- 342 Okunma
- 0 Yorum
- 6 Beğeni
KÖPEK DUASI
KÖPEK DUASI
Bir gün bir bahçe suladım, hayatım karardı. Aslında sıradan bir işti bahçe sulamak… Hatta suyun bol olduğu yıllarda ve yazın kavurucu sıcaklarında zevkli bile sayılabilirdi. Hele çeşitli bahçelerden akara düşüp te, savağımıza kadar yunup yıkanarak gelen meyveleri yakalayıp yemenin tadına doyum olmazdı... Birde su darlığı baş göstermeye görsün… Daralmadıkları yeri kalmazdı bahçe sahiplerinin.
Yine kurak bir yaz mevsimi yaşıyorduk tüm şehir halkı. Şirin mahallemizin, daracık toprak sokağında, su yüzünden kavga etmedik ve küsüşmedik komşumuz kalmamıştı ne yazık ki... Bel ile kürekle hatta balta ve tahralarla ölümüne kavga edenler, bir küçücük sebze andalını sulamak pahasına komşularını suya basanlar, birbirlerinin yüzlerine bakamaz hale gelmişlerdi...
Bahçemiz, İç Anadolu’nun en yeşil beldesi Ereğli’nin Tahta köprü mahallesinde bulunuyordu. Hani derler ya; “Sanki bana ark altından mal mı bağışlıyorsun...” Diye. İşte bahçemiz aynen öyle, ark altında, yemyeşil bir bahçeydi… Aslında tüm bahçeler birbirlerine benziyorlardı. Kerpiç ya da çamurdan yapılmış bahçe duvarları… Üzerleri çalı çırpı ya da ince kamışlardan yapma çelenli, gözünü yere dikmiş yorgun duvarlar... Bahçelerin yola yakın kısımlarında dar imkânlarla yapılmış, sıvasız ya da sıvaları dökülmüş bitkin kerpiç evler. Ama bahçeler, tüm bu yorgun yapılara ayrı bir zindelik veriyordu. Çelenlerden yola sarkan elma, kayısı ya da kiraz ağaçları tarifi imkânsız bir güzellik katıyordu tüm mahalleye... Kim müsaade ederdi ki, bu güzelliklerin kaybolmasına? Tırnaklarla yerler kazılıp çok büyük emeklerle meydana getirilen bu yeşilliklerin solmasına kim müsaade ederdi? …İşte bütün kavgalar, doğa için doğaya karşı yapılıyordu… Yağışsız geçen kış ve bahar ayları, yazın olacak kavgaların habercisi gibiydi sanki...
Günümüzde, DSİ tarafından yürütülen mezruat sulaması, altmışlı yıllarda ’mirav’ tabir edilen belediye sulama görevlileri tarafından yürütülüyordu. Su sıyırtıcısı da denilen bu miravlara uzaktan bile olsa yakınlığı olanların bahçeleri hiç kurumuyordu her ne hikmetse… Biz, kavgacı bir aile değildik. Ellili yıllarda kaybettiğimiz tek dayanağımız babamızın yokluğu belki de bizi pıstırmıştı kavgacı komşularımıza karşı. Arkasız oluşumuzdandır ki, kavga ile elde edemeyeceğimizi, teknoloji ile sağlamayı yeğlemiştik. Bahçe kuyumuza kurdurduğumuz santrifüjle sulamaya çalışıyorduk meyve ve sebzelerimizi, lakin iş yarıya gelmeden kuruyuveriyordu kuyunun suyu. Öyle ya, kış ve bahar aylarında su görmeyen toprağın üstü kuruduğu gibi elbette ki altıda kuruyordu… Çaresiz bekliyorduk mirav efendinin su sırası vermesini…
Tipik bir kara iklimi hüküm süren Ereğli’de, kışlar çok soğuk ve az yağışlı, yazlar çok sıcak ve kurak geçerdi. Bin dokuz yüz altmış iki yılının temmuz ayının bilmem kaçıncı günü idi… Yaz tatillerinde Kur’an mektebine gittiğimiz için, evimizde ikiz kardeşimle birlikte ezber çalışıyorduk. Birden bağırmaya başladı annem, kerpiç evimizin geniş avlusundan:
- Çocuklaar! Haydi geliinn! Mirav suyu verdi, sular kesilmeden bahçemizi sulayıverelim çabuk oluunn!
- Okuyoruz annee! Diye bağırdık pişkinlikle.
- Okuduğunuz soksun, eşşeğin sıpaları! Diye bağırdıktan sonra, yanımıza kadar gelerek aynı öfkeyle;
- Ağzı yok, dili yok şu ağaçların. Susuzluktan kurusunlar mı, yazık değil mi? Çabuk olun bakıyım!
Kardeşimle birlikte ezberi bırakıp hemen ahıra koşmuştuk… Beli, küreği kapıp doğru savağın başına... Ne mümkün? On dakika aktıysa akmıştı, sonra da kesilivermişti miravın suyu… Koca akar pek te uzakta değildi. Üç dört yüz metre ileride, çalılıkların arkasından kıvrılarak bir insanın zar zor sığdığı bir patikadan sonra, mirav efendinin Babil’ in asma bahçelerine benzeyen bahçesinin önündeydi… Önünde olmasına önündeydi de, daha önünde de miravın kocaman köpeği oluyordu her zaman. Asıl mesele bu köpekti. Lakin çaresiz birimiz gidecektik suyun başına.
Annem yine kızgındı:
- Ne duruyorsunuz orda heykel gibi! ? Boyu devrilesiceler, görmüyor musunuz suyun kesildiğini! Diye bağırdıktan sonra kardeşimi işaret ederek;
- Haydi, bir koşu git… Savağı açıver gel! .
- Nee! Ben mi gideceğim? Valla billa ben gitmem ana.
- Eşşeğin sıpası, sen dururken ben mi gidiyim kocaman gövdemle?
Gitmemek için çırpınıyordu. Son bir çırpınışla;
- Sen miravın köpeğini gördün mü?
- Ne varmış miravın köpeğinde? Hiç mi köpek görmedik sanki...
- Eşşek kadar köpek be!
Ben, savakları açıp kapama işini yapıyordum biraz daha kuvvetli olduğum için, o tazı gibi hafifti gidiverip gelecekti ama gitmedi. Annem;
- Haydi oğlum, bu kardeşin bir işe yaramaz zaten. Sen bir koşu gidiver…
- Annee! O köpek… Demeye kalmadı:
- Amaan sende… Düşündüğün şeye bak. Alt tarafı bir köpek… Oku şu köpek duasını, kuş gibi geçersin yanından, köpeğin ruhu bile duymaz... Hem bildiğime göre miravın köpeği zincirle bağlı…
- Öyle deme anne. Zincirin boyu çok uzun! Savağın başına kadar yetişiyor. Hem o dediğin köpek duasını ben hiç duymadım, bilmiyorum da…
- Okuduğu sokasıcalar…Yıllardır Kur’an mektebine gönderirim de, bir köpek duasını bile belleyemediniz mi?
Annem kendi ifadesiyle, elifi görse mertek sanır, Rabbiyessirde üç yanlışının olduğunu söyler dururdu. Cahil kulağından sulanır der, kim ne derse hemen inanırdı…Köpek duasını da kimden duymuştu bilmiyorum ama ayaküstü büyük bir ciddiyetle meşhur duasını bana öğretmeye çalışıyordu...Başlamıştı ciddi, ciddi okumaya:
...Legat legat leylegat,
...İslim segat sen segat…
...Leylegatın havası,
...Budur kelpin duası,
...Sen yat taş gibi…
...Ben geçiyim kuş gibi...
Ne demekse artık… Taşı, kuşu anlamıştım ama gerisi neydi bir türlü anlam bile veremiyordum. Yıllar sonra kelpin köpek olduğunu anlamıştım ama neye yarar... Hayatımda hiç böyle saçma sapan bir dua duymamıştım. Çocukluğun duru hafızasından veya köpekten korkumun aşırılığından olmalı ki, duayı hemen ezberlemiştim. Psikolojik olmalıydı… Apayrı bir cesaret gelmişti bana. Kaptım küreği, düştüm arkın boyuna… Legat, legat diyerek bir yandan duayı tekrar ediyor, bir yandan da ıslık çalmaya çalışıyordum, cesaretimi arttırmak için. Doğru dürüst ıslık bile çıkmıyordu dudaklarımdan. Miravın bahçe sınırına varmıştım. Köpek duasını bırakıp, ’Allah’ım, ne olur bir insan geçse de şuralardan, gölgesinde ben de geçsem…’ Diye dualar ediyordum. Kendimden küçük biri bile olsa razıydım ama in-cin top oynuyordu... Var olmasına biri vardı keşke olmasaydı… Birden havlamaya başlamıştı tok sesiyle. Bir ön tarafa koşuyordu, bir arka tarafa. Ben başlamıştım tekrar, hulusi kalple köpek duasını okumaya… İte dalanmaktansa çalıyı dolanacağım ama çalı bir tek miravın bahçesinde...’Neyse ki zincirliymiş…’ Dedim kendi kendime. Köpek durmadan havlıyor, benimse tüylerim diken, diken, saçlarım kirpi sırtı gibi, ancak titrek bir sesle; Hooşşt! Ho-o-şşt! Diyebiliyordum. Nasıl olduğunu anlamamıştım, köpek zinciri mi kırdı, kazığını mı söktü, her ne yaptıysa beni kaptığı gibi, suyu yeni kesilmiş akarın çamurlarına posta pulu gibi yapıştırıvermişti... Dilim tutulmuştu sanki… Hoşt bile diyemiyordum artık. Hıçkırıklarla karışık:
- İm… İm… İmdaaatt! Diye sessiz çığlıklar atıyordum. Köpek, üzerimde elbise namına hiç bir şey bırakmamıştı. Baldırlarıma geçirdiği dişler de cabasıydı…
Tarifi zor acılar içerisindeydim ve mezar gibi daracık akarda, köpeğin oyuncağı olmuştum sanki… Birden, şalvarlı, orta yaşlarda bir kadının bağırarak yaklaştığını hissettim:
- Yaşı kara gelesicee! Vurgunu yeğin gelesice azgın iitt!
-Hooşşt ordan pis köpeek! Deyip zinciri çektiğini fark ettim. Gelen miravın karısı idi. Bir yandan; Vay guzuum… Diye bana sesleniyor, diğer yandan ’azgın it, gene azdın’ diye köpeğine kızıyordu... Artık ayakta duracak halim kalmamıştı. Geciktiğimden olacaktı ki, annemle kardeşim de gelmişlerdi suyun başına. Annem kıyasıya bir ağız kavgasına tutuşmuştu miravın karısıyla. Bağrışıyorlardı can havliyle;
- Kökü kesilesiceleer! Sürüm, sürüm sürünesiceleer! Bakamıyacağınız iti ne var da beslersiniizz!
- Teyze, bağırma… Köpek bağlıydı…
- Ben mi daladım kendi oğlumuu? Şu çocuğun haline baakk! .
- Teyze, aksilik işte, köpek kazığını sökmüş, akla gelir mi hiç? .
- O kazığı sana da itine de yedirmessem bana da yazıklar olsuunn!
Kardeşim çağırmıştı annemi, yoksa bırakacağı yoktu bağrışmayı. Benimse sesim sedam çıkmıyordu. Kardeşim anneme seslenmişti:
- Ben sana demedim mi, miravın köpeği azgın diye? Kavga edeceğimize biraderi hastaneye götürelim bari…
Annem kızgınlığını atamamış olmalıydı, kalan hıncını benden çıkarmaya kalktı;
- Hay oğlum! Dedi. Bir köpek duasını belleyemedin gitti. Sana da yazıklar olsun… Ben, çıkarabildiğim son sesimle;
- Anne, bırak şu köpek duasını… Ben neredeyse tüm kitabı hatmettim. Allah’ın sopası yok ki...
Ereğli-1975
Halil Şakir Taşçıoğlu
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.