- 364 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
ÖRDEĞİN İNTİKAMI
ÖRDEĞİN İNTİKAMI
……….... Alma mazlumun ahını
...…….... Çıkar aheste, aheste...
Avcılık bana göre bir iş değildi. Bunu pek ala biliyordum... Gerek yüreğimin yufkalığı ve gerekse yaratılanı, yaratandan ötürü çok sevmem, av hayvanlarının tatlı canlarını yakmama mani teşkil ediyordu. Emirin iti gibi dağ, bayır dolaşıp, kırk gün taban eti, bir gün av eti hesabı, dilim bir karış dışarı sarkmış bir şekilde eve dönmek, nedense pek cazip gelmiyordu bana. Benim bu özelliklerimi gayet iyi bilmelerine rağmen, av hastası arkadaşlarım beni, her hafta sonu başka bir avlakta avlanmaya çağırıyorlardı… Arkadaşlarımı zinhar kıramıyor, gönüllü gönülsüz her çağırılarına mutlaka katılıyordum. Hiç unutmam, benim bu arkadaş canlısı davranışlarımdan dolayı annem;
-Amaan oğlum… Pek kaba kuyruksun. Şükrederim Allah’ıma, iyi ki kız olmamışsın... Diye tarizlerde bulunur, hele, hele ava gitmemi hiç mi hiç istemezdi. Ben yine de gençliğin verdiği asilikten ya da şu meşhur delikanlılıktan olmalı, annemi dinlemez, onaltılık tek kırma tüfeğimi kaptığım gibi avcı arkadaşlarımla birlikte olmayı tercih ederdim. Benim ava gitmekteki asıl gayem, kuş, muş vurmak değildi. Dağ, bayır, vadi, yayla dolaşıp, nazlı, nazlı akan pınarlardan billur gibi dupduru tatlı sulardan içmek, tabiatın tarifi imkânsız güzelliklerini seyretmek ve de doya, doya temiz havaları ciğerlerimin en ücra köşesine çekmekten büyük bir haz alıyordum...
Çok soğuk bir kış günüydü. Orta Anadolu’nun o meşhur ayazı, tabiri caizse ustura gibi kesiyordu insanların tenini bir damla bile kan akıtmadan... Şehrimizin bahçesi bol semtlerinden biri olan Gülbahçe mahallesindeki iki katlı kerpiç evimizde annemle birlikte kalıyorduk. Sabah namazının mübarek ezanı, saba makamından efsunlu bir şekilde okunurken, kapımızın demir tokmağının tok sesi, ezanla birlikte peş peşe vurulmaya başlamıştı. Odamın yola bakan demirli penceresinin bir nakkaş zarafetiyle akıllara durgunluk getirecek buz tutmuş o güzel şekilleri sıcak nefesimle eriterek gelenleri görmeye çalışmış ve donmuş pencereyi zorla açıp; -Kim o! diye seslenmiştim etrafı rahatsız etmemek için kısık bir sesle... Evimizin önünde bulunan ve insanların bulduğunu giydiği bu keskin soğukta, üzerinde ne var ne yok hepsini atmış büyük dut ağacının çırılçıplak dallarının arasından gördüğüm kadarıyla gelenler, avcı arkadaşlarımdan veznedar Abitter ile Mimar Necmettin’den başkası değildi... Sabahın alaca karanlığında çok mühim bir haberle gelmişçesine telaşlı bir şekilde; Çabuk aşağıya gel! Diye bağırıyorlardı. Dizlerimden bir karış aşağı sarkan kalın siyah paltomu sırtıma geçirip, tıkırdamadan aşağı indim evimizin tahta merdivenlerinden… Cümle kapısının pas tutmuş demir sürgüsünü, gecenin sessizliğini kesercesine çekip, koca kapıyı açar açmaz Abitter, on dörtlü tüfek gibi patlamaya başladı peş peşe... Haydi arkadaş! Bak hala ayakta uyuyor yav. Çabuk giyin de gel, hemen gidiyoruz haydiii! Ben hala yarım kalmış uykumun sersemliğini atmaya çalışıyor, keman çalan çenemle bir şeyler söylemeye uğraşıyordum;
-Ne yatması, ne giyinmesi... Nereye gidiyormuşuz?
-Bir de soruyorsun yav! Diye bağırdı Abitter. Şu güzel av havası kaçırılır mı? Ak göl’e ördek avına gidiyoruz tamam mı? Haydi, çabuk ol!
-Dur bi dakka! Bu ne telaş be birader? Gözünüze çöp mü battı sizin?
-Çöp diyor yaa… Çöpü möpü var mı arkadaş! Neredeyse ördeklerin göle inme saati geliyor. Kıpırda biraz!
-Ne saati, ne saati? Ördeklerin de saati mi olurmuş? Üstüme iyilik sağlık…
-Haydeee... Şu avcılığı da sana bir türlü öğretemedik gitti yani. Elbette onların da saati var. Hiç olmaz olur mu? Bu ördek milleti, sabah altı oldu mu göle iner, akşam altı olunca da geri döner tamammııı!
-Hadi canım sende! Dedim İsmet Paşa gibi. Bunlar ördek mi, yoksa devlet memuru mu?
Birlikte gülüşmeye başladık sokak kapısının önünde. Abitter çok ciddi idi. Geldiklerinden beri tek kelime konuşmayan Necmettin’de ısrar etmeye başlayınca, yine dayanamadım. Beklemelerini söyleyip, kendi kendime konuşarak çıktım tahta merdivenlerden;
-Hıhh! Dedim. Sabah altıda göle inerlermiş te, akşam altıda geri dönerlermiş... Lafın küfü! Devlet memurları bile bu kadar dakik değiller be!
Annem kapıdaydı;
-Ne somurdanıyorsun oğlum? Dedi merakla. Gelenler kimmiş?
-Malum, bizim av hastaları işte…
Deyip geçiştirdikten sonra, doğru odama geçtim. Son derece muhkem bir şekilde giyindikten sonra da, tüfeğimi omzuma takıp çıktım dışarı. Annem arkamdan ha bire bağırıyordu;
-Oğluum gitme! Allah’ın verdiği canı almak sana yakışır mıı?
Kim dinler ki… Gençlik işte. Bir solukta arkadaşlarımın arasına karışmıştım bile… Haydi rastgele… Dedikten sonra üç arkadaş, mahallemize yaklaşık yirmi kilometre mesafede bulunan Ak göl’e doğru yola çıkmıştık. Necmettin, altmış beş model yeşil tenteli cipiyle, ördeklerin meşhur mesai saatlerinden önce varabilmek için son sürat gidiyordu buz tutmuş yollardan. Aklı olan o havada değil ava gitmek, kafasını sıcacık yorganından dışarı bile çıkarmazdı... Neyse ki, tenteli cip içeriye soğuk almıyordu. Kısa bir süre sonra, ördekler henüz karta basmadan (mesailerine başlamadan) Akgöl’ün kenarına varmıştık.
Akgöl, şehrimizin batı yakasında büyükçe bir su birikintisinden ibaretti. Şehrin irili ufaklı çayları ve sulama kanalları binlerce yıldır oraya akıyordu. Su ürünleri bakımından bir çölü andıran Akgöl’ün öyle de nazlı bir duruşu vardı ki... Uçsuz bucaksız sazlık ve incecik kamışlıkların arasında, sanki bir gelin gibi süzülüyordu... Kahverengi mum gibi duran tohumlarıyla upuzun kamışların hemen yanlarına bırakılmış rengârenk sandallar, gölün görünümüne ayrı bir güzellik veriyordu... Civar köylüler, güzel havalarda, bu kayıklarla gölden kamış deriyor ve şehrin ağaç pazarında kerpiç evlere dam örtü malzemesi olarak satıyorlardı. Gölün, yaşlanmış killi çamur tabanı öylesine haşin bir bataklıktı ki, elini veren kolunu kurtaramıyordu. Yaz, kış, içi bataklık ve sazlarla dolu olan Akgöl’ün sahilleri muhteşem bir av sahasıydı... Şehrin, hatta ülkenin tüm avcıları, tehlikeli olmasına rağmen, ördeklerinin bolluğuna heveslenip hep bu gölün etrafında avlanırlardı. Bizim avcılar da, öneze tabir ettikleri saklanma yerlerine girmişlerdi. Bu önezeler, önceden kazılmış ve çocuk mezarlarını andıran küçük çukurlardan ibaretti. Kamuflaj için de, çalı çırpı ve sazlıktan derilmiş kamışlarla üzerleri örtülüyor, kuşlar ürküp kaçmasınlar diyerek bir nevi saklanılıyordu.
Necmettin, fazla kilolu ve kısa boylu olduğu için kendisine geniş bir öneze yapmış, Abitter ise, kendisi gibi kibar bir çukurda av vaziyeti almışlardı. Bense, soğukların zorundan, ellerimi ceplerimden bile çıkarmak istemiyordum. Nefes alışlarımız, marşandiz bacası gibi habire tütüyor, çıkan buharlar bıyıklarımızda çivi gibi buz oluşturuyorlardı. -Aklına tükürüyüm e mi Şakir! -Dedim kendi kendime.-Şu ayazda ne işin vardı Allah’ın bataklığında-Tan yeri ağarmaya başlamıştı. Abitter, ağzından dumanlar çıkararak bağırıyordu;
-Şakiir! Önezene girsene arkadaş… Ördeklerin inme saati geldii. Ürküteceksin kuşları, çabuk saklan be!
Avlarına mani olmamak için önezeme saklanmıştım. Çok geçmemişti, tam dedikleri saatte öncü ördekler gelmeye başlamışlardı. Arkadan da, bir orkestra gibi vay yık, vıyyık sesleriyle bulut gibi ördek sürüsü...
-Paatt, Paatt!
Abitter ile Necmettin, çiftelerindeki fişekleri boşaltmışlardı ördeklerin üstüne.
Vuramamak mümkün değildi… Ben ise, elimde tüfek, bir türlü tetiğe basamıyordum. Annemin; Allah’ın verdiği canı almak sana yakışır mı? Diyen sözleri, kulaklarımda çınlıyordu. Arkadaşlarımın sıktıkları dört fişekten, paçavra gibi üç ördek düşmüştü havadan. İkisi gölün kenarındaki anızların üstüne, biri de gölün sahilinden birkaç metre içerisine... Tüfeklerine yeni fişek sürmelerine fırsat kalmadan tüm ördekler, büyük bir gürültü kopararak kaçışmışlardı, geldikleri tarafa doğru... Necmettin, hemen anızların üstüne düşen ördekleri kapıp, av bıçağı ile çırpınan kuşların küçücük kafalarını kesivermişti gözlerini kırpmadan… Göle düşen ördek te canlıydı. Kafasını bize doğru çevirmiş, ağlamaklı bir şekilde bakıyor, beni kurtarın der gibi arada bir kanat çırpıyordu buz gibi suların içinde. Her kanat çırpışında, küçücük bir sal gibi sahilden uzaklaşıyordu usul, usul... Abitter, sevinç dolu çığlıkla;
-Ben vurdum! Ben vurdum! Arkadaşlar bu ördeği ben vurdum!
Diyerek hızla çıkmıştı önezesinden, aynı hızla sulara dalıverdi elindeki tüfeğiyle… Necmettin ve ben, ayazın şiddetinden değil, hayretten donakalmıştık… Canhıraş bir şekilde korodan bağırıyorduk;
-Abitteeeer! Allah’ını seversen çık sudaan!
-Bırak ördeği geri dööönn!
Abitter dinlememişti bizi. Belinde iki düzine fişeği bulunan ağır kütüklüğü ve elinde tüfeği ile gömülü vermişti Akgöl’ün soğuk ve çamurlu sularına… Kaşla göz arasında Abitter gölün sularında kaybolmuştu… Korkmuştuk… Ne dediğimizi bilmiyorduk. Sesimizin çıktığınca bağırıyorduk;
-Numara yapmaaa! Allah’ını, kitabını seversen numara yapmaaa!
Ne gezer… Abitter çıkamamıştı girdiği bataklıktan. Akgöl’ün haşin batağı onu kapmıştı artık. Büyük bir paniğe kapılmıştık. Şaşırmıştık ki ne şaşırma… İkimiz de bal mumu gibi sapsarı olmuştuk. Ne yapacağımızı bilemedik. Sanki ördek bizden intikam almıştı… Çaresizliğimizden kahroluyorduk. Adeta yangından kaçarcasına cipe atlayıp göle en yakın bir köy olan Adabağ’ a gittik. Muhtarı, jandarmayı, hatta tüm köyü felaketten haberdar etmiştik. Soğuktan mı, yoksa korkudan mı? Her nedense, tir, tir titriyorduk her ikimiz de...
O gün, öğleye kadar aradılar gölün dibini. Nihayet öğle üzeri, arkadaşımız veznedar Abitter, sımsıkı sarıldığı çiftesiyle donakalmış bir şekilde çıkarılmıştı Akgöl’ün batağından. Cesedini morga, bizi de jandarma karakoluna götürmüşlerdi. İfadelerimiz alındıktan sonra da serbest bırakılmıştık her ikimizde… Ben Necmettin’e, Necmettin bana, hani derler ya aval, aval, işte öyle bakıyorduk. Perişan haldeydik. Sanki Abitter’i bataklığa elimizle itmişçesine suçluyorduk kendi kendimizi...
Neydi Allah’ım başımıza gelenler… Bir buçuk kiloluk bir ördek için ne hallere düşmüştük... Necmettin’le beraber cipe kadar yürüdük. Arka koltuktaki tüfeğimi aldım, kırmasını açtım, bir türlü sıkamadığım o tek fişeği çıkardım ve
-Benden bu kadar Necmettin… Dedim. Boşa dememişler zahir; Alma mazlumun ahını, çıkar aheste, aheste...
Ereğli-1978
Halil Şakir Taşçıoğlu
YORUMLAR
Çok hazin bir olay. Taşçıoğlu siz de az değilmişsiniz. Ben annemin sözünden hiç çıkmazdım. Ancak babamla
bazen tartışırdım. Çünkü babam okur yazar değil, ehli keyif bir insandı. Babamda bir yuva sorumluluğu yoktu.
Annem ise hem Türkçe, hem Arapça okur yazardı. Okula gitmeden annemin sayesinde, o zaman şeker gazeteden
kaseye konurdu. Şeker bittiğinde o kâse kağıdını açar tamamını okurdum. Annemin kitapları vardı; Hazreti Ali ve
Cenk arkadaşları, Battal Gazi, bir de imamı Gazali'nin kitapları vardı. Ayrıca Kur-anı kerim ve İlmihal.
Uzun ama akıcı bir dille güzel ama Abitter olayı ile çok hazin bir yazıydı.
Tebrik ediyor, selam ve saygılar sunuyorum.
(Edebiyat sayfası beni dışladı. Sayfama girmemde bile zorluk çekiyordum. EMEKLİLER YILI diye bir
şiiri kaydedemedim. Üzgünüz şiiriniz kaydedilmedi deyip attılar.)
halilşakir
sonradan yapılmış bu ayıp. bana hiçte
düzene hakaret vs. yoktu...üzüldüm.
bu hikayem okuduğunuz gibi
tamamen gerçek bir olaydı ben sonra
zaten önce de bir serçe bile vuramadığım
silahımı ve yardımcı malzemeleri bir
arkadaşıma satmıştım...o gün bugün bir daha
ava çıkmadım üstadım.
eksik olmayın sayın Karaküçük,
sağ olun, var olun.
iyi ki varsınız,
Onur verdiniz üstadım...
Kadir bilir asil gönlünüze kalbi şükranlarımı,
selam, sevgi ve de saygılarımı iletiyorum.
Bir ördek avlayacağız diye neler gelmiş başınıza neler değerli Hocam... Ben de her zaman balık avından yanayım, hiç olmazsa görmüyoruz balığı oltaya gelene kadar... Kutlarım yürekten...
halilşakir
sağ olun, var olun.
iyi ki varsınız,
Onur verdiniz üstadım...
Kadir bilir asil gönlünüze kalbi şükranlarımı,
selam, sevgi ve de saygılarımı iletiyorum.
Ömrü güzel olası Anadolu'm canı üstat; "Deveyi yardan atan bir tutam ot" misali...
Kaleminize yüreğinize sağlık.
halilşakir
sağ olun, var olun.
iyi ki varsınız,
Onur verdiniz üstadım...
Kadir bilir asil gönlünüze kalbi şükranlarımı,
selam, sevgi ve de saygılarımı iletiyorum.