- 447 Okunma
- 5 Yorum
- 2 Beğeni
Gündüz Bey Çağırdığında
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Derya’nın pasını alınca Cenk bekletmeden ilerledi, karşı takımın defansından Tolga’ya çalımını attı, kaleye olan açısını kaybetmeyecek şekilde sağa kaydı ve topa sol ayağı ile güzel bir kavis verip kaleye gönderdi. Panter lakaplı kaleci Özgür ne kadar uzandıysa yetişemedi ve top kaleden içeri girdi. Okul bahçesinde kale direklerinde ağ olmadığı için top ağlarla buluşamadı, bu yüzden yoluna devam etti ve doğrudan okul binasının duvarında patladı. Olayda herhangi bir cam kazaya kurban gitmeyince topun okul duvarında bıraktığı ize aldıran olmadı ve kaleci Özgür topu almaya giderken gol sahibi Cenk de kutlamaları kabul etti.
Belki kutlamalar daha da sürecekti ama son sınıflardan nöbetçi öğrencinin gelip Cenk’i çağırmasıyla kısa kesildiler:
“Alışoğlu! Gündüz seni çağırıyor. Hemen odasına git”
Okulun adeti herkesi soyadı ile çağırmaktı. Bu yüzden okulun gözünde Cenk diye biri yoktu, Alışoğlu vardı. Biz de ilk yıllarda birbirimizi soyadları ile çağırmış, sonra samimileşince ad ve soyadını beraber kullanır olmuştuk.
“Niye beni çağırıyor ki? Ne oldu ki?”
“Sadece seni çağırmıyor. Listede Giritli, Akkaya ve Bahriyeli de var. Onları da bul, dördünüz Gündüz’ün odasında bekleniyorsunuz. Zilden sonra giderseniz fazladan bir uyarma alırsınız”
Öğrenciler aralarında fısıldaşmaya başladılar. “Niye müdür yardımcısı bunları çağırıyor ki?” “Biyolojiden kopya çekmişler” “Biyolojiden kopya çekmeyen mi var? Üstelik bunlar beraber oturmuyordı bile. Ben Mert Bahriyeli’den çektim; ondan biliyorum”
Cenk bana baktı:
“İnşallah fena sıçmadık”
“Azına razısın yani?”
“Gündüz çağırmış; attığım golden dolayı beni tebrik edecek değil ya”
“Ben de listedeyim. Gidelim bakalım”
Müdür Yardımcısı Gündüz Biriker’in odasına vardığımızda Akkaya ve Bahriyeli’nin bizden önce geldiğini gördük. Herkes birbirine niye orada olduklarını sorgular şekilde mimikler yapıyordu. Müdür yardımcısının odaya girmesiyle kıpırdanmalar kesildi.
“Çocuklar! Şimdi sırayla sizi sorgu odasına götüreceğim. Orada Milli Eğitim Bakanlığından gelen müfettişlerle görüşeceksiniz”
Hepimiz derin bir nefes aldık. Biyoloji dersinden çekilen kopya için kimse müfettiş filan göndermezdi. Biraz rahatladık ama bu sefer müfettişlerin, özellikle de ismen bizimle niye görüşmeye geldiklerini merak etmeye başladık. Ortak bir arkadaş grubunun üyeleri değildik. Beraber yaptığımız faaliyetler yoktu. Hatta aynı sınıfta bile değildik. Gerçi her sene sınıflar karıştırıldığı için bu pek bir şey ifade etmiyordu ama yine de ortak bir nokta bulamadık. Ne haytalar, ne de inekler grubundaydık. Sözün kısası etliye sütlüye bulaşmayan, ortalamanın ortalamasıydık.
Gündüz Bey ilk olarak Cenk’i götürdü. Geri de getirmedi. Yarım saat boyunca geride kalan üçümüz bakıştık, çeşitli sohbet konuları açmaya çalıştık ama aklımız müfettişlerdeydi. Bu konuyu da konuşmak anlamsızdı çünkü çoktan “Ne olabilir ki?” olasılıklarının aklımıza gelen tamamını elden geçirmiştik. Sonra yavaş yavaş aramızda sessiz bir rekabet başladı. Farkettik ki bunlar Cenk’i yarım saat kadar tuttularsa bizden sona kalan en az bir buçuk saat bekleyecekti. O günün mantığıyla bu şahane bir şeydi. Bir buçuk saat bekleme, yarım saat de sorgu, erderdi iki saat. Neredeyse tüm öğleden sonraki kaynayacaktı. Halbuki Cenk’ten sonra çağrılacak olanın sadece bir saatlik dersi gidecekti. Bu da onu edebiyat dersinin sözlüsünden kurtaramayacaktı.
Müdür yardımcısı kapıda tekrar ve tek başına belirdiğinde heyecan doruktaydı. Kimse, sanki sözlüye çağrılacakmış gibi, adının okunmasını istemiyordu. Gündüz Bey bize baktı ve gözlerini bana çevirip “Giritli, sıra sende” dedi. İster istemez kalkıp, Gündüz Beyi takip ettim. 19. Yüzyıldan kalma uzun, karanlık koridorlarda ilerledik. Sonra daha önce hiç açık olduğunu görmediğim bir kapıdan girdik. Orta boyutlarda bir odaydı burası. Zamanında kimbilir hangi amaçlar için kullanılmıştı ama şimdi oldukça yalın bir haldeydi: Ortadada gösterişsiz ahşap bir masa, arkasındaki iki sandalyede oturan müfettiş ve sorgulanan öğrenci için masadan uzak, duvara yakın üçüncü bir iskemle. Müdür yardımcısı adımı söyledikten sonra oturmamı işaret etti ve dışarı çıktı.
Bakanlığın iki müfettişi bir süre önlerindeki dosyalara ve aldıkları notlara baktılar. Sonra aralarında kimin söze gireceğine anlaşıp, bıyıklı olanı sormaya başladı:
“Adın Kemal Giritli mi?”
“Evet”
“Dokuzuncu sınıfta okuyorsun?
“Evet”
Soru mu soruyordu, yoksa bana bildirim mi yapıyordu, orası pek açık değildi.
“Peki, Arda Düzgünses’i tanır mısın? Ne kadar samimisiniz?”
Ne denir ki buna? Enseye tokadız mı diyeyim?
“Tanırım. Sınıf arkadaşımdır; gerçi bu sene aynı sınıfta değiliz ama önceki yıllarda birçok kereler beraberdik. Arada teneffüslerde sohbet ederiz.”
“İkiniz de biyoloji kolundaymışsınız, doğru mu bu?”
“Doğru değil. O kolun öğrencisi, ben ise kola gönüllü yardım ediyorum”
“Gönüllü yardım mı?”
“Ben aslında okulun tenis takımındayım. Ama biyolojiyi de sevdiğimden kol üyelerine yardım ediyorum. Kola ait kafeslerdeki hayvanlara bakıyorum, tatillerde bazılarını eve götürüyorum”
Şimdi nasıl diyeyim, geçen dönem biyoloji sınavında kopya çekerken yakalandım; o yüzden de biyoloji öğretmeni Bienfroid’nun kölesi, paryası oldum diye?
“Peki, arkadaşın Arda’nın kol faaliyetlerine ilgisi nasıldı?”
Biz biyoloji sınavındaki kopya için hayatta müfettiş gelmez diyorduk, adamlar kol faaliyet tutanakları için gelmişler gibi gözüküyordu.
“O çok ilgiliydi. Hatta kol saatlerini hep yetersiz bulur, haftada en az üç kere buluşmamızı isterdi. Faunaya, özellikle de eklembacaklılara çok düşkündü. Tüm sonbaharı ve ilkbaharı ön ve arka bahçelerde onları izleyerek, notlar alarak geçirdi. Adı Karınca Arda’ya çıkmıştı. Sadece ön bahçede dört çeşit karınca olduğunu iddia ediyordu.”
“Hımm... Şimdi de daha önce Batı Avrupa’da olan bir örümcek türünün Türkiye’deki keşfini yaptığını iddia ediyor, hemde okulun ön bahçesinde. Örümceğin türü de ...”
Önündeki notlara baktı:
“... Heliophanus Apiatus... Buluşu bilim çevrelerinde epey yankı yaptı. Hatta Avrupa’dan bir ekip gelip örümcekleri ve okulu filme çekmek istiyorlar. Arda’nın örümcekleri bulmasıyla ilgili ne biliyorsun?”
Onlar Helio dediklerinde benim betim benzim attı. Sorularını dinleyemedim.
...
Güz döneminin ilk sınavında biyolojiden kopya çekerken yakalanmıştım. Daha önceden sol arka cebime yerleştirdiğim kopyayı sınav sırasında Erkan’a verdiğimi unutmuş, fellik fellik onu ararken Bienfroid da beni enselemişti. Bunun doğal sonucu olarak da okulun tüm hayvanlarının bakımı bana kalmıştı. Onlara yem veriyor, beç tavuklarının yumurtalarını topluyor, Bienfroid talep edince kafesteki tavşanlardan birini alıp onun evine götürüyordum: Yahnisini yapıyordu şerefsiz.
Bir gün biyoloji kolunun gediklilerinden biri bana sinekleri ne yaptığımı sormuştu.
“Balıklara verdim, hemen hemen bitirdiler”
“Salak mısın sen? Balıklara kuru yem verecektin. Sinekleri örümceklere saklıyorduk. Peki onlara ne verdin?”
Örümceklerimiz olduğunu o ana kadar unutmuştum. Bir koşu gidip onlara baktım. Kola ait odalar dehlizinde karanlık, penceresiz bir yerde kalıyorlardı. Sayıları çoktan üçte bire inmişti bile. Büyükler küçükleri yemişti.
“Bunları ağı yok”
“Özel örümcek bunlar. Bienfroid Fransa’dan getirtti: Heliophallus... Avlarının özerine sıçrayıp atlıyorlar; o yüzden de ağ kurmuyorlar. Şimdi halt yiyeceksin? Yemleri de yok”
Örümceklere acıdım. Yiyecekleri de yoktu, bir iki haftaya hepsi ölüp gidecekti. Aldım akvaryumu koltuğumun altına.
“Nereye gidiyorsun?”
“Bu saatte ön bahçede kimse yoktur. Varsın, orada kısmetlerini bulsunlar.”
Nereden aklıma gelsin Arda’nın orada eşeleneceği?!
Saint Joseph lisesinin ön bahçesinde gerçekten Heliophanus Apiatus türü örümcek bulup literatüre girme şansı yakalayan Arda Düzgünses’i buradan kutlarım.
YORUMLAR
İlhan Kemal
İlhan Kemal
İlhan Kemal
İlhan Kemal
Arda'nın örümcek avına daldığı gün, bilgelik damarlarından beslenen bir doğa şairiydi,ön bahçenin karanlık köşelerine gizlenmiş öykülerini yazan bir kahramandı.
Okuldaki örümcekler, kendi yollarını seçerken, Arda ise bilim dünyasına, ağlarını örmeyen özel örümceklerle sunduğu bir hikayeyle damgasını vurdu.
Çiçek açan kelimeleriyle yazdığınız bu öykü, bir bahçıvanın sevgiyle yetiştirdiği çiçeklerin güzellikleri kadar zarif bir dilde boy verdi.
Güzeldi. Tebrikler
İlhan Kemal
Her ne kadar hikayeleştirdiysem de benim kişisel olarak görüşüm o örümceklerin okuldan bir şekilde doğaya kaçmış oldukları. Şanslılar ki Arda'nın gözlerine yakalandılar. Onları doğaya salan ihmal, kötü niyet, ya da umursızlık kimin eseri bilmiyorum. Aynı okulun öğrencileri okulun timsahını Caddebostan'da sandalla gezintiye çıkarmışlar ama timsahın sandaldan atlayıp plaja doğru (O dönemde sahil yolu yoktu) yüzmesine engel olamamışlardı. Örümcekler konusunda çok daha ihmalkar olabilirler. Saygılarımla.