- 201 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
"ÖYKÜ" ON YEDİ YAŞINDA
(Öykü, çok saygı duyduğum rahmetli öğretmen Zafer
Doğan’ın torunu, Hakan ve Saadet Doğan’ın prematüre doğan kızlarıdır. Bana bu yazıyı paylaşım izni verdikleri için teşekkür ederim.)
***
Gerçek yaşanmışlık öyküsüdür bu
Anne anlattı ben yazdım
Hayat her zaman güllük gülistanlık değildir
Bazen güneş açar, bazen gökyüzünü sarar kara bulutlar
Öykü’nün acılarını ancak yaşayanlar anlar
***
Eşim, ben ve sevgili oğlumla birlikte üç kişilik mutlu bir aileydik. Oğlum altı yaşına geldiğinde bir gün şöyle dedi:
-Anne, baba benim neden bir kardeşim yok?
-Bak oğlum ne güzel, her şeyimiz senin için, daha ne istersin?
-Olur mu, bütün arkadaşlarımın kardeşi var, ben de bir kardeş istiyorum.
O günün koşullarında, hayatın binbir zorluğunda eşim de ben de ikinci bir çocuk yapmaya sıcak bakmıyorduk. Eşimin görevi nedeniyle yaşadığımız kentte bütün arkadaşlarının kardeşi olduğunu öğrenen oğlum bu isteğini sürekli dile getiriyordu.
Zaman aktı geçti. İki yıl sonra oğlumuza “Sana bir kardeş geliyor.” dedik. Çok sevindi. Gelen kardeşin kız olduğunu duyunca da daha mutlu oldu, sevinci katlandı. Sevinen yalnız o mu? Eşim, ben ve ikimizin de aileleri bu sevince katıldık. Ailelerimizin ilk kez bir kız torunu olacaktı.
Her şey yolunda gidiyordu. Hamileliğimde bir sıkıntı yoktu. Eşim, kızımızın, bulunduğumuz kentte değil Ankara’da oğlumuzun da doğduğu hastahanede dünyaya gelmesini istiyordu. Doğuma iki ay kala o hastahaneye kontrol için gittik. Doktorumuz “Hiç sorun yok, her şey yolunda.” deyince rahatladık, sevindik.
Aradan çok süre geçmeden, iki gün sonra ben rahatsızlandım. Hemen doktorumuzla iletişime geçtik. İki gün önce her şey yolunda giderken birden ne oldu bilemedik, biz de telaşlandık. Hastahaneye geldik, kontroller yapıldıktan sonra doktor:
-Ayakta fazla kalmayacaksın. Yorucu işler yapmayacaksın. Olağan dışı bir durum olduğunda hemen hastahaneye geleceksin.
-Birden ne oldu? İki gün önce “Her şey yolunda.” demiştiniz.
-Telaşlanmayın, sizi kontrol altında tutacağız, dediklerimi yapın.
Ankara’da yaşamadığımız için babaannemlerde kalıyordum. Bana hiç iş yaptırmıyorlar, her isteğimi yerine getiriyorlardı. Böyle günlerde yakınlarınızın olması, sizinle de ilgilenmeleri mutlu ediyordu insanı.
Çok sürmedi, ne olduğunu anlamadan yine iki gün sonra sancılarım başladı. Son kontrol yapıldı, doğumun hemen gerçekleşmesi gerektiğini, yoksa sıkıntılar olabileceğini söyledi doktorumuz. Oysa doğum zamanına daha iki ay vardı.Üzgündük; ama duruma göre yapılacak bir şey yoktu.
Doğum gerçekleşti. 1350 gram pramatüre kızımız dünyaya gözlerini açtı. Hemen küvöze aldılar. Aman Allah’ım, küvözün içinde minicik bir şey.
Zor günler başlıyordu bizim için. “Kızım yaşayacak mıydı? Yaşarsa sağlıklı olacak mıydı?” Kafamızda değişik, endişe veren sorular...
Bu arada, kardeş isteyen oğlumuz durur mu? Tutturdu, “Kardeşimi görmek istiyorum!” diye. Bir süre beklemesi gerektiğine sonunda razı ettik; ama bizim için de zor oldu.
Doğumdan birkaç gün sonra ben taburcu oldum. Kızımın daha bir süre kalması, tedavi görmesi gerekiyordu. Sürekli hastahaneye gidiyor, ona dokunmadan, onu koklayamadan bir pencere arkasından seyrediyor, bir an önce iyileşmesi, normale dönmesi için dua ediyorduk.
Bir kızı olacağını duyunca mutluluktan havaya uçan; ama kızımız normal süresinden önce pramatüre doğunca da endişelenip üzülen eşim, kızımıza “Öykü” adını verdi. Evet adı Öykü oldu, zaten doğumu ve yaşadıklarımız da adına uygun ayrı bir öyküydü.
Doğumdan iki ay sonra ben yine babaannemlerde kalırken hastahaneden telefon ettiler. “Gelin, taburcu işlemlerini gerçekleştireceksiniz, kızınız taburcu oluyor.” dediler. Çok sevindik, hele oğlumun sevincine diyecek yoktu.
Taburcu işlemlerini yaptırırken bir hemşire elinde kızıma yapılan son tahlillerin sonuçlarıyla geldi. Doktor kağıtlara bakınca yüzünün ifadesinden anladım ki ters giden bir şeyler var.
-Aman doktor bey, bir aksilik mi var?
-Evet, üzgünüm. Bebeği bugün taburcu edemeyeceğiz.
-Neden?
-Kızınızın kanında enfeksiyon var. O nedenle hastahanemizde kalması gerekiyor.
-Sevincimiz yarım kaldı doktor bey. Eşim görev yeri Yozgat’a döndü. Oğlum merakla kardeşini bekliyor. Ben şimdi bu durumu onlara nasıl açıklayacağım? Ne desem anlatamam.
-Başka çare yok tedaviye devam edeceğiz.
Şaşkınlık, üzüntü içindeydim. Ben “Kızım taburcu olacak, zaman ilerledikçe daha da sağlıklı olacak.” derken beklemediğim bir durumla karşılaşmıştım. Eve geldiğim de Öykü’yü yanımda göremeyen yakınlarım çok üzüldüler. Oğlum Arda uzun süre ağladı.
Yeni durumu anlatınca eşim izin alarak Ankara’ya tekrar geldi. Öykü’müzü de Dışkapı Eğitim Araştırma Hastahanesi’ne sevk ettiler. Orada gerekli kontrollerden sonra doktorlar, kızımın bağırsağında delik olduğunu, vücudunda enfeksiyon bulunduğunu, bu nedenlerle de vücudun kan üretmediğini söylediler. Durumu sürekli kötüye gidiyordu. Her gün kan verilse de vücut kan üretmediği için cerrahi operasyon da yapılamıyordu.
Hepsine minnet, saygı duyduğumuz doktorlar: “Elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Şimdi makineye bağlı. Üç defa kalbi durdu, yeniden çalıştırdık. Çocuk, bu süreci atlatsa bile ne gibi sonuçlarla karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Yürüyemeyebilir, konuşamayabilir. Her sonuca kendinizi hazırlayın.” dediler.
Eşim Hakan ve ben, kızımızı cihaza bağlı görünce bu açıklamalardan sonra iyice yıkıldık. Doktorlar ise “Bakın, oğlunuz var. Onunla daha çok ilgilenin. Bizim daha fazla yapabileceğimiz bir şey yok.” diyerek bizi avutmaya çalıştılar.
Okulların açılma zamanı gelince Hakan ve oğlum Arda, akılları Ankara’da kalsa da zorunlu olarak Yozgat’a döndüler.
Hastahaneye bir gidişimde Öykü’nün yine fenalaştığını, karnına diren takılarak vücuttaki pisliğin dışarı atıldığını anlattılar Çocuk Cerrahi Bölümü doktorları.
Atalar “Kara gün kararıp kalmaz.” demişler. Bizim de bu kara günlerimiz Öykü’nün artık iyileşmeye başladığı haberini alınca aydınlandı. Dört ay sonra beslenmeye geçince de onu eve çıkardık. Kızımızı ilk defa öptük, kokladık, ağladık. Elbette mutluluk gözyaşlarıydı bunlar.
İlk zamanlar odasına yalnız ben giriyordum. Altı ay içinde Öykü kilo aldı. Bulunduğumuz ortama katıldı. Katıldı; ama verdiğimiz nesnelere hep sağ elini uzatıyordu. Sol elinde bir şey mi vardı?
Doktora götürdük. MR, röntgen, tahlil derken Öykü’de kısmi beyin felci anlamına gelen “Serebral Palsi” hastalığı olduğu saptandı. Beyine oksijen gitmediği için bu sonuç Ankara’daki tedavi sırasında ortaya çıkmış.
Bizim için yine zor ve uzun bir süreç başlıyordu.
Dokuz aylık olunca fizik tedavisine başlandı. “Çok sürmez, kısa sürede biter.” diye düşünürken hiç de öyle olmadığını gördük. Kızım artık engelli bir çocuktu. Her hareketini gözden kaçırmadan izliyorduk. Kafamda olumsuz sorular... Zaman içinde ne olacaktı? Öykü yürüyecek, konuşabilecek miydi?
Zaman yerinde durur mu? Öykü iki yaşına gelince akranlarından yavaş gelişse de söylediklerimizi anlıyor, kendisini ifade edebiliyor, yavaş yavaş, dura dura yürümeye çalışıyordu.
İnsan yeni doğan, hiçbir sorunu olmayan bebeği bile büyütürken birçok zorlukla karşılaşırken bizim yaşadıklarımızı nasıl anlatayım? İsterim ki kimse yaşamasın bu sıkıntıları. Çocuğunuz biraz ateşlense ne kadar telaşlandığınızı bir anne olarak iyi biliyorum.
Şair demiş ya: ““Deeeert çok/ Hemdert yok/ Yüreklerin kulakları sağır/ Hava kurşun gibi ağır” diye. Tam bitmiş derken kızımın çilesi, bir yenisi başlıyordu.
Bir gece hiç susmamacasına ağlama başladı Öykü. Yine doktorun yolunu tuttuk. Kabızlık sorunu olduğunu söyledi, eve döndük. Döndük; ama ağlama devam ediyor. Çaresiz yine gittik doktora ve kızımın doğum sırasında yaşadıklarını anlattık. Beslenemiyor, aldığı besinleri çıkarıyordu. Kırk derece ateş içindeydi.
Biz, Yozgat’taki doktora çocuğun bu durumunun doğumda yaşadıklarıyla ilgili olduğunu söylesek de o sadece kabız tedavisi ile sorunun çözüleceğini söylüyordu. Ankara’ya sevke de gerek görmüyordu. Öykü her gün biraz daha kötüleşiyordu.
Yapılan tahlilleri Ankara’daki yakınlarımıza gönderdik. “Bu konuda uzman bir doktor bulun, sonuçları inceletin.” dedik. Buldular, o doktorla Yozgat’taki doktoru telefonla görüştürdük. Ankara’daki doktor, çocuğun durumunun ağır olduğunu, yerini ayarladığını, gönderilmesi gerektiğini bildirdi.
Bu kadar uğraştan sonra Yozgat’taki doktor lütfen sevkimizi yaptı. Biz de Öykü’yü Ankara Tıp Fakültesi Hastahanesi’ne getirdik. Orada yapılan incelemeler sonucu kızımızın bağırsağında delik olduğu tanısına varıldı. Bu tanı daha önce de konulmuştu. Hemen ameliyat edilmeliydi.
O zaman doçent, şimdi profesör olan Emin Aydın Yağmurlu evinden çağrıldı. Ameliyatı Emin Bey yapacaktı. İyice küçülen, yalvarırcasına bakışı içimizi yakan kızımızın ameliyatı yedi saat sürdü.
Üç gün sonra kontrola gelen doktorlar ameliyat yerinde sızıntı gördüler. Yeniden uzun süren ameliyattan sonra bağırsaklarını dışarı aldılar. Karın bölgesi açıktı, sürekli pansuman yapıyorlar, o sırada da bizi dışarıya çıkarıyorlardı. Bu sürecin tek güzel yanı kızım “Anne!” demeyi öğrenmişti.
Küçük kızımın, güzel kızımın çilesi bitmiyordu. Beş gün sonra bir ameliyat daha yapıldı, Öykü yoğun bakıma alındı. On gün içinde üç ameliyat. O küçücük beden buna nasıl dayanıyordu? Düşündükçe çıldıracak gibi oluyordum.
Sonunda ameliyatın başarılı olduğu söylendi. Kızım, bir süre geçip kendisini toparladıktan sonra yine bir operasyonla karın bölgesinin kapatılması gerekiyormuş.. Bir buçuk ay sonra da kızım taburcu edildi.
Eşimin Yozgat’ta görev süresi dolmuş, ataması Aydın’a yapılmıştı. Kızımın daha da iyileşmesi, aynı doktorlar tarafından kontrol edilmesi gerektiğini bir raporla bildirerek atamanın Ankara’ya yapılmasını sağladık.
Hastahaneye yakın bir ev tuttuk. Öykü bu arada toparlandı, yürümeye başladı. Biz de her gün daha mutlu oluyorduk.
Bir yıl sonra karın bölgesi de kapatıldı. Artık yüzümüz gülüyordu. Fiziksel özürlü de olsa benim savaşçı kızım hayat dolu, kendisiyle barışık, herkese kendisini sevdiren bir çocuk olmuştu.
Öykü’müz altı yaşında elinden, yedi yaşında da ayağından ameliyat oldu. “Ah, güzel kızım; ne bitmez acıların varmış, sen sanki ameliyat olmak için doğmuşsun; ama bunu da şükür!” diye düşünürdüm zaman zaman.
Bu sıkıntılara katlanan, daha çocuk yaşında çok sayıda ameliyat geçiren Öykü artık okuldaydı. Ona yaşadıklarından dolayı ortaya çıkan zorlukları, engelleri anlattık, o da bunu kabullendi. Öğretmenlerine de gereki açıklamalarda bulunduk. Örneğin geçirdiği rahatsızlığın verdiği görme zayıflığı için ön sıralarda oturması gibi...
Öykü, şimdi on yedi yaşında bir genç kız.
O bizim Öykü’müz. O bizim çocuğumuz, gözbebeğimiz. Öykü’nün öyküsünü anlatmak istedim. Bu zor süreçte kızımı sağlığına kavuşturan saygıdeğer doktorlarımıza; tedavi sürecinde bize yardmlarını esirgemeyen yakınlarıma teşekkür ederim.
***
Hayat bazen bir bora kadar zorludur
Ve insan karşı koyarken boraya, fırtınaya, tipiye yorulur
Ne zaman güneş açar, gökyüzü mavidir
İşte o zaman bora diner, ortalık dinginleşir
Yaşanan artık mutluluktur
......
Öykü’nün annesi yazdı, ben eklemeler yaparak düzenledim.
Numan Kurt
31 Ocak 2024
YORUMLAR
Öykünün öyküsünü içim sızlayarak,
Gözlerim dolarak okudum.sayın hocam.
Bazen ufak tefek olumsuzluklarda
İsyan ettiğim için kendimden utandım. Şükretmenin ne kadar önemli olduğunu anladım.
Öğrenciniz Seval'in kızı bu sene üniversiteye başlayacak nasipse
Seval de, kızıda ellerinizden öperler.
Selam ve saygılarımla...