- 413 Okunma
- 3 Yorum
- 4 Beğeni
Sicilya Savunması
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Piyon b5”
Hamlesi sessizlikle karşılanınca hamle sahibi Gökhan kendini gösterme fırsatını kaçırmadı:
“Sen bilmezsin; buna Şelyabinsk varyantı denir. Sveşnikov’un icadı...”
Dikkatini toparlayıp satranç tahtasını gözünün önüne getirmeye çalışanama bunu başaramayan Ceyhun hiç olmazsa söz yarışında altta kalmamak için:
“Bilmiyoruz ya; uydur dur.”
“Uyduran kim? Birazdan çatalı yiyince göreceksin. Bak şimdiden söylüyorum”
“Ne çatalı?”
“O b5, b4 olacağı zamanki çatal. Bakalım hangi atını kurtaracaksın?”
“Ne diyorsun oğlum sen?! Benim a3 te atım var. Diğerini hala d5 te.”
“Beşinci hamlede b3 e geldin ya!”
“Gelmedim”
Arka sıradakiler yine hamleleri karıştırmışlardı. Derste zaman geçirmek körleme satranç oynamaya başlamışlar, sekizinci hamlede hayali tahtadaki hayali taşların yerini unutmuşlardı. Dikkatli dinleseydim kimin haklı olduğunu bilebilirdim, lakin şiir yazıyordum.
Yanımda oturan Bülent eğilip yazdıklarıma baktı:
“Oo, bu sefer Yunus Emre’den yazıyorsun.”
Şiir yazıyorum dediğime bakmayın, edebiyat kitabındaki manzum eser örneklerini karikatürize edip zaman geçiriyordum.
“Dur sana yardım edeyim. Şu nasıl?
Kalça, göğüs dedikleri,
Bir iki ıvır zıvır
İsteyene ver onları,
Bana seni gerek seni"
“Yok artık. Oldu olacak ‘Geçme beni, geçerim seni’ yazayım. Yunus Emre oğlum bu; az biraz saygı göster”
“Sen çok gösteriyorsun sanki. Senin yazdıkların da adamı maymun ediyor”
Öğle teneffüsünden sonraki ilk ders hep ağır gelirdi. Konu edebiyattı, Halil Hocanın dersiydi. Kötü saman kağıdına basılı kitap en az içindekilerin kadar ilgimizi çekmiyordu. Halbuki 18 yüzyıl Fransız edebiyatı kitabı parlak kuşeye basılmıştı. Ciltliydi ve edebiyatın sırf laf söylemiş olmak için laf söylenmediğini kanıtlarcasına Montesquieu, Diderot, Voltaire ve Rousseau’dan pasajlar içeriyordu. Tabi sınavı da ona göre oluyordu: “Kant’ın ‘olgunlaşmamışlık kişinin kendisini başkalarının kılavuzluğu olmadan anlayamamasıdır’ sözünü Voltaire ve Rousseau’nun arasında bir tartışma olarak anlatınız”
“Ha?” genelde soruyu okuduğumuzda ilk tepkimiz oluyordu. On altı yaşındaydık. Benim aklım tenis ve kızlarda, Bülent’in aklı Basic’le programlama ve kızlarda, Gökhan’ınki de fizik, satranç ve kızlardaydı. Daha geçen ay kedimi satmış, o parayla da yeni tenis raketi almıştım. Karşımda Voltaire ile Rousseau dikiliyor olsa onlara “Ben Kant, siz ikiniz. Servisi siz atıyorsunuz” derdim. Şimdi Sarı Emanuelle Kant’ın attığı taşı kuyudan çıkarıp, iki Fransız feylesofu arasında paslaştıracaktım. Sen misin Türkçe edebiyat sınavlarına laf eden. Ezberle mefailün’ü, koy beşini cebine, okuldan sonra doğru kortlara.
Fransızca sınavının kötü anılarını unutmaya çalışıp Yunus Emre’yi didiklemeye devam ettim. Bülent dikkatini önüne verip Peek, Poke ve Yirmi Program’ı kaldığı yerden okumaya devam etti. Arkada Gökhan’la Ceyhun bozuşmuşlar, Gökhan çıkardığı bir kağıdın üzerinde uydurduğu fizik problemini çözmeye başlamıştı.
“Gençliğimizde biz Dünya demezdik, Acun derdik”
Kimbilir neyi anlatıyordu Halil Hoca. Şubat’ın kapalı, ıslak havası bizi sınıfa daha da hapsediyor, hatta zamanı bile yavaşlatıyordu.
Ne yokluğuna sevinirim,
Ne varlığına üzülürüm,
Keşke cebimde olsan
Bir kutu top parası
Yok, yine olmadı. Dersin bitmesine daha yirmi iki dakika vardı...
YORUMLAR
Bir dolu anı geçmişten gelen. Hayatta hamleler ile dolu zaten yanlış bir hamle nerelere götürüyor insanı... Kutlarım...
İlhan Kemal
İlhan Kemal
Gökyüzü, şelale gibi akarken kelimeler buharlaşmış bir serüvene dönüşüyor. Satranç tahtasındaki hamleler, düşüncelerin çatallarında kaybolan bir melodiye dönüşüyor. Şiirin notaları, Yunus Emre'nin gülüşünde gizlenmiş, edebiyat dersinin gri tonlarına renk katıyor.
Manevi satranç tahtasında b5'in b4'e dönüştüğü an, çatalın sesiyle buluşuyor, kelimelerin arasında bir dansa dönüşüyor. Sessizlik, adeta satranç tahtasındaki hayali taşların yerini unuttuğumuz bir an gibi, şiirin ritminde kayboluyor. Bülent'in sözleri, saygıyla yoğrulmuş bir Yunus Emre şiiri gibi, kelimelerin notalarını incelikle düzenliyor.
Fransız edebiyatının ciltli kitabı, parlak kuşeye basılmış bir zaman yolculuğunu çağrıştırıyor. Voltaire ile Rousseau'nun arasındaki tenis maçı, düşüncelerin kortunda bir paslaşma gibidir. Kant'ın lafı ise adeta sarı bir tenis topu gibi zihinlerde sekerek, düşünsel kortlarda iz bırakıyor.
Dersin sonuna yaklaşırken, şiirin melodiği daha da yükseliyor. Havanın kapalı ve ıslak oluşu, zamanın yavaş bir dansa dönüştüğü anları resmediyor. Kelimeler, sınıfın duvarlarına asılı kalmış bir tablo gibi, duyguların ve düşüncelerin izini sürüyor.
Satranç tahtasındaki çatallar, edebiyatın kuşatıcı kollarında eriyor. Şiirin akışında, düşüncelerin satranç tahtasında kaybolan hamlelerle bütünleşiyor.
Ama ben hala satrançı bilmiyorum…