben de onu baltayla öldürmek zorunda kalıyorum. Gayet de fütursuzlar. Bir kere garajın kapasını açtığımda bir tanesi bana aldırmadan içeri girmeye kalktı. Yolunda kesmek üzere önüne çantamı koyunca oflaya puflaya bahçeye geri döndü. Asıl dert copperhead denen zehirlilerde. Onlar kara yılandan daha küçükler ama zehirleri öldürücü olabiliyor. Onlar da deri değiştirmeye garajıma geliyor. Her iki türün de derilerini Alien filmden sahne seyreder gibi buluyoruz. Eve taşınırken "Örümcekler ve yılanlar bende; karafatmalar sende" demiştim. Çatı katında yavru bir yılana denk geldiğimde (Eşim hala bunu bilmez) çok daha iyi bir anlaşma yapmadığımı farkettim. Saygılarımla.
halilşakir
bir yılan fobisi oluştu rahmetli dedemden...
eksik olmayın sayın Kemal,
sağ olun, var olun.
iyi ki varsınız,
Onur verdiniz üstadım...
Kadir bilir asil gönlünüze kalbi şükranlarımı,
selam, sevgi ve de saygılarımı iletiyorum.
Ömrü güzel olası Anadolu'mun saygın yürekli üstadı; Yılan deyince, çocukluğumuzda köylerde yonca ekilir ve tırpanla biçilirdi, biçilirken içinden epey su yılanı çıkardı... Şimdilerde insanlar yılanlardan tehlikeli... Kaleminize yüreğinize sağlık.
halilşakir
sağ olun, var olun.
iyi ki varsınız,
Onur verdiniz üstadım...
Kadir bilir asil gönlünüze kalbi şükranlarımı,
selam, sevgi ve de saygılarımı iletiyorum.