- 184 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ALMANYA'DAN ABLAM GELDİ
Henüz o günlerde, köyün içlerini yeterince tanıyamadığım için, kimlerin hayvanları vardı bilemiyorum. Hatırladıklarım kadarıyla ; Kör Tahsin amcanın mandaları vardı sadece. Herhalde, tarlasına, bahçesine giderdi. Onun birlikte oturduğu oğlu Bahattin ağabey, gemilerde çalışır, köye biraz seyrek gelirdi. Kahvemizin sahibi, İbrahim ağanın büyük damadı Rıdvan ağabey de gemilerde çalışır, o da köye seyrek uğrardı. Tatlı Hasan amcanın atları ve at arabası vardı. Bildiğim tek büyük bahçıvan oydu. Sabahları , sığırtmaç Hüsnü Günaydın amcanın, köyün sığırlarını toplayıp otlağa götürdüğünü de gördüm. Demek ki, büyük baş hayvan besleyenler vardı. Hüsnü amca, babam yaşlarında, çok zayıf, gariban bir adamdı. Sonraları, muhtara bağlı, köy bekçisi olduğunu da hatırlıyorum.
Tatlı Hasan amcanın , ama babası, Tatlı Osman amca, bizim kahvenin müşterilerindendi. Ben onu, bazen öğle arasında bazen de ,akşamları evlerine götürmeye başladım. Karşılığında bana, her gün yirmi beş kuruş bahşiş veriyordu. Önceleri İbrahim ağanın, sonra da başkalarının evlerine, dükkândan aldıkları ekmek ve başka öte berileri taşımaya da başladım. Onlardan bazıları da bana bahşiş veriyorlardı.
Pendik’e, süt-yoğurt satmaya giden erkek ve kadınlar da vardı. en çok bildiğim erkekler Konyalı Necmi ağabey ile, Yörük Ali ağabeydi. Mutlaka başkaları da vardı ama hafızamda yok şu anda.
Mayıs geldiğinde, Çoban Tahsin amca kahveden ayrılıp, çobanlık üzere başka bir yere gitti yine. Ağaçlar iyice yeşerdi, çiçekler açtı. Kahvemizin sobası, gelenek olduğu üzere ; altı Mayıs’ta, Hıdırellez’de kaldırıldı. Bidondan bozma sobamız ve eski püskü boruları bitişiğimizdeki ahıra yerleştirildi . Soba kullanılan her yerde adet olduğu üzere, Kurtköy’de ve dolayısıyla bizim kahvede de şimdi badana zamanı idi. Bu işi babam kendisi yapacaktı. Zaten herkes kendisi yapardı ; ya kadınlar ya da erkekler. Kirecin içine, renk olsun diye, koyu mavi renkli çivit karıştırılıp duvarlara sürülürdü. Kahvemizin tavanı ahşap ve sigara dumanından simsiyahtı. Burası için yapılacak bir şey yoktu. Yeşil renkli ahşap kapı ve pencereler ise bir kaç yılda bir ancak yapılırdı.
Benim oyun saatim diye bir şey yoktu. Okullar da tatil olduğuna göre, garsonluğum tam gün olmuştu artık. Buna rağmen, babama görünmeden , arada kaçıp , sokakta oynayan çocukların yanına giderdim. Biraz küçük olduğumdan biraz da iyice alışamadığımdan, pek giremezdim oyunlara. Babam, kesin olarak tembih etmişti ; kimsenin çocuğuna çatmayacak, ona söz getirmeyecektim. Sırf bu yüzden, kahveye ağlayarak dönerdim çoğu zaman. Çocuklar da beni ağlatmaktan zevk duyarlar, zevk için itip, kakıp ağlatırlardı.
Çocukların başında, minibüsçü Süleyman amcanın oğlu Hulusi vardı. Delikanlılığa yaklaşmış, büyük bir çocuktu. Çocukların başı gibiydi. Ondan habersiz oyun oynamazdı çocuklar. Yoğurtçuların, kullandıkları saç kapların eskilerinden yapılma tekerlekli, ağaç gövdeli ve yine bu teneke altlarından yapılma direksiyonu ile, oyuncak arabaları vardı çocukların. Konvoy şeklinde sıralanır, başta da Hulusi olarak köy içinde gezilirdi.
Bir de Halil vardı benim yaşlarımda. Köyün tek nalbant dükkânı sahibi olan iki kardeşten, Nalbant Ahmet amcanın oğluydu Halil. Saftı oldukça. Maalesef, Deli Halil diye çağrılırdı köyde. O da böyle yoğurt tenekelerinden yapılma arabasıyla, gün boyu köy içinde gezerdi. Beni çok severdi Halil. Ben de ona iyi davranmaya çalışırdım. Çoğu kişi, onunla dalga geçer, aşağılar, hakaret eder, eğlenirdi. Ben onlara çok kızardım. Belki de bunun için severdi beni Halil. Kulağı bükülünce, sanki düğmesi açılmış radyo gibi haberleri saymaya başlardı. Tersine çevrildiğinde de susardı.
Bizim kahvenin bahçesindeki Marangoz, az ileride hasan amcanın demirci dükkânını söylemiştim. Nalbant dükkânı da , demirci dükkânından girilen sokağın devamında, az ilerideydi. Üç kahve , üç bakkal dükkânından sonraki esnaflar bunlardı. Bizim kahvede olduğu gibi, diğer iki kahvede de berberlik yapanlar vardı. Konyalı’ nın kahvesinde Aşık Mehmet ve oğlu Ömer, Remzi ağabeyin kahvesinde ise, Remzi ağabey kendisi berberlik yapardı. Çok çalışkan biri olan Remzi ağabey, hem Muhtar, hem bakkal, hem de berberdi. Köyün sevilen insanıydı. Muhtarlık seçimlerinde, karşısına aday olarak sadece İbrahim ağa çıkarmış. Son defasında, İbrahim ağaya, tek oy çıkmış. Eşi Müzeyyen teyze bile oy vermemiş ona.
Ablama ikinci gidişimizde, babam yine ikinci mevkiden bilet aldı. Bu defa daha rahat seyrettim hem İstanbul’u, hem de denizi ve martıları, sandalları, diğer gemileri. Ablam yine çok sevindi bizi görünce, Yine iyi karşılandık. Çok güzel yemekler yedik. Ablamın mutlu olduğuna tanık olduk. Ben yine Ferhat’la oynadım. Ümit teyze bana yine, güneş görmemiş üç tane beş lira verdi. Ben onları da babama verdim.
Ablamın okulu da tatil olmuştu. Neşeyle karnesin göstermeye geldi. Pekiyiden başka hiç bir notu yoktu. İstanbul’un müstesna semtlerinden Beşiktaş gibi bir yerde, hem de dönem ortasında gelen bir köylü çocuğu, Pekiyiden başka bir not almıyor. Yanlış anlamayın ama söylemek zorundayım : Bizde süper zekâ olayı var. Kendimi anlatsam, inanmakta zorlanırsınız. Şu anda torunlarımda da kanıtlandı. Ablam, da basbayağı süper zekâlıydı. Babam, benim anlattığım karneden dolayı çok mutlu oldu, gurur duydu ablamla. Onu buraya vermekle de, haklı olduğuna, doğru olanı yaptığına inancı arttı. Öyle bir aileye ve imkâna sahip olmuştu ki ablam ; bu zekâyla okuyup çok iyi yerlere gelme şansı vardı artık. Yine biraz kıskanmış olabilirdim ablamı. Hem notları çok güzeldi, hem de okuma şansı olduğunu ben bile anlayabiliyordum. Babam beni okutabilecek miydi ; onların olduğu imkânlara sahip değildi ki .
Bir kaç gün sonra ağabeyim Kurtköy’e geldi. Babam ona ne kadar iyi davranmaya çalışsa da, o soğuk durdu. İkram ettiği hiç bir şeyi kabul etmedi. Hafızamda, bir tane portakalı ona uzattığını ve ağabeyimin onu bile almadığı yer etmiş. Bahçede gezdik ağabeyimle. Maksadının, ablamın adresini benden almak istediği açıktı. Bunun benden gizlemiyordu, sadece babama belli etmemeye çalışıyordu. Bana çok sıkı tembih edilmişti ; asla söylemeyecektim. Öyle de yaptım ve ısrarla bilmediğimi tekrarladım.
Daha sonraları, Soğanlık’ ta oturan Nermin ablam, İbrahim ağanın dükkânına gelmiş, beni yanına çağırdı. Sarıldı, sevdi, ağladı. Yırtığımı, söküğümü, eksik düğmelerimi sordu. Halletmeye çalıştı. Sonunda da, asıl amacının , beni görmek değil, ablamın adresini almak olduğunu belli etti. Tabi, o da benden bunu öğrenemeden gitti.
Yazın tam da ortalarına geldiğimiz günlerden birinde ; Konyalı’ nın kahvesi ile bizim kahvenin ortalarında, yolun kenarındaki bir arabadan ;
- Berduuuuuuuşş ! diye bir ses, ısrarla tekrarlanmaya başladı. Ben , bir şey anlayamayınca, müşterilerden biri, bana seslenildiği şeklinde beni uyardı. Merakla sesin geldiği arabaya yaklaştığımda ; Almanya’ya işçi olarak giden Necla ablamla, kocasının olduğunu gördüm. Yaz tatiline gelmiş olacaklar. Kurtköy’den geçerken, akıllarına gelmiş olacağım ki ; beni görmek için sesleniyorlar. Onların koyduğu adım da ; Berduş olmuş. Aslında bana Fikret adını veren iki ablamdan biri de oydu. ’’ Halil koyarsan vallahi bakmayız , ille de Fikret olsun ’’ diyen onlarmış aslında. Ne değişti acaba da Berduuuş diye seslenmeye başladılar ?
Saygıda kusur etmeyip ellerini öptüm. Ablam bir hediye uzattı. İçinde ne olduğunu görmeden sevindim, mutlu oldum. Almanya’dan bana hediye getirmişlerdi. Biraz hal hatır sorduktan sonra gittiler. Kahvemize döndüğümde, hediye paketini açtım. İçinden, lüks bir gıravat çıktı, şaşırdım.
Kıçında don olmayan kardeşine, Almanya’dan gıravat getirmişti ablam !
Fikret TEZEL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.