- 292 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Yatak Örtüsü
Kütüphanede dolaşmak, başlıklara göz gezdirmek zevklidir; bunu inkar etmeyeceğim. Ama ben ikinci el kitapçıları gezmeyi tercih ederim. Daha geçen hafta baktığınız rafta yeni isimler, yeni ciltler görürsünüz. Aklınızda olmayan bir konu karşınıza dikiliverir. Haydi, dersiniz, aklımda yoktu ama ilk fosil bulanların hikayelerini okuyayım. Bir sonraki cilt sizi Emevi dönemi öncesi Arabistan’a gitmeye ikna eder. Tam kapağı açıp, Babil kralı Nabonidus’un Milattan Önce 6. Yüzyılda Yesrib dediği kentin adının hangi olaydan sonra değiştiğini keşfedeceksinizdir bu sefer de Floransa’daki son elyazmacısının hayatı dikkatinizi çeker. Kucağınızda üç ciltle kasaya yönelir, ilk olarak hangisinden başlayacağınıza evde karar vermeyi seçersiniz.
Evde üç okunacak kitap adayı yatak örtüsünün üzerine yayılır, size bakarlar. Camdan bakarsınız, mevsim bahara geliyordur. Arabistan çölleri sizi çekmez; elveda Dört Halife. Duvarı misali Manş Denizinin sınırını belirleyen İngiltere kayalıkları... Soğuk ve rüzgarlıdır oraları şimdi. En iyisi Floransa. Bugün hala o elyazmacasının sokağı yerindedir. Kitabı alır masanıza geçersiniz. Netteki haritalar sizi sokak seviyesine götürür. Dükkanın bugünkü haline bakarken kitabın da
ilk bölümüne göz gezdirirsiniz: Artık 15. Yüzyıl Floransa’sındasınız. Dükkandan içeri girelim bakalım...
“Bunu ne zaman geri götüreceksin?”
Beklediğim reaksiyon bu değildi: İtalyanca konuşmayan bir kadın. Ses arkamdan geliyordu ve eşime aitti.
Arkamı dönmeden:
“Bu derken hangi hangi kitaptan bahsediyorsun?”
Yatağın üzerinde kalan iki kitabın birinden hoşlanmamış olmalıydı.
“Kitaplarından bana ne! Onları burada tuttuğun sürece sorun yok. Hatta şu yataktan kurtulursan daha da fazla kitabın olabilir”
“İyi bir çalışma odasının mutlaka bir de yatağı vardır”
Aklında başka bir şey olduğu için üstelemedi.
“Ne halin varsa... Ben oturma odasından garabetten bahsediyorum. Onu ne zaman geri götüreceksin?”
Oturma odasında kitap bırakmış mıydım? Dün akşam orada şarap ve Schama gecesi yapmıştım ama yatarken kitabı yukarı çıkarmıştım. ‘Garabet’ o değildi. Neden sonra hatırladım:
“Onu geri götüremem ki. Çöplükte buldum onu.”
“İyi ya. Bir şeyi atacaksan en uygun yer de orası. Getirdiğin gibi götür. Ama bu sefer kendi arabanla taşı; benimkisi sayende hala çöp kokuyor.”
“Çöp kokusu geçti çoktan. Beraber silip temizledik ya”
“Ben bilmem. Senin araban, yerini senin bildiğin çöplük. O kadar...”
“Sevgilim, düşünen, farkındalığı olan bir canlı nasıl çöpe bırakılır?”
“Kemal! Canlı filan değil o. Basbayağı...”
Hıçkırdı. Dönüp baktığımda yaşların süzüldüğünü gördüm.
“Basbayağı... Hilkat garibesi bir şey o...”
Ondan bunları duymak ağır geldi. Halbuki onu eve getirdiğimde eşimin de en az benim kadar heyecanlandığını düşünmüştüm. Hayal etsenize, kitapların konduğu poşeti çöpe atmak için konteynere gidiyorsunuz, kapağı açıp alışkanlığınız üzere “Hoc est corpus” diyorsunuz ve çöpün içinde yatan insanımsı bir bedeni görüyorsunuz. Modası geçmiş bir vitrin mankeni olduğunu düşündüğünüz şey gözlerini açıyor. İlkin panik olup geriye adım atıyorsunuz. Sonra da yaklaşmaya korkuyorsunuz. O yattığı yerden kalkıyor ve sizinle konuşmaya başlıyor. Ağzı hareket ediyor, gözlerini kırpıştırıyor. Yine de insan olduğunu düşünmüyorsunuz. Ne dediğine de dikkat etmiyorsunuz; öylesine donmuşsunuz. Çok sonra karşısınızda yapay bir insan olduğunu ve onun sizinle iletişim kurmaya çalıştığını farkediyorsunuz. Fazla bir şey söylemiyor aslında, model numarası ve sizden komut beklediği. Siz komut vermeyince sabırsızlanmıyor. Umutla diyebileceğim şekilde gözlerinize bakmaya devam ediyor.
“Yürüyebilir misin?”
“Evet.”
“O zaman ben gelmeden önce niye yürüyüp gitmedin?”
“Nereye?”
“Gideceğin bir yer yok mu? En son neredeydin?”
“Böyle bir bilgi kayıtlı değil efendim”
Reset mi atmışlar bunu kafasına? Bu kadar ileri bir makinede bu mümkün mü?
“Gel bakalım o zaman, biraz yürüyelim”
Yürüyüşünde bir sıkıntı yoktu. Otoparka kadar gittik. Ben arabanın sürücü kapısına yönelince bu da yolcu tarafına geçip beklemeye başladı. Kapısının kilidini açtım, o da içeri girip oturdu. Konuşmadan eve vardık. Eve gelince beni takip etti, oturma odasına gelince de kanepede kendine yer beğendi.
“Bir isteğin var mı?” diye sordum.
“Acelesi yok ama akşama doğru elektrik hattınıza bağlanmam lazım. Günde yarım saatlık bir bağlantı yetiyor.”
O kadar sürede telefonumu şarj edemezken bu denli kompleks ve büyük bir makinenin yarım saatte kendini doldurması garibime gitti. Yine de bir şey sormadım. Sahaftan aldığım kitapları okumak üzere yukarı çıktım.
...
Eşimin itirazına rağmen o gece bizimle kaldı. Aşağıda, oturma odasında oturdu. Bir tek geceyarısına doğru kanepenin prize yakın tarafına doğru kaydığını gördüm. Işık açmadığı için detayları göremedim; bu yüzden yanında taşıdığı kabloları mı kullandı yoksa evden bir şeyler mi buldu, bunu söyleyemeyeceğim. Bir bardak suyumu alıp, yukarı, kitabımı okumaya çıktım
...
Dükkandan içeri girdiğimde herkes aynı anda olmasa da birbirinin peşisıra yaptığı işi bıraktı, sohbetini kesti, kitabından başını kaldırdı ve bana baktı. Kısa bir tereddütten sonra otuz yaşlarında, bir usta için şık, bir zengin tacir için kaba giyimli bir beyefendi bana doğru yaklaştı.
“İyi günler sinyor! Guarducci’nin dükkanına hoşgeldiniz. Bendeniz Vespasiano. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
Bugünün matbaasıyla kitabevi karışımı olan bu elyazmacı dükkanına girerken aklımda bir şey yoktu. Amacım içeri girip havayı koklamak, parşömenleri hazırlayan usta ve kalfaları seyretmek, içeride sohbet eden Rönesans entellektüellerine kulak kabartmak, varsa en uyduruğundan da olsa bir el yazması kitap almaktı. Ama birdenbire ne istediğim sorulunca kalakalmıştım. Aklıma ilk geleni söyleyiverdim:
“Bazı notlarım var. Onları... yazdırmak... istiyorum”
Bizim zamanımızda ‘bastırmak’ denir de 15. Yüzyılın ilk yarısında Floransa’da bu deyim herhalde ‘yazdırmak’ olmalıydı.
“Notlarınız yanınızda mı?”
Elimde tuttuğumu daha önce farketmediğim kalınca dosyayı Vespasiano’ya uzattım.
Dosyanın plastik kapağına İtalyan genç adam ilgiyle baktı. Sonra içindekilere bir göz attı.
“Hangi tür kağıda yazdığınız bunları?”
92 lik yazıcı kağıda ona yabancı gelmişti. Yabancılaşma kağıtla da sınırlı kalmadı:
“Hangi dilde bu notlar?”
“Türkçe. Aslında nottan çok bir seri hikaye.”
“Türkçe olduklarına emin misiniz? Alfabesi başka onların.”
“Latin alfabesiyle yazılmış Türkçe. Size tüm harflerin listesini veririm; işiniz kolaylaşır. Ne kadar zamana hazır olur?”
Vespasiano tüm sayfaları hızlıca çevirdi. En sonuncusunun üzerindeki sayfa numarasını okudu.
“Yaklaşık bin sayfa... Dört ay derdim ama bilinmeyen bir dil, bilinmeyen bir alfabe. Altı ila sekiz aydan önce olmaz. Üstelik hataların kontrolü için başlardan, en az iki hafta sizin bizimle çalışmanız lazım. Normalde bunu dükkanıma gelenlerden talep etmem ama Türkçe olduğunu iddia ettiğiniz bu dille bilinmeyen sulara yelken açmış olacağız. Alışana kadar sizin rehberliğine ihtiyacımız olacak.”
Floransa’da ne kadar kalacağımı ilk o anda düşünmeye başladım. İki hafta daha kalabilir miydim?
...
“Bir gece daha kalamaz. Bunu hemen götüreceksin. Evimde gece uyuyamıyorum. Aşağıda yürüdüğünü duyuyorum. Ya yukarısı çıkarsa?”
“Tecavüz filan edeceğinden mi korkuyorsun?”
“Tecavüzü geçtim. Ya boynumu çıttık diye kırarsa?”
“Boynunu niye kırsın? En fazla yüzüne yastık bastırır”
Şaka yapmam durumu iyileştirmedi. Birkaç dakika içinde kendimizi benim arabamda bulduk. Bizim sokaktan çıkınca ilk sorusunu sordu:
“Nereye gidiyoruz? Site çıkışı için ters yöne sapmanız gerekirdi.”
“Soru sorma. Beni takip et.”
Az ilerleyip yol kenarında arabayı bıraktım. Evlerin arkası ormana bakıyordu. Biraz yürüp sitenin sınırını belirleyen dereye ulaştık. Dere boyunca ilerledik. Neden sonra bizim evin arkasındaki ağaçların hizasında geldik.
“Evin eski sahipleri buraya bir kulübe yapmışlar. Bahçe aletlerini, kanolarını filan koyuyorlarmış. Bir süredir bakımsız kaldı. Sen ortalığı toparlarsın. Bir köşede şarj için priz olması lazım. Çalışmıyorsa akşam seni ziyarete geldiğimde bana söylersin; bir çaresine bakarız. Dışarı çıkmak yok. Işık açmak da yok. Şimdi otur, akşamı bekle”
Dediğimi yaptı, sessizce akşamı bekledi. Ona ne yaptığımı soran eşime de hurdalığa bırakıp kaçtığımı söyledim. Evdeki konu böylece kapandı. Kulübedeki ise devam ediyordu.
Akşam uğradığımda onu eski bir sandalyenin üzerinde kımıldamadan otururken buldum.
“Şu getirdiğim katlanan masayı kur. Sana ayrıca kaligrafik kalemler ve bunu getirdim”
Ciltli bir defter uzattım. Kağıdı özel, arşiv kalitesindeydi. Açtı, sayfalarının boş olduğunu görünce sordu:
“Ne yazacağım?”
“Bunu...”
Bu sefer plastik kaplı, içinde 355 tane hikayemin olduğu dosyayı uzattım.
“Bunları yazacaksın. Her hikayeye yeni bir sayfada başla. Cildin başlığı da Theodora’ya Mektuplar olacak”
“Hangi yazı tipini kullanayım?”
“El yazısı ile aran nasıl?”
“Sorun değil. Peki ya malzeme bitince?”
“Ben sana yeni kalemler alırım. Defter biterse aynısından bulur, getiririm”
“Hikayeler bitince ne yapacağım? Çok sürmez bunları yazmak”
Bunu hiç aklıma getirmemiştim. Altı ile sekiz ay arasına kendimi hazırlamıştım ama onun ne sayfaları kesme derdi vardı, ne mizanpajı ayarlamak, ne de benim yazdığım Türkçe’yi algılamak. Günde yirmi üç buçuk saat çalışacaktı. Öyküleri yazması çok sürmezdi. Biraz düşündüm.
“Elimde bir de roman var. Onun el yazması hali de fena olmaz. İlk cümlesi de ezberimde:
Alexey Fyodorovich Karamazov was the third son of Fyodor Pavlovich Karamazov, a landowner well known in our district in his own day (and still remembered among us) owing to his tragic and obscure death”
“Son bir soru. Benim bir adım var mı?”
“Vespasiano...Evet, bu güzel: Vespasiano de Bisticci. Hadi, kolay gelsin”
Kapıyı kapatırken arkamdan anlamsızca baktığını gördüm.
YORUMLAR
İlhan Kemal
Ama neden olmasın. Denemek için buradayız. Saygılarımla.
Kalemin dansıyle geçmişin izlerini çizmek, bir dilin gizemini çözmek gibidir. Vespasiano'nun kaleminden süzülenn Theodora'nın Mektupları, geçmişin sesinu duyurarak, kelimenin kudretini gözler önüne serer.
Söyleki….
Bu akşammm Vespasiano'nun kalemle dokunuşuyla zamanın sayfalarını aralamaya başladım.O kutsal kulübede, kelimeler bir nehir gibi aktı, mürekkep damlaları kâğıdın derinliklerine düşerken düşüncelerin arasında yüzdüm.m.Her kelime, bir çağın soluğunu, bir hikayenin gökyüzündeki yıldızlarına benziyordu.
Vespasiano'nunn kalemi, bir ressamın tuvaline renk katarken, benim öykülerim eski zamanın kokusunu taşıdı. Türkçe'nin gizemli dokusunu yakalayarak, harfler arasında bir dansa dönüştü. Her harfin altında geçmişin yankıları, duvarlardan süzülen Rönesans'ın ışığı gibi parlıyordu.
Geceler kelimelerin bir dansa dönüştüğü sihirli anlara tanıklık etti. Vespasiano'nun el yazısı, o kulübedee bir hayaletin izlerini taşıyarak, masalsı bir atmosfer yarattı. Theodora'nın mektupları, zamanın dokusunu hissettiren kelimelerle bezenmiş bir sanat eserine dönüştü.
Kelimeler, birert taş parçası gibi, zamanın derinliklerine düşerken, her hikaye bir mozaik gibi yerine oturdu. Vespasiano'nun kaleminden doğan eser, bir tarih ressamının tuvalindeki anılar gibi, her detayında bir öykü barındırıyordu.
Gökyüzi, yıldızlarla dans ederken, Vespasiano'nun kaleminden çıkan Theodora'nın Mektuplari, bir edebi mirasın doğuşunu müjdeledi. Kulübede yazılan her satır, bir dönemın şarkısını söylerken, el yazısıyla örülen bu eser, zamanın dokusunu içinde taşıyan büyülü bir emanet oldu.
Bazı metinler, bazı insanlara, bazı şeyleri yazdırır. Bu da buna benzeyen bir yazıdır..
Selamlar…