DÜĞEN ZAMANI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Dön babam dön. Temmuzun sarı sıcağı cayır cayır yakarken Güneşin gö-zünde,[1] düğenin üzerinde dön babam dön.
Büyükler harman kenarında bir asma gölgesinde uzanıp günün yorgunlu-ğunu atarken, düğeni sürmek için adımız söylenince hiç itiraz etmeden düğenin üstüne çıkar gönülsüz gönülsüz düğenin üzerinde dönmeye başlardık.
Biz taşra çocuklarına düğen sürme büyük bir işti. Bu zamanda şehirden köye gelen yakın akraba çocukları düğene binmek, harmanda dolanmak için can atarken bizlere Güneşin gözünde bir işkenceye dönüşürdü.
Düğen üzerinde oturup sürmeye devam etmeye kalksak, büyüklerimiz hemen “Çabuk ayağa kalk!” şeklinde uyarılırdık. Hani bu uyarıyala suç işlemiş gibi korkardık da.
Bazen geçmişe özlem uyanır belleğimizde bir yandan o günlere “iyiydi” demek isteriz, ancak o zorlukları hatırlayınca “Aman Allah korusun.” demeden edemeyiz. Bende öyleyim. Okulun açılmasını dört gözle beklerdim. Okulda oku-mak özellikle benim için işten kurtuluştu. O günleri özlüyorum sanmayın. Sadece anılarımda acı tatlı yer alıp, zaman zaman bir düş sonrası uyanır gibi oluyorum.
Patoz Geliyor
1971 yılıydı, ilk defa kara patoz dedikleri harman makinesi Köprübaşı dediğimiz mevkie gelince, düğen çilesi çekenlerden biri olarak çok sevinmiştim.
Köprübaşı’nda beş altı tane harman vardı. “Kamil Memedi”nin harmanında ilk defa patoz kurulmaya başlanacaktı. Traktörün ardına bağlı olan patoz, dört kişinin karşılıklı tuttukları uzun ağaç yardımıyla traktörden ayrılırken patozun ucu yere kaydırılmış “Kamil Memedi”nin ayağı üzerine düşmüştü. “Kamil Memedi” “Ooof anam! Yandım anam!” diye bağırırken büyük bir telaş başlamış patozun ucu kaldırılıp, yaralı “Kamil Memedi” geri çekilmişti. Hemen bir bez parçası ayarlanıp yaralı ayağın üzeri sarılırken “Kamil Memedi”, “Ooof anam! Yandım anam!” diye bağırmaya devam ediyordu.
11 yaşındaydım. Köyde büyük insandan beklenenler on bir yaşında olan-lardan da beklenirdi. Ancak patozun kurulmasında ben ve ben gibi olanları, uyarmışlar, patozdan uzak durmamız istenmişti. Olup biteni seyrediyor, sadece istenen bir şey olursa koşarak gidip alıp veriyorduk.
Heyecanlıydım, o güne kadar patozla harman sürmeyi hiç görmemiştim. İlk defa patozla bir harmanımız sürülecek, ben de düğenin üzerinde dönüp durmadan kurtulacaktım.
“Kamil Memedi”nin koluna girilip harman kenarına taşınmış, patozun yanına dönen büyükler bu defa daha dikkatli bir şekilde o bağlantı kolunun altına takozlar ve taşlarla desteklemişlerdi. Patoz uzun bir kayışla motora bağlanmıştı.
Motorcu, patoz ile traktörün arasına bağlanan kayışın tam orta yerine ge-lip, üst ve alta uzanan kayışın gerginliğini eliyle sıkıştırıp kontrol ettikten sonra saatine bakıp “Arkadaşlar hazırsanız başlıyorum.” dedi. Traktörün üzerine çıkıp çalıştırtır. Motor normalin üzerinde bir devirle çalışıyor, kayış dönmeye, patozun içindeki kol gibi demirler ekin saplarını samana çevirmeye başlamıştı bile. Moto-rum güçlü bir ses kulaklarımızı tırmalıyordu.
Diğer harman sahipleri “Kamil Memedi”nin harmanının sürülmesine yar-dımcı olup bitirmişlerdi. Sıra bizim harmanın sürülmesine gelmişti. Patoz kayış traktör taşınmıştı. Düzen kurmuş, kazasız belasız bizim harmanımız da sürülmüştü. Aynı işlemle diğer harmanlarda da bitmiş, harman sahipleri kaç saat sürdüyse ücretlerini ödemişlerdi. Günlerce düğen süreceğimiz harman iki saate sürülmüş, orta yerde henüz çeç [2] samandan ayrılmamış, malama[3] dediğimiz yığın duruyordu.
Sürülme işlemi bittikten sonra rüzgâr belenecek ve harman sahipleri yaba ile savurma işine başlayacaklardı. İşte bu sırada 50-60 metre aşağımızda akıp giden Ermenek Göksu’yuna doğru harmancılarda hareket başlamıştı. Gidenler ellerini yüzlerini yıkayıp harman tozundan kurtuluyorlardı.
Bende nehrin kenarında temizliğimi yapmış etrafı seyre koyulmuştum. O sırada suyun içinde kıpırdayan bir şeyin olduğunu fark ettim. Hemen uzaklaştım. Az yukarıya çıkıp “Baba burada yılan var!” diye ünledim. Babam harmanımızın yanından benim yanıma geldi. “Nerede?” diye sordu, bende gördüğüm yeri gösterdim. Oraya yaklaşıp baktı. “Oğlum bu yılan değil, Görksu nehrine has sazan balığı.” dedi. Babam yeniden harmana döndü.
Sevindim. Hemen nehrin kıyısına yanaşıp onların hareketlerini izliyordum. Sürü halinde dolaşıyorlardı. Tam önümde bir araya toplanınca elimi suya daldır-dım. Hepsi dağılıverdi. Bunu birkaç defa tekrarladım. Yakalanır mı hiç? Bırakıp harman yerine dönmek için nehrin kenarından yukarı çıktım.
Karayılanı Öldürdüler
Harmanların orada da bir telaş var. Hızlandım. Harmana yaklaşınca “Def-neci Ali” yerden küreğin üzerine almaya çalıştığı 2 metre civarında olan simsiyah yılanı almaya çalıştığını gördüm. Babamda oradaydı. “Bak gördün mü, yılan orada değil buradaymış.” dedi.
Küreğin üzerine alınan yılan 30-40 metre uzağa taşınıp bir çukur kazılıp içine atılıp, üzeri toprakla kapatıldı. Karayılanların tamamen zehirsiz olduğunu çok sonraları öğrendim. Onların yaşam alanlarını biz daraltıyor, işgal ediyoruz üstelik öldürüyoruz! Sonrasında tarım alanlarımızda ektiğimiz ürünlere başka canlılar zarar veriyor. Bilmiyoruz öldürdüğümüz bir hayvanın kaybı onun beslendiği zararlıların çoğalmasını tetikliyor.
Rüzgâr Bekliyoruz
O gün öğle saatlerinden ikindi sonuna kadar hiç rüzgâr esmedi. İkindi sonrası biraz esmeye başlayınca babam yabayı eline alarak biraz savurdu. Rüzgâr kesilince yabayı malamanın içine saplayıp bırakıverdi. Ertesi sabah biraz daha savurdu. Diğer harman sahipleri de aynı işlemleri yapıyordu. Rüzgâr bitince bir gölgeye oturup sohbete başlıyorlardı.
Her harman döneminde üç, dört gün rüzgâr beklediğimiz hep olmuştur. Zira Ermenek vadisinin en taban noktası Serper’in Köprübaşındayız. Bir sabah esintisi, bir de ikindi esintisinde savurdun savurdun. Yoksa beklemeye devam.
Onların sohbetlerini dinlemeyi çok seviyordum. Babam bir defasında etra-fındaki harmancılara anlatırken ben de dinledim.
Öşür ve Ağnam Vergisi
“1940’lı yıllardı. Yine burada harmanım vardı. Harmanı sürdük, orta yere malamayı yığdık. Rüzgâr esmiyor. O esse de savuramıyorsun. Çünkü öşürcü gelecek, izin verecek ondan sonra savuracaksın. Bekleme sırasında (eliyle göstererek) şu karaduttan bir karadut yiyeyim geleyim dedim. Elime de bir sitil [4] aldım. Elimde sitil dut ağacına çıktım. Bir güzel yedim. Sonra da bir sitil karadut topladım. Harmana getirdim. Bir kenara koydum, öşürcü gelecek diye bekliyorum. Derken öşürcü geldi. Malamanın yanına yaklaştı. Ne kadar buğday çıkacağını hesap ederken sitil içindeki karadutu gördü.
-Bu ne, diye sordu.
-Karadut efendim, dedim.
Öşürcü;
-Yiyebilir miyim, dedi.
-Tabi efendim, yiyebilirsiniz, dedim. Eliyle bir tane alıp yedi.
-O öyle yenmez efendim, dedim ve şapkamın içinde saplı olan çu-valdızı çıkarıp yıkadım ve uzattım. Yere oturup sitili önüne alıp yemeye başladı. Bir sitil karadutu yedikten sonra daha oturduğu yerden kalkmadan
-Sen öşürü ödedin, sana öşür yok, dedi.
Öşürcüye;
-Teşekkür ederim efendim, dedim. Adam şöyle bir baktı;
-Artık savurabilirsin, kolay gelsin, deyip yerinden kalkıp başka harmanlara doğru yürüyüp gitti.
Çocuk yaşımda öşürün ne demek olduğunu bilmiyordum ama din-lediğim kadarıyla devletin aldığı bir vergi olduğunu anlıyordum. Daha sonra bunu babama sordum, bana şunları anlatmıştı:
Hasat zamanı tahsildar ve yanında muhtarla öşür vergisini topla-mak için harmana gelirler “Bu malamadan şu kadar buğday çıkar.” deyip savurunca öşürleri topluyorlardı.
Devlet ayrıca hayvanlardan da bacak başı ağnam vergisi alırdı. Ağnam ise hayvanların öşürüydü.
O zamanda gübre, ziraat ilaçları yoktu. Biraz hayvan tersimiz olursa tarlaya serperdik. Olursa ondan buğdayımız olurdu.
Yokluk ve Kıtlık
Soba zamanda köyde daha yoktu. Ocaklarda odun ateşi çatılır hem oda aydınlatılır, hem yemek pişirilir, hem de ısınırdık. Isınırdık ama önümüz yanarken sırtımız donardı.
Üzerimize giydiğimiz giysileri kendi tarlalarımıza ektiğimiz pamuktan ip eğirir, tezgâhta dokunur kumaş haline gelince giysi yapılırdı. Bu giysiler elle dikilirdi.”
İkindi vakti rüzgâr çok güzel esmeye başladı. Babam savurdukça yüzünün gülmeye başladığını fark ediyordum.
Harmanımız savrulmuş, buğdayımızı çuvalladıktan sonra katırla köydeki evimize taşıyorduk. Taşıyan yine bendim. Günde en fazla dört defa köye gidip gelebiliyordum.
O zamanda taşrada yaşamak zordu.
“Bakarsın Lazım Olur!”
Rahmetli babam ve annemden 1940’lı yıllarda yaşanan kıtlığı ve çileleri çok dinledim. Onun eseri olacak ki 1960’lı yıllarda annemin dokuduğu kumaşlardan giysi giydiğimi anımsarım. Taşradaki benim çağdaşlarımda nerdeyse diz ve dirseklerimizde yamasız giysimiz olmazdı.
Çöp ev haberlerini duyunca o yaşlı insanların çoğunun o günleri yaşamış insanlar olduğunu tasavvur ederim hep.
Küçüklüğümüzde ailemizde bir nesne boşa atılmaz, “Bakarsın lazım olur.” diye bir kenara mutlaka konur, lazım oldukça da kullanılırdı.
O günlerde gördüklerimizden etkilenmiş olacağız ki atılacak bir nesneyi belli bir süre evin depo, kiler veya bodrumunda bekletip sonra atarız. Hep israf-tan kaçarız, bir de o günlerde beynimize yazılmış o eskiyi hatırlarız.
20.12.2020
Durmuş Ali Özbek
[1] Güneşin gözünde: Güneşin altında.
[2] Çeç: Samandan ayrılmış buğday yığını.
[3] Malama: Henüz samanla karışık, kalburdan geçirilmemiş tahıl yığını.
[4] Sitil: İçine su, yoğurt vb. konulan kovaya benzer ama kovadan küçük, kulplu kap, küçük bakraç.
YORUMLAR
Evet şimdi öşürün adı değişmiş olmuş sosyete öşür yemek için cocuğunuza aldığınız mama için artı eve aldığınız ekmek için tam 5 çeşit öşür vergisi ödüyorsunuz zaman eski zaman değil ancak bu vergi konusunda salma konusunda eskisinden bin kat daha acımasız bir düzen vergisi ödüyoruz kutlarım çalışmanı hocam vesile oldun öşürü açıklamaya