- 157 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İçlerde ve İçimizde Yarattığımız Boşluklar
Yetmiyordu bize hayat, sevgi de! Başkalarının kalplerimizde yarattığı ateşler ve bizim başka ocaklara düşürdüğümüz ateşler gibiydi. Yakılarak yakıyorduk … İnce çizgilerin üzerinde yürürken cambazların sirklerinde ki oyunları gibi oynuyorduk hayatı. Çünkü birileri bizi, daha çok ilk çevremiz, çocukluğumuzu yaşadığımız çevre, toplum, ailemiz, akrabalarımız, öğretmenlerimiz bize her şeyi öğretmeyi denerken, asıl olan „sevginin asaletinden ve adaletinden“ bizleri yoksun bırakmışlardı. Ve bu, büyük boşluk, hiçbir aşkla, hiçbir sevgiyle dolacak değildi … Gidişlerimizi, birinden sonra öbürüne, sonra bir başkasına, bir daha, bir daha … düştüğümüz boşluklara … içimizdeki tükenişi, ilk ve gerçek sevgiden nasibimizi alamayışımız, travmaların ruhlarımızın derinliklerinde bıraktığı çaresizliğin acısı …İşte bulduk derken,; dikenli tellerin önünde durup bekleyişimizi, cebimizde soluk ve soğuk elimizi, hüzünlü kırıklıkları ve kırılganlıkları tutuşturması kalıyordu geriye … Sankı birer sevgi arsızı, sevgisizliğin saygısızlığı … Doğuşumuzla toplumun ve onu eğiten kapitalist devletin birlikte vermiş oldukları terbiye gereği, o ilk ve gerçek sevginin, Rousseau’nun Emile’sinde ki doğal sevgiyi dolduracak bir sevgi değildi …
Aldığımız sevgi!
Sanki Dünya bizi değilde, biz Dünya’yı zihnimizde taşıyor gibiydik. Bu yüzden karşılaştığımız, bize bağlansınlar, bizi sevsinler, bizi saysınlar, bize saygıda kusur etmesinler, diye uğraştığımız insanları, ayrı birer şahsiyet, ayrı birer varlık gibi, tanımaya, anlamaya, onların özüne inmek için gerekli çaba vermiyorduk. Ötekilerden istediğimiz, onlardan beklediğimiz sadece içimizde devletin ve onun sisteminin boşluklarını doldurmalarıydı! Bu içimizde ki boşluğu, travmaların yarattığı boşluğu doldurmaları için, bize hayran, bize güven, bize sonsuz sevgi ve saygı dolu ve itaatkar insanlar olmaları gerekiyordu Elimizi uzattığımızda yetiş olmaları, … Ve bu güne kadar gerçek anlamda hiç varolmadığımız için, kendimizden sıyrılıp başkalarının hayatlarına, kalplerine girmediğimiz, giremediğimiz, yüreklerimiz hep kendi ellerimizde kaldığı çin, çekici, sade, kibar, saygılı, söyleneni yapan, parıltılı insanlar olmak için çabalıyorduk.
Yaralı ruhumuz yaralanmıştı toplumsal mahalle baskılarından dolayı, o hasta ve patolojik vaka olan ruhlarımız can çekiyordu, sanki insanları bize bağlamak için. Hiç, gerçek anlamda yaşamamışlığımızın başımıza açtığı marazlı bela bu olsa gerekti. Gerçek anlamda hayatlarımızı yaşamadığımız için, bize yaklaşan her bireyi önce hiç olmadığı kadar yüceleştiriyor, zihnimizde yarattığımız o sahte ve kahraman idollerden birisinin yerine koyuyorduk. Çünkü onu olduğu gibi sevmek, ötekinin, öteki olduğu haliyle anlamak ve sevmek zahmetli ve bir o kadarda yorucu olacaği kafamızda yarattığımız sahte prensiplerimize uydurmak daha kolay olacaktı. Ötekini zayıflıklarıyla, zaaflarıyla, eksiklikleriye sevmek ve olduğu gibi kabul etmek, bizi kendimizden kuşkuya düşürerek olmayan bir güvensizlik yaratacaği korkusudur … Bir insanı eksiklikleri ve fazlalıklarıyla kabullenerek sevmek, bize, içimizde ki o derin travmanın yarattığı boşluğu hatırlatacaktır.
Bir karşılaşmada içini açmayan, kendinden vazgeçmeyen, çok bilen, beğenilen ve adı hiç unutulmayan taraf, biz olmalıydık, eğer içimizi açarsak, kendimizden vazgeçersek, ödün verirsek, geriye çekilirsek, eksikliklerimizi çekinmeden söylersek, adımızı unutursak, içimizde sakladığımız o derin boşluk ortaya dökülerek görüleceti … Hiç varolmadığımız, kendimiz bu güne kadar bir başkası için feda edemediğimiz, egomuzdan sıyrıldığımız, o hiç yaşamamışlığımız ortaya çıkarak, foyamız meydana dökülürdü, içimizde sakladığımız o büyük katil kendini ele verirdi. Onunla yaşama mecbur olduğumuz, mahvomamak için mahvetmek zorunda olduğumz veya kaldığımız bencilliğimiz, caniliğimiz … Evet! İçimizde ki o benzersiz, gerçekler yerine yarattığımız ve yaratıldığımız içimizde ki katil, çünkü bizi sevenlerin sevgisini, onları öldürmek için kullandığımız sinsi planlarımızdı bizi mahveden. Önce onların varlıklarını gizleyen perdelerini, zırhlarını, kapaklarını açmalarını sağlıyor, çırılçıplak bırakıyor, sonra en zayıf, en kırılgan, en kibar yerlerinden sihirli sözcüklerimizin zehirli öpücükleriyle onları öpüyor ve o halde ortada bırakıyorduk. Ve daha sonra arayıp sorma, içinde bulundukları durumu hatırlamak dahi istemiyoruz. Onlardan dökülen acıları, cam kırıkları gibi bırakıp; „hayır, benim istediğim, zihnimde tasarladığım bu olamaz, bu da diğerleri gibi, beni istediğim gibi, benim şartlarıma uygun bir şekilde sevmedi“ diyerek heybemizi omuzlayıp, istikamet ileri, marş marş bir başkasına diyerek deli koyun gibi yollara düşüyorduk.
Yüceleştirdiğimiz bir insanı bize koşulsuz bağlandığını hissettiğimiz anda istediğimize kavuşarak, onu hiç beklemediği bir anda küçümseyip aşağırak yolumuza devam ediyoruz. Bir kısırdöngünün girdabında … Aradığım o da değildi diyorduk yine! Kendimizi sorgulamadan, kendi tutarsızlığımızdan utanmadan. O da kafamda ki dünyama uymadı yaygarası karekterli tavırlara vesile olamıyordu. Yarattığımız kahraman idolümüze uymuyordu nakaratını tekrarlıyorduk, kendimiz kandırarak, oysa boşluğumz sonsuzluktu, kendi içimizde taşıdığımız. Ve hep böyle diyerek, bir başkasını, bir daha, bir daha, bir başkasını deneme tahtası olarak kullanma zahmetinden ve kendi utanmazlığımızdan, vicdansızlığımızdan hiç bahsetmiyorduk. Beklentimiz, ta ki o boşluk dolana kadar, ama o dolacak gibi değildi ve dolacağa da hiç benzemiyordu … Bize kendisini sunan her sevginin, buzluğa atılmış mini bir kor taneciği kadar hükmü oluyordu belki … Ama biz kazanmayı terk etmek hisleriyle donatırken, içimizde ki o derin boşkuk daha da derinleşiyordu.
Bize sevgiyle yaklaşan insanları öylesine çaresiz, öylesine çıplak alanlarda terkediyorduk ki, bu insanların birçoğu, bizim sahtekarlıklarımız, iyi niyeti kötüye kullanmamız, güvenlerini suistimal etmemiz yüzünden, adeta sevme yeteneklerini yitiriyorlar … İlk anlarda, bir süre o zehirli ateşle başkaları için yanıyorlar, yıpranıyorlar, ahlar vahlar ediyorlar, ateşleri sönerken de bize önce ışıkkla açılan yüreklerine kasvetli gölgeler inerken, ardından içlerine doğru kırgın bir nefret ve kinle dönüyorlardı.Kimi geceler, önce varlığımıza, sonra da boşluğumuza aşık ettiğimiz, sonra da yapayanlız bıraktığımız kurbanlarımızın iniltileriyle uyanarak çığlıklarını duyarak uyuyamıyorduk geceleri …
Saygılar, okuyan ve anlamaya çalışan her yüreğe. Anısına saygılar!
Pedagog Gözüyle - Hasan Hüseyin Arslan, Frankfurt am Main, den 17.01.2024
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.